Merve Kavakçı: Paralel yapıya hiç şaşırmadım,
Neoconlarla hep iç içeydiler
Fadime Özkan/Merve Kavakçı Söyleşisi
02 Mart 2015 Pazartesi/STAR
Merve Kavakçı: Daha 29 Şubat sabahı kendi okullarındaki
kız öğrencilerin ve öğretmenlerin başlarını açtırdılar. Gülen'in Ecevit’e sahip
çıkmasını, şefaaatçi olacağını söylemesini da şerî açıdan çok problemli gördüm.
Washington’un Neoconları, cumhuriyetçi, Evangelistleriyle hep iç içeydiler.
Bilmediklerinden değil. Bilakis son derece bilinçli şekilde İslam düşmanlarıyla
hemhal idiler.
***
28 Şubat’ın yine bir sene-i devriyesinde darbenin bin
yıl sürüp sürmeyeceğini konuşmaya hazırlanırken tüm zamanların darbecilerine ve
vesayet odaklarına en büyük darbe “silahlara veda” çağrısıyla geldi. Kürt
meselesinin ve etnik şiddetin devamı, bu ülkeyi ve bu toplumu yerli yabancı
sömürgeciler için kurcalanabilir ve yönetilebilir kılıyordu çünkü. Paralel yapı
da sömürgeci güçlerin kılık değiştirmiş son hali. Allah’a şükür ki Türkiye
hepsini aştı aşıyor.
Dünü, bugünü ve yarını 28 Şubat’ın simge ismi, eski
Milletvekili Yard. Doç. Dr. Merve Kavakçı İslam ile konuştuk. Türkiye’de bir
ilki gerçekleştirerek Üsküdar Üniversitesi’nde Postkolonyal Çalışmalar
Merkezi’ni kuran Kavakçı, düne dair yorgun ve üzgün hala. Ama bugünden ve
gelecekten umutla bahsediyor. Çok da mutlu, heyecanlı…
***
28 Şubat’ı konuşmaktan bıkıp usandığınızı biliyorum
ama şuradan başlayalım istiyorum: 28 Şubat’ı her yıl yeniden konuşmamızı, olup
bitenleri sürekli anmamızı siz nasıl yorumluyorsunuz?
Hem iyi, hem kötü olarak algılıyorum bunu. İki sebeple iyi. İlki, 28
Şubat’la tam anlamıyla bir yüzleşme olmadı, mağduriyetler tam anlamıyla
giderilmedi, dersler tam anlamıyla çıkarılmadı. Ve elbette 28 Şubat’a sebep
olanlar henüz özür dilemedi, yargılanmadı. Bu nedenle konuşmaya devam ediyor
olmamız iyi. İkinci iyi taraf ise 28 Şubat mağdurlarının çocukları 28 Şubat’ın
ne olduğunu ne yaşandığını bilmiyor, ama bilmeleri lazım.
Kötü tarafı nedir peki konuşuluyor olmasının?
28 Şubat’la henüz yüzleşilmediği için konuşuluyor ve her seferinde yaralar
yeniden deşiliyor. Kapatamadığınız için o mesele sizi, aklınızı ruhunuzu meşgul
ediyor meşgul ediyor, geride tutuyor. Ve ferdi bir sıkıntı haline geliyor.
YORULDUM, SIKILDIM AMA…
28 Şubat’ı birebir yaşamanın dışında, sürekli konuşmak
zorunda bırakılan bir kişi de siz oldunuz.
O kadar çok konuşmak zorunda kalıyorum ki bu beni yoruyor. Yorulmam
mücadeleden vazgeçtiğim anlamına gelmiyor. Ama ben yoruluyor sıkılıyorsam,
insanlar ne kadar yorulup sıkılıyordur diye düşünüyorum. Belki de fıtratımızın
getirdiği bir şey bu. Her şeyin bir başlangıcı ve sonu var. Olmalı. 28 Şubat
ise bin yıl sürmediyse bile öyle uzadı ki içinizde hala canlı. Eski bir
siyasetçi ve milletvekili olarak konuşursam, benim 28 Şubat’ın aynen devam
ediyor diyebilirim. Başörtülü bir kadın olarak konuşursam ise önemli
ölçüdebitti diyebilirim, çünkü bugün bir üniversite ortamında yapabiliyoruz bu
konuşmayı.
KONUŞABİLMEK DE BİR AŞAMA
Her yıl yeniden aynı şeyleri konuşmanın konuyu
sıradanlaştırması, olayın vahametini seyreltmesi gibi bir sonucu da oluyor
mudur?
Bu risk, Türkiye’de toplumun eğitim sisteminde analitik becerilerinin
özellikle kazandırılmamasından kaynaklanan bir risk. Meseleler batıda da
konuşulur ama belli prensipler çerçevesinde. Konuşulur anlaşılır bir sonuca
ulaştırılır. Bunun bir siyaset yapma sonucu, kanun ve düzenlemesi olur, halkta
bir karşılığı olur. Bizde ise analitik beceri eksikliğinden polemiğe,
tavsamaya, light hale dönüştürmeye vesile oluyor. Öte yandan, eskiden hiç
konuşulmazdı. Konuşulamazdı. Bu da bir aşamadır, hem devlet açısından, hem
zihinsel demokratizasyon açısından.
ORYANTALİST DEĞERLER UĞRUNA
28 Şubat’ın ne olduğuna dair farklı tanımlar var
malum. Sizin tarifiniz ne? Ne oldu 28 Şubat’ta?
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda ve geliştirilmesinde esas temel olan
rejimin, oryantalist değerler sistemine bağlılığının yeniden üretilmesi
çalışmasıydı 28 Şubat. Türkiye’de oryantalist değerler sisteminin muhafaza
edilmesi adına yapılan bir darbeydi.
Nedir oryantalist değerler sistemi?
İlle de coğrafyayı değil de zihinleri, doğu ve batı, doğulu ve batılı
olarak ikiye bölen; batıyı doğru, demokratik, güzel, erişilmesi, peşinden
gidilmesi gereken bir alan olarak; batılıyı doğru, olgun mükemmel, olması
gereken olarak sınıflandıran; bunun karşısına koyduğu doğuluyu ise geri kalmış,
anti demokratik, idare edilmesi, düzeltilmesi gereken, olgun olmayan bir varlık
ve coğrafya olarak gören değerler sistemidir oryantalist değerler sistemi.
Osmanlı son döneminin ve devrimler döneminin bakışı, sonradan İnönü döneminde
pratiği araziye yansıtılıyor, içselleştirilmesi sağlanıyor. En temel
ölçeklerden biri olan Türkiye’nin nevi şahsına münhasır laiklik anlayışı,
oryantalist değerleri kabul ettirmeye yarayacak bir araç. Başörtüsü de bundan
dolayı sorun gibi görünüyor. Müslüman ve fakat laik, Müslüman ve fakat batılı
zihinli cumhuriyet vatandaşları üretileceği hedefleniyor. Kadınların da batılı
kadınlar gibi görünmesi öngörülüyor. Ben de bu öngörünün yanlışlığının
görünmesinde rol oynuyorum.
“BAŞÖRTÜLÜYSEN GİT ARABİSTAN’DA OKU!”
Sizin seçilmeniz ve Meclise girmeniz, üniversitelerde
başörtülülerin sayılarının artması vb. durumlar irtica söylemine dayanak
gösterilmişti. Bu söylem, cumhuriyet tezini kamusal alanda yalanlayan başörtülü
kadınların “ıslah edilmesi yahut göz önünden kaldırılması” için mi
geliştirilmişti?
Oryantalist değerlerin kabul edilmesi için yapılan sert bir müdahaledir 28
Şubat. Oryantalist değerlerden kopulacağı endişesi vardı çünkü. Doğunun
içindeki batıyı temsil eden doğulular tarafından yapılıyor bu müdahale. Ve bu
sistemden kazananların kazanımlarını kaybetmek istememesi var. O yüzden Anadolu
Aslanlarının önü kesildi, yeşil sermaye diye bir tipoloji oluşturuldu,
başörtülüysen git Suudi Arabistan’da oku denilebildi. Demirel’in “başörtülüysen
git Arabistan’da oku” sözü tam bir oryantalist uygulamadır. Burada Demirel,
oryantalin içindeki oryantalisti, doğu içindeki batıyı temsil ediyor. Ve ferdi
olarak da bir kazanımı var oradan. Sizi görmek istemiyor Meclis’te veya
üniversitede.
HALK SABRETTİ VE SONRA ŞAHLANDI
Türkiye fiziken hiç sömürgeleşmedi fakat zihni
sömürgeleştirilmişler tarafından uzun zaman yönetildi. Hala bazı etkileri olsa
da Türkiye o sömürge zihinlerden ve onların tasallutundan temizlenmeyi,
bağımsızlaşmayı da başarabildi çok şükür. Bu başarı kimin başarısıdır?
Cumhuriyet rejimin başarısı değildir. Kazım Karabekir, Mehmet Akif gibi
istisnalar vardır ama 1940’lar, 50’ler boyu devamlılık arz eden bir zihniyet
de, oryantalist değerlerin iyice benimsenmesini isteyen bir zihin de oldu. Buna
karşı içimizdeki doğu bir ayağa kalkış, bir şahlanış gerçekleştirdi. 28
Şubat’la bunu engellemek istemişlerdi ama halk demokratik sessiz bir devrim
gerçekleştirdi. Bu başarı halkındır. Güya o düzeltilmesi gereken diye
tanımlanan, toplumsalın dışına atmaya çalışılan halk. Bir belediye başkanını
şiir okuduğu için hapse atılmasından, muhtar bile olamayacağının zihinlere işlenmesinden,
parti başkanının ev hapsine tutulmasından, partilerin art arda kapatılmasından
söz ediyorum. Halk oryantalist değerler sisteminin ikiyüzlülüğünü gördü. Sokağa
çıkmadı, bomba atmadı. Ki o oryantalist değerlere sarılanlar üç beş bomba atar
gücümüzü gösteririz diyorlardı. Onların bu yaklaşımına rağmen halk o yolu
seçmedi, sabretti, sandığa gitti ve şahlandı.
İKİYÜZLÜ VE TUTARSIZDILAR
Sistemin sahipleri bütün ideolojik araçlar elindeyken
şartlar onların lehineyken neden başaramadı?
Tutarsızdılar. Bu gözüküyordu. İkiyüzlüydüler. Bu da gözüküyordu. Güç
alacakları meşru bir değerler sistemleri yoktu. Bu nedenle de başarısız
oldular. Bir taraftan insan hakları diyorlardı, diğer taraftan en temel insan
hakkı olan eğitim hakkından başını örtenleri men ediyorlardı. Bir taraftan
demokratikleşme diyorlar, diğer taraftan halk İslamcı siyasetten yana oy
kullanınca oyun bozanlık edip parti kapatıyorlardı. Bir taraftan muasır
medeniyetler seviyesine çıkkmaktan söz ediyor, diğer taraftan batının sadece
kötü alışkanlıklarını taklit etmeyi meziyet sayıyorlardı.
28 ŞUBAT BİR SOYGUNDU
28 Şubat’la ilgili tezlerden biri de şudur: “28 Şubat
aslında bir soygundu. Yerli sermaye Gümrük Birliği’ne geçmek istemedi,
Hükümetin iradesinden hoşlanmadı ve askeri öne sürerek irtica söyleminin
arkasına saklandı. İrtica bir bahaneydi”. Sizce durum nasıldı?
Buna ben de katılıyorum. Söylediğim oryantalist değerler sisteminin
muhafaza edilmesi amacıyla örtüşüyor zaten. 28 Şubat ekonomik, sosyal ve
kültürel bir soygundu. Oryantalist değerler sisteminde zaten karşınızdaki kişi
az insandır, alt insandır, 2. 3. sınıftır. Ama bunu bu şekilde söylemezler,
meşru mazeretler bulurlar. Bush yönetimi de “Irak’taki petrolü ele geçirebilmek
için Saddam’ı indireceğiz” demedi, “Irak’a demokrasi götüreceğiz, Iraklıların
iyiliğini istiyoruz” dedi. Bizim kurucu elitlerimiz yani, sırça köşklerinde
oturanlar, medya sahipleri, enerji ihalelerini alanlar, medyanın şirketlerin
yönetim kurullarında söz sahibi emekli generallerimiz çıkıp da “biz hayat
standartlarımızı muhafaza etmek istiyoruz, halkla paylaşmak istemiyoruz, o
yüzden kusura bakmayın ama bir darbe yapacağız” diyemezlerdi.
BAŞÖRTÜMÜ YIRTMAYA HAZIRLANDILAR
Bunun yerine ne dediler, hatırlatır mısınız?
Laik görünümlü kadınları toplayıp “Türkiye laiktir laik kalacak” diye
bağırttılar. Erkek egemen DSP içindeki üç beş kadın vekili Merve Kavakçı yemin
için geldiğinde daha sonra basından öğrendiğime göre başörtüsünü yırtıp
parçalasınlar diye Meclis’te kürsünün etrafına el ele tutuşturup dizdiler.
28 ŞUBAT DAVASI BİR HAYALKIRIKLIĞI
28 Şubat’la ilgili iki yıldır süren bir dava var. Daha
çok askerler üzerinden gidiyor gibi. Ne diyorsunuz 28 Şubat davası sizce nasıl
gidiyor?
Korkarım ki yakında kimsenin üzerinden gitmeyecek. 28 Şubat davasındaki
gelişmelerle ilgili üzgünüm. Hayal kırıklığı yaşıyorum. Davanın tavsadığını
görüyorum. Davacı olması gereken isimlerin şikayetçi olmadığını görüyorum,
Şevket Kazan, Meral Akşener gibi. E o zaman neyi konuşuyoruz ki diye
düşünüyorum. Nasıl bir Türkiye bırakmayı amaçlıyoruz ki çocuklarımıza
torunlarımıza. 28 Şubat’ın müsebbiplerinin ister apoletli olsun, ister
apoletsiz, kimsenin pişmanlık belirttiğini de duymadım görmedim okumadım. Böyle
bir durumdayız ne yazık ki.
28 Şubat failleri özeleştiri yapsalar, yargılanmaktan
muaf olurlar mı, yüreğiniz soğur mu?
Hayır, o ayrı. Adalet süreci işlemeli. Adaletin önüne herkes eşit haklarla
ve eşit mesafede çıkartılmalı. Suçsuz olanlar rahat olsunlar, aklanırlar. Ama
şu ana kadar gördüğümüz haliyle davanın asker üzerine yıkılması, medya ve sivil
ayağının yok sayılması kabul edilebilir şey değil. Herkesin üzerine düşen
vazifeyi yapması gerektiğini düşünüyorum. Bu bir hak, talep falan değil bir
insanlık görevi.
O dönem canı yanmış isimler şimdi neden şikâyetçi
olmuyorlar sizce?
Onlara sormak lazım… Başka bir şey söylemeyeceğim.
ECEVİT DE, YILMAZ DA, BAHÇELİ DE SORUMLUDUR!
Peki. O dönem askerler önde görünse de medya, yargı,
akademi, iş dünyası, sendikalar da gayet zinde şekilde devredeydi. Bu
koalisyonu oluşturan ve koordinasyonu yürüten kimdi sizce, “üst akıl” kime
aitti?
Bir hiyerarşisi vardır ama alttaki piyonlar da üst akıl kadar, emri veren
kadar hem sorumludur hem kritik ve önemlidir. Verilen emir sonuç itibariyle
aşağıdakiler tarafından realiteye dökülecektir. Onların da iradeleri dahildir.
O emirlerin ifası gönülden yapıldı. O yüzden sorumluluk ve suçu adaletli
şekilde dağıtıyorum ben. “Efendim MHP-DSP-ANAP koalisyonunun hiç kabahati
yoktu, Ecevit piyondu, arkasında asker vardı, askeri suçlayalım” denemez.
Ecevit’in de vardı bir iradesi! Veya imam hatipleri kapatırken “siyasi hayatıma
bile mal olsa bunu yapacağım diyen” ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın da var bir
sorumluluğu! Bunca şey yaşanırken dut yemiş bülbül kesilen Bahçeli’nin de var
bir sorumluluğu!
HÜKÜMET İADEİ-İ İTİBAR YAPMALI
O dönemin siyasilerinden Bahçeli MHP’nin başında. Nur
Serter CHP milletvekili olarak Meclis’te. Askerlerinden bazıları öldü gömüldü,
bazıları apoletlerinin gölgesi sayesinde bankaların medyanın şirketlerin
yönetim kurulunda. Darbeci medyadan bazı patronların imparatorluğu hayatta,
Uğur Dündar, Emin Çölaşan, Ertuğrul Özkök gibi bazı darbeci gazeteciler hala
köşelerinde. Bu devamlılığa ne diyorsunuz?
Üzülüyorum. Ayrıca siyasi idareye de kırılıyorum. Siyasi iradenin de,
idarenin de gerekli kanuni düzenlemeleri yapmak açısından elinde bir miktar
imkân var. Mesela 28 Şubat’ta YAŞ kararıyla ordudan atılan askerler için o
kararları ilga edip ordudan atılmasalardı hangi mertebede olacaklardıysa o
mertebe üzerinden emeklilik maaşı verildi. Zamanı geri getiremeyiz ama
mağduriyetleri telafi edilmeyenlerin giderilebilir. İade-i itibar yapabilir
siyasi irade. O medya mensupları neden hala ellerini kollarını sallayarak
dolaşabiliyorlar? Ve hatta zaman zaman hükümete yakın karelerde
bulunabiliyorlar. Ben bunu kabul edilebilir görmüyorum açıkçası.
ECEVİT EN YÜCE MAHKEMEDE!
O dönemin siyasileri içinde iki kişi hem çok
aktiftiler, hem de sizi üzmek konusunda özel çaba sarf ettiler. Ecevit öldü,
toprakta. Demirel hayatta, gözü toprakta. Ecevit’i nasıl anıyorsunuz, Demirel’e
“emri Hak vaki olmadan” ne demek istersiniz?
Ecevit için geçerli tek cümlem şu: Mesele en yüce Mahkeme’ye intikal etti.
Demirel ise önemli bir darbe müsebbibidir. Vaktiyle darbelerden mağdur olmuş,
dini araçsallaştırmaktan çekinmemiş, NurluSüleyman olarak anılmış bir siyasetçi
olarak 28 Şubat darbesiyle milyonlarca insanın hayatının kademe kademe
karartılmasında önemli bir rol oynadığına inanıyorum. Ondan beklenen, devletin
en başı olarak 28 Subat’ta olup bitene “dur” demesiydi. Ailemi çok iyi tanıyor
olmasına rağmen bana “ajan provokatör” iftirasını atmamasıydı. Meclis’teki
DSP’lilere “neden bahsediyorsunuz siz, Kavakçı seçilmiş bir vekildir”
demesiydi. Aldığı devlet terbiyesi bunu gerektirirdi. Bu dünyada olmazsa
ahirette eminim ki adalet önüne çıkacak. Kanunlar maalesef cumhurbaşkanlarının
yargılanmasına müsaade etmiyor.
ONLARI MAŞERİ VİCDAN YARGILADI
Toplum vicdanında hakkıyla yargılandı mı bu isimler?
Yargılandıklarını düşünüyorum. Bu darbeye sebep olanlar halk eliyle
iktidardan uzaklaştırılırken mağdur edilen kesim iktidara bir daha, bir daha,
bir daha ve yükselen oranlarda taşındı çünkü.
POST 28 ŞUBAT SÜRECİ
28 Şubat sonrasında ayrıldığınız vatanınızdasınız
artık. Gittiğiniz Türkiye ile döndüğünüz Türkiye arasında nasıl bir fark var?
Post 28 Şubat dönemini nasıl yaşadı Türkiye?
Homojen bir dönem değil post 28 Şubat dönemi. Kimileri için 28 Şubat
sürüyor, kimileri için üç-beş sene sürmüş olabilir. O günlerde sahip
olmadığımız bazı bilgilere sahibiz. Millet iradesine karşı yapılan darbe
girişimlerini takip edebiliyoruz artık. O yüzden post 28 Şubat’ı tek başlık
altında ele alamayız. Post 28 Şubat döneminde 27 Nisan oldu mesela, iktidar
partisine başörtüsü yasağını kaldırmak istediği için kapatma davası açıldı,
Balyoz, Sarıkız darbe planları oldu. İki üç sene evvel darbelerle yüzleşilecek
diye heyecanlandık ama tavsadı. Zihinlerin bunun yanlışlığını kabul etmesi de
önemli bir aşamadır ama. Yine sembolik de olsa insanların adalet önüne
çıkarılması gerekiyor. Ayrıca Türkiye’de her şey çok çabuk değişebiliyor. Onun
için dikkatli bir iyimserlik içindeyim. Biraz daha aşama kaydedebilelim ki
dönüp post 28 Şubat’ı şu günden başlatabiliriz diyebilelim.
SELAM DURUYORUM İKNA ODASINDAN ÇIKAN KIZLARA!
İkna odaları, İstanbul Üniversitesinde Kemal
Alemdaroğlu’nun rektörlüğü döneminde, dönemin rektör yardımcısı Nur Serter
eliyle kuruldu. Başörtülü kızlar odalara alınarak kameralar önünde başlarını
açmaya ikna edilmeye çalışıldı. Bu açıdan bakınca ikna odaları da zihin
sömürgeleştirme aracı mıydı?
İkna odaları cumhuriyetin ilk yıllarındaki oryantalist değerler sisteminin
savunulması adına yapılan pratiklerle birebir aynı. Onun için zaten “doğunun
içindeki batılı”, Alemdaroğlu veya Serter kızları ferdi olarak içeri alıp
“düzeltmeye”, “yanlıştan döndürmeye”, “doğruyu bulmaya” ikna etmeye çalıştılar.
Bunun manevi ruhsal bedeni sonuçlarını bu kızlar hala yaşıyorlar. Selam
duruyorum o kızlara.
Post kolonyal anlamda benzeri bir uygulama hala var mı
Türkiye’de, zihin ele geçirmeye yönelik?
Tabi çünkü bu bir süreç. Türkiye fiziksel anlamda sömürgeleştirilmedi ama
zihinler resmi ideoloji tarafından sömürgeleştirildi. 90 yıllık bir sürecin
sonunda insanlar sorgular vaziyetteler ama kültürel kodlarla yapılan sömürgeci
uygulamalar sürüyor. İkili hiyerarşiyi kurmak ve pratikte bunu yeniden üretmek
halinde. Başörtülü kızları okullara almayarak, çobanın oyuyla benim oyum bir mi
diyerek, göbeğini kaşıyan adam tipolojisi kurarak, , bu başörtülüler mi
Türkiye’yi temsil edecek diyerek...
BİR TARAF PROFESÖR OLMUŞ, BİR TARAF ÖĞRENCİ BİLE
OLAMAMIŞ!
Kültürel hiyerarşi değişti mi sürüyor mu?
Bence bir miktar devam ediyor. 90 yıllık bir uçurumdan söz ediyoruz. Bir
taraf bastırılmış, uzaklaştırılmış, diğer taraf beslenmiş, hiç bir şey için
mücadele etmek zorunda kalmamış. Onun için de çok öfkeleniyorlar bugün. Geçen
on yıllar içinde bir kültürel üstünlük oluşmuş. Nasıl oluşmasın? Onlar profesör
olmuş öbürleri öğrenci olamamış. Böyle olunca yetişmiş insan eksikliği sorunu
da oluşuyor.
PARALEL YAPIYA HİÇ ŞAŞIRMADIM
Yeri geldi, buradan güncel siyasi bir soruna geçmek
istiyorum. Paralel yapı dediğimiz ama yakın zamana dek dini sosyal bir yapı
sandığımız örgütlenmenin aslında iç hiyerarşiye tabi sömürgeci bir kadro
yapılanması olduğunu düşünür müsünüz? Gülen’in 12 Eylül’de 28 Şubat’ta
darbecilere selam çakmasıyla birlikte düşünüldüğünde darbe geleneğimizde nereye
koyarsınız paralel yapıyı?
İşaret ettiğiniz insan eksikliğinden de kaynaklanan bir dayanışma yaşandı
sanırım. Başbakan Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik” ya da dönemin Adalet
Bakanı Sadullah Ergin’e cevaben “onlar da alnı secdede insanlar” ifadelerinden
anladığım kadarıyla bir dayanışma söz konusuydu. Hatta arada bir farklılık
görmeme hali söz konusuydu. Ama açıkçası ben çok da şaşırdığımı söyleyemem.
Çünkü 28 Şubat 1997 tarihinde aktif siyasetin içindeydim ve MGK kararları
alındığında Erbakan’ın evindeydik, eşi kızları ve parti teşkilatıyla. Malum
grubun 28 Şubatçılara yaranmak adına yaptıklarını görüyordum. Başörtüsü
füruattır açıklamasını, 29 Şubat sabahı kendilerine ait okullarda öğrencilere
ve öğretmenlere başlarını açtırmalarını, eşlerine açtırmalarını sorunlu
buluyordum. Ben 80’lerde tıp fakültesine giderken başını açmadığı için okulda
kala kala abla hatta teyze yaşına gelmiş öğrencilerin cemaatten biriyle
evlenince başlarını açmak zorunda kaldıklarını yakından bildiğim için
şaşırmadım. 28 Şubatta “beceremediniz çekilin” başlığını atabilmelerinden
dolayı da kırgınlık duymuştum.
GÜLEN’İN ECEVİT’E SAHİP ÇIKMASI ŞER’EN SORUNLUYDU
Kişisel anlamda değerlendirmeniz ne olur?
Beni dini bir vecibe olan başörtümden dolayı Meclis’ten çıkarmaya, bana had
bildirmeye kalkan Ecevit’e sahip çıkmasını, şefaaatçi olacağını söylemesini
şerî açıdan çok problemli gördüm. Sokaktaki biri Ecevit’e sahip çıktığında
benim o kişiye karşı düşüncem farklıdır, o onun kişisel görüşüdür ama
milyonları din adına arkasından sürükleyen bir kişinin Ecevit’e sahip çıkması
başkadır. Şerî açıdan sorunludur. Benim hayatımın yarısından çoğu Amerika’da
geçti. Hem Dallas’ı hem Washington’u ve cemaatin oralardaki aktivitelerini çok
iyi biliyorum. AK Partili arkadaşlarımı çok uyardım ben.
NEOCONLARLA VE İSRAİL’LE İÇ İÇEYDİLER
Ne gördünüz de uyardınız?
Bir kere dışa kapalı bir yapı bu. İki dilli bir yapı bu. Muhataplarının kim
olduğuna bağlı olarak farklı çehrelerini gösteren, farklı diller kullanan bir
grup bu. İkincisi, Washington’un Neoconları, cumhuriyetçi, Evangelistleriyle
hep iç içeydiler. Bilmediklerinden değil. Bilakis son derece bilinçli şekilde
İslam düşmanlarıyla hemhal idiler. Bu yapının lideri zaten devletle ne kadar
yakın olduğunu defaatle söylemiş, bu da literatüre girmiş vaziyette. Amerika’ya
gittikten sonra da “buranın derin devleti kimdir” diye bakıp “Neoconlar”a ve
onların da bu yapının da “en sevdiği güneydeki ülke”ye yaklaştılar. Bu nasıl
şeri bir düzenlemeye oturtuldu, insanlar buna nasıl ikna edildi bilemiyorum.
Zaten beni de Selam Tevhit örgütü adı altında dinlemişler -ki buna da hiç
şaşırmadım.
GÜLEN CEMAATİ KİBRİN KURBANI OLDU
Cemaatin eğitime yöneldiğini, dershaneler okullar
aracılığıyla hem nakdi hem insani sermaye devşirdiğini biliyoruz. Üretilen
insan tipine bakıldığında ise aynı tip, robotik insan üretildiği görülüyor. Bu
da kolonyalist bir yaklaşım değil midir?
Bir siyaset bilimci olarak değil de dışarından bakan biri olarak şunu
söyleyebilirim: Ben bir kibrin hakim olduğunu düşünüyorum bu gruba. Ve gelinen
noktada da kibirlerinin kurbanı oldular diye düşünüyorum. Bir de “sert bir
taş”a çarptılar. Şöyle ki, 2000’lerin başında, derin güçlerin AK Parti’yi 28
Şubat’ın bir sonucu olarak görüp devre dışı bırakmaya çalıştığı o dönemde reel
siyasetin zarureti olarak birliktelik olduğu anlaşılıyor. Kadro eksikliği deyin
ya da başka bir şey, fark etmez. İyi, akıllı bir siyasetçinin yapması gereken,
kurabildiği koalisyonları kurmasıdır zaten. Liberallerle de bir dönem koalisyon
yürütüldü zaten. Bunları biraz daha farklı kılan dindaş olmanın getirdiği bir
rahatlık olabilir, gardını bırakmak olabilir. Ve sonunda “bu işleri ancak biz
yaparız” anlayışı, “şimdi biz seni indiririz” noktasına geldiklerinde sert taşa
çarptılar, hodri meydan diyen bir Kasımpaşalıyla, halktan gelen bir
siyasetçiyle karşılaştılar. Bence Erdoğan’ın vermiş olduğu bu tepkiyi hesap
edemediler.
BEN DEĞİL KARDEŞİM RAVZA TEKLİF ALDI
Eski bir siyasetçi ve akademisyen olarak artık
Türkiye’desiniz. Mutlu musunuz burada olmaktan?
Evet. Bıraktığım Türkiye’den önemli noktalarda iyi bir Türkiye’ye döndüm ve
elimden geldiğince katkı vermeye gayret ediyorum.
Kız kardeşiniz Ravza Kavakçı’nın aday adayı olduğunu
biliyoruz ama siz teklif almadınız mı AK Partiden?
Hayır, ben almadım. Kardeşim Ravza'ya teklif yapıldı. Benimle birlikte
birçok siyasi gelişmede yer almanın ötesinde o da Refah Partisi ve Fazilet'te
siyaset yaptı geçmişte. Bu teklif ailemiz için de önemli. Meclis’e önemli bir
katkı sunacağına eminim.
ADİL BİR DÜNYA İÇİN ÇALIŞMAKTAN MUTLUYUM
Üsküdar Üniversitesi bünyesinde Postkolonyal
Çalışmalar Merkezi’ni kurdunuz. Ki bu bir ilk Türkiye’de. Bu kadar
gecikilmesinin nedeni zihinsel sömürgeleşme midir?
Alanında ilk kurumsal yapı bu merkezimiz Türkiye’de. Oryantalist değerler
sisteminin muhafaza edilmesini isteyen bir dominant kitle olduğu için bu güne
dek, ferdi olarak çalışılmasına rağmen kurumsal anlamda hiç eğinilmemiş. Ayrıca
ifade özgürlüğü yoktu ülkede yakın zamana kadar. DGM’de yargılanmış, CNN’de
“Türkiye’de başörtüsü yasağı var, bu bir kadın hakkı ihlalidir” dediğim için 12
yıl hapsi istenmiş biri olarak söylüyorum bunu. İfade özgürlüğü konusunda
önemli bir mesafe kaydettiğimiz için geçmiş zamanların aksine Türkiye’yi de
post-kolonyal çalışmalar kapsamında masaya yatırabiliyoruz bugün.
Ne yapıyorsunuz peki merkezde, ne yapmak istiyorsunuz?
Biz burada hem İstiklal Mahkemeleri’niaçıklama imkanı bulacağız hem
Dersim’in kayıp kızlarını. Sadece devlet yasağı değil, toplumsal tepki
açısından da Kürtçe neden konuşulamadı? Neden belli kesimler hala cam
kulelerinde yaşıyor? Bunlara bakacağız. Farmakolojiden tarihe, sosyolojiden
tıbba çok geniş bir alan bu. Neden dünyanın gelişmiş ülkelerinde geliştirilen
ilaçlar daha az gelişmiş ülkelerde test edilir mesela? Veya Afrika kıtası Kuzey
Afrika ve Afrika olarak niye ikiye ayrılmıştır da biz o kıtayı bir bütün olarak
görmeyiz? Hem çok heyecanlı hem çok gururluyum böyle bir ilki başlatabilmekten
dolayı. Şimdiye kadar başörtüsü yasağıyla mücadele etmek, onu hayatımızın en
önemli hedefine koymak mecburiyetinde kalmış olmak başka şeylere bakmaya imkan
vermedi. Şimdi hem Türkiye için hem doğu ve batıyı birleştiren Türkiye için,
hem küresel köy için daha adaletli bir dünya için postkolonyalizmi
araçsallaştıracağız. Buna katkım olacağı için çok mutluyum.
Yorumlar
Yorum Gönder