MARTHASBİHALİ/2013
Atilla Morçol/Konya
“Bu (Kuran), insanlara
bir açıklama (beyan), korunanlara (muttakilere) yol gösterme ve öğüttür.”(Al-imran/138)
Allah böyle derken
Kuran hakkında, bazılarıda "biz kuranı anlayamayız,kuranı anlayabilmek
için Peygamberi anlamak gerek,peygamberi anlamak için ashabını,onları da
anlamak için tabiini anlamak,onu da anlamak için...” diyerek Kur’anla
Müslümanlar arasına aşılması çok çetin Koca Bir Çin Seddi çekiyorlar.Sanki
Kur’an alimlere yada seçkinlere
indirilmiş bir Kitapmış gibi; “ siz anlayamazsınız!” diyorlar. Kur’ana baktığımızda bu kocaman bir
yalan ve iftira olduğunu görüyoruz. Kur’anın; düşünülerek, akledilerek
anlaşılabileceğini Kuran bize haber vermektedir. Davete icabet etmeyen münkir
ve müşriklerin; Allahın davet ve öğütlerine sırt dönmelerinin sebebi olarak,
akletmeyi ve düşünmeyi terk etmelerinin yol açtığını yine Kurandan
anlamaktayız.
“Ve kendilerine her ne
zaman ayetlerimiz ulaştırılsa, "Biz (bütün bunları) önceden de
işitmiştik," derlerdi, "istesek, şüphesiz, biz (kendimiz) de bu tür
sözler düzebiliriz: eski zamanlara dair masallardan başka bir şey değil,
bunlar!" (Enfal 31) diyerek yüz çevirenlerle; “Kur’anı biz anlayamayız,Allah’ın
bizden ne istediğini ancak Alimlerin eserinden öğrenir ona göre davranırız!”
diyerek Kur’anı mahçur bırakanların benzerliği dikkat çekicidir.
Kuran nasıl mahçur
bırakıldı? Kimileri Nehcul Belağa bize yeter derken kimileri Risale nurlar
kuranın en hakiki tefsiridir deyib Kuranı mahcur bıraktılar,kimileride mevzuu
ve menkıbe yi kendilerine kitap edindiler böyle olunca da
hurafeleri,bidatleri,uydurmaları,rüyaları dini hakikat yerine koyarak bunlara
uydular.
Oysaki Rabb olan Allah;"Hâlbuki onlara, ancak
dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri,
namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru
dindir".(Beyyine/ 5) buyurmaktadır.
Dini Allah’a has kılmak
demek;dinin iman ve amel esaslarına Kuran dışı bir hurafe,bidat bulaştırmamak,bulaşmışsa
Vahiyle temizlemek demektir. Rasulullah’tan yapılmış rivayetlerin Kuranla metin
kritiğinin yapılarak,Kuranla çelişen sözlerin;”Rasulullah Kuran’a uymayan bir
söz söylemez!” diyerek reddedilmesi ile din Allah’a has kılınır.
Kurandan “anlayamama”
gerekçesiyle de olsa uzaklaşıp,yüz
çevirmenin müeyyidesi ise Kuranda; “Kim Rahman’ın hikmetlerle dolu ders olarak
gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız; artık o,
ona arkadaş olur.” (Zuhruf/36) buyurularak;”biz
ona şeytanı musallat eder/sardırırız!”
tehdidi olarak zikredilmektedir. Sen kurandan anlamazsan,öğütten,apaçık
beyandan istifade edip arınmaz,Allah’a yönelmezsen Allah’tan başkalarını veli edinirsin,Allah’ta
sana şeytanı musallat eder,sardırır!
Ciddiye alırsan anlar,üzerine düşersen öğrenir,öğüde niyetin varsa yönelirsin!
BARIŞ
SÜRECİ
Leyla Zana,Barış
Süreciyle ilgili olarak New York Times sitesinde ve gazetenin küresel yayını
olan International Herald Tribune tarafından yayınlanan mülakatta yeni Barış
Sürecini bir fırsat olarak nitelendirdi ve her iki tarafında bunu
değerlendirerek çözüme kavuşturulması gerektiğinin altını çizdi.
Muhalif Kürt
hareketinde Barış Sürecine karşı kimse muhalefet etmiyor. Ancak Provakatif
eylemlerden herkes çekindiğine göre,Barışa sabotaj düzenleyecek olanlarında Barış kisfesine büründüğünü
anlamak zor olmasa gerek.
Nitekim Bdp li üç milletvekilinin hem de karşı
tarafta hiç sevilmeyen ve Mecliste akresif tavırlarıyla maruf birinin Sinop’a
“Barış” a destek için gitmesi, “provakasyon için birilerinin plan yapmasına
gerek yok!Akılsız dostlar bunu zaten yapıyor!” dedirtecek cinsinden bir faciaya
sebep olmadan atlatıldı.,
ZANA:
Bu Fırsat Kaçırılmamalı!
Leyla Zana, "Bugün Türkiye'de iki taraftaki ölü sayısı, tüm toplumu yaralıyor. Bu ülkenin kaynakları, milyarlarca dolar, bu ihtilafta harcanıyor. Kürt sorununun çözümlenmesi için gerekli koşullar oluştu. Bu fırsat kaçırılmamalı" diye konuştu.
Türkler Kürtleri Anlamaya Başladı!
Verilen mücadelenin, sonuca ulaşmaya başladığını ifade eden Zana, "Bu iyidir ama yeterli değil. Türkler, Kürtleri yeni yeni anlamaya başladı. Ben, hem Türklere hem de Kürtlere inanıyorum" dedi.
Kürtler Bir gün Özgür Kalacak!
Zana, Kürtlerin de bir statüyü istediklerini vurgularken de Kürtlerin her şeyden önce "kimliklerinin tanınması ve haklarına saygı gösterilmesini istediklerini" vurguladı, "Kürtler bir gün özgür olacak" sözlerini kullandı.
Leyla Zana, "Bugün Türkiye'de iki taraftaki ölü sayısı, tüm toplumu yaralıyor. Bu ülkenin kaynakları, milyarlarca dolar, bu ihtilafta harcanıyor. Kürt sorununun çözümlenmesi için gerekli koşullar oluştu. Bu fırsat kaçırılmamalı" diye konuştu.
Türkler Kürtleri Anlamaya Başladı!
Verilen mücadelenin, sonuca ulaşmaya başladığını ifade eden Zana, "Bu iyidir ama yeterli değil. Türkler, Kürtleri yeni yeni anlamaya başladı. Ben, hem Türklere hem de Kürtlere inanıyorum" dedi.
Kürtler Bir gün Özgür Kalacak!
Zana, Kürtlerin de bir statüyü istediklerini vurgularken de Kürtlerin her şeyden önce "kimliklerinin tanınması ve haklarına saygı gösterilmesini istediklerini" vurguladı, "Kürtler bir gün özgür olacak" sözlerini kullandı.
Kürt Muhalefetinin “statü” talebi ayrılıkçı bir
taleptir ve ne meşruiyeti vardır nede haklılığı. Türkiye’nin Batısında Türklere
has bir statü düşünülemeyeceği gibi, Güney-doğuda da Kürtlere özgü bir “statü”
düşünülemez. Türkiye’nin her bir karışı tüm halkların ortak vatanıdır ve tüm
halklar eşit haklara sahip TC Vatandaşıdır. Hiç kimseye, hiçbir zümreye ve
sınıfa vatandaşlık hakları dışında bir ayrıcalık, imtiyaz tanınamaz. Bu konuda
uygulamada söz konusu olan problemler hukuk çerçevesinde, demokratik usullerle
zihniyet değişimi ile giderilecektir. Aksi durum çatışma ve kaos doğurur ki
bunun kimseye bir fayda sağlamadığı artık anlaşılmalıdır.
Lakin Kim Ne derse desin! Öcalan’ın Barış için
Erdoğan’ı aramasının arkasında üç neden var:
1-Kürtlerin “Başkaldırı” projesinden hayır
gelmeyeceği, Şemdinli deneyimi ile ortaya çıktı. “Demirtaş’ın 400 km lik bölge
Pkk nın kontrolünde” dediği olayın kocaman bir propaganda olduğu anlaşıldı. Pkk
son bir yılda en büyük zayiatı verdi ve mevziilerini kaybetti.
2-Devlet artık pkk ve terörle mücadele ediyormuş gibi yapma rolünü terk
etti.Ve disiplinli ve kararlı bir şekilde Hükümetin kontrolünde terörle
mücadele stratejisine döndü.Bu kış ilk defa her yıl kasım Aralıkta mola veren
terörle mücadele ilk kez devam etti.Kış aylarında pkk zorunlu olarak mağaralara
çekilir,askerde bunu fırsat bilerek kışlasına çekilirdi.Sanki gizli bir anlaşma
varmış gibi.Ama bu yıl böyle olmadı.Askerdeki bu değişiklik Öcalan tarafından
gözlendi.
3-Terörle mücadelede etkinliği sağlayacak güçlü
silah ve donanımlar TSK envanterine dahil edildi. Yerli İHA lar yapıldı,
Karakollar artık basılamayacak şekilde yeniden inşa edildi. Uzaydan istihbarat
sorunu kalmadı. Artık pkk nın her faaliyeti güvenlik güçlerinin anında bilgisi dahiline girdi.
Artık Devlete karşı silahlı mücadelenin
sürdürülmesinin intihar olacağı herkes tarafından görülmüştür. Ve özellikle
Kandil,Bdp,Avrupa ve Öcalan yolun sonuna gelindiğini yani denizin bittiğini
görmüşlerdir. Erdoğan’ın terörle mücadeledeki kararlı tutumu bunda en büyük
etken olmuştur.Bakmayın Bdp lilerin ve Kandilin ve hatta Öcalan’ın satır aralarında “efelenme” anlamına gelen
söylemlerine. O kadarda olsun! Devletin
ve Türklerin bu tür söylemleri olgunlukla karşılaması Barış için gerekli.
Dağdaki insanları elinde silah olduğu halde, onurunu kırarak indirmek mümkün
değildir. Eğer teröre son vereceklerse bu kadarına katlanmak yurtseverlik
gereğidir.
RÜŞD
Sözlükte "erginlik, reşitlik, olgunluk" gibi
anlamlara gelen rüşd, ıstılahta maddî veya manevî olarak doğru yola girmek ve
doğru yol demektir. Doğru yola giren kimseye râşid denir. Rüşd kavramı ve
türevleri Kur'ân'da 19 defa geçmiş ve îmân, hak ve hidâyet (Bakara, 2/250),
fayda (Cin, 72/21), hayır (Cin, 72/10), doğru yol (Kehf, 18/66), çıkış ve
kurtuluş yolu, doğru (Kehf, 18/10) akıl ve olgunluk (Nisâ, 4/6) anlamlarında
kullanılmıştır.
Kur'ân, insanları doğruya (rüşde) iletir. (Cin, 72/2) Îmân edip Müslüman olan doğru yolu (rüşd) bulur (Bakara, 2/136; Cin, 72/14).
"Rüşd" kavramı, sırat-ı mustakim, sebîlü'r-reşâd, hüdâ ile eş, sebîlü'l-ğayy (sapıklık yolu) ile zıt anlamdadır. Doğru yol ile kasıt, Allah yolu olan İslâm Dini'dir.
Bir fıkıh terimi olarak rüşd, dinî vazifeleri yerine getirme ve malı kontrol edebilme çağını ifade etmektedir.
Kur'ân, insanları doğruya (rüşde) iletir. (Cin, 72/2) Îmân edip Müslüman olan doğru yolu (rüşd) bulur (Bakara, 2/136; Cin, 72/14).
"Rüşd" kavramı, sırat-ı mustakim, sebîlü'r-reşâd, hüdâ ile eş, sebîlü'l-ğayy (sapıklık yolu) ile zıt anlamdadır. Doğru yol ile kasıt, Allah yolu olan İslâm Dini'dir.
Bir fıkıh terimi olarak rüşd, dinî vazifeleri yerine getirme ve malı kontrol edebilme çağını ifade etmektedir.
Allah rüştüne erişmiş kişilerin özgürce, hiçbir baskı ve
korku altında olmadan İslam’a tabi olmasını diler.’ Lâ ikrâhe
fî-ddîn’ hükmü rüştün altyapısını oluşturur.(2/256-)
Bunları neden anlattım? Şunun için; despotizm ve istibdat rüştü
köreltir, engeller. İkiyüzlülüğü, adiliği teşvik eder, besler. Demokrasi ve
özgürlükler ise; insan için hali hazırda en iyi vasattır. Bunun şeklinin ya da
aksayan yönlerinin önemi yoktur, zaman içinde giderilir. Önemli olan genel esaslardır;
insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü, hukuk devleti, kuvvetler ayrımı,
yargı bağımsızlığı, örgütlenme ve muhalefet özgürlüğü, Anayasa, basın
özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü v.s.
Bu değerlerin istibdat rejimlerinde neden çok kötü seviyede
olmasına karşılık neden Batılı demokratik ülkelerde yüksek seviyelerde olduğu
üzerinde durulmalıdır. Ayrıca; totaliter, despot rejimlerde eğitim, sağlık,
adalet, kamu düzeni, iş emniyeti, sosyal güvenlik ve sosyal eşitlik gibi hayati
ehemmiyete haiz hizmet ve hedeflerin
dünya standartlarının neden çok
gerisinde olduğu ve buna mukabil Batılı
demokratik ülkelerde iyi durumda olduğu
üzerinde mukayeseli olarak durulması gerekir.
Bunun yapılması durumunda ortaya
çıkan tablo; despot rejimlerin rengi ne olursa olsun özünde sekülerdir, halkları için bir felaket olduğu görülecektir.
‘Sonsuz
Özgürlük!’
“Ve cezâhum bimâ saberû cenneten ve harîrâ(n)”
(76 İnsan 12)
“Sabretmelerine karşılık onlara cennetler,
tarifsiz bir özgürlük ihsan eder.”
Gerçek özgürlük; kin ve nefretten arınmış bir kalple mümkündür.
Veya;”tüm kinlerinden kurtulup özgür kalacaklar”
İslamoğlu Hoca “harir”le ilgili olarak şu açıklamayı
yapar: Harir,”özgürlük” anlamındaki Hurr’dan türetilmiştir.İbn Faris’in bu
kelimeye verdiği karşılık şudur; ve hüvel mahrur ellezi tedahalehu vaizun min
emrin nezele bih.(başına gelen bir işten dolayı içini kaplayan kinden kurtulan
kimse) bu mana cennetliklerin kinden tamamen arındırılmasını da
çağrıştırmaktadır.
Kin ve nefretin kişiyi mahkum edip esareti altına
aldığı bir gerçektir.
Tüm meallerde ve tefsirlerde “harira” kelimesine
ipekli elbise manası verilmesi gerçektende doğru bir manada olmasa gerek.
İslamoğlu Hoca takdire şayan bir çalışma ile “harira” kelimesine sonsuz
özgürlük anlamını vererek Kuran meallerindeki bir eksikliği daha gidermiş
olduğu kanaatindeyiz.
Onlarca
“mealde” gördüğümüz mana şöyledir;” Sabrettiklerinden
dolayı onları cennet ve ipekle ödüllendirmiştir!”
İpek ve ipekli giysiler Cennetle denk
olabilirmi? Olmaz elbette. Zaten Cennette her türlü nimetin olduğunu Rabbimiz
haber vermektedir. Cennet ve meyvelerle ödüllendirilmiştir ya da Cennet ve
içeceklerle ödüllendirilmiştir denilir mi? Cennette bunların olduğu zaten
bilinir ve bu nimetlerin hiçbirisi Cennete denk bir nimet değildir.”Sonsuz
özgürlük” ise bu farklı bir nimettir ve Cennete ile birlikte anılmağa değer bir
nimettir.
İktidarın Meşruiyeti!
İslam Peygamberi Medine’de önce mukim kabileler ile kırk küsur maddelik
bir antlaşma ile (Medine Sözleşmesi) o günkü şartlarda bir şehir devleti oluşturmuştur.Ancak bu devlet ne o günkü şartlarda mevcut krallıklar ve
kabileci devlet yapılarına benziyordu ne de bu günkü ulus devletin tekçi
anlayışına. Medine Sözleşmesinin tüm kabilelerle ayrı ayrı aktedilen
maddelerinde,bu kabilelerin öteden beri gelen yaşam tarzında özgür
olduğu,sadece dış tehditlere karşı,Medine’nin savunmasında hareket birliğini öngörüyordu. Kısa zaman içinde Yahudi Kabilelerinin önde gelenleri durumu hazmedemeyerek Antlaşmaya ihanet etmişler düşmanla işbirliği
gibi yakın tehdit oluşturduklarından
Medine Sözleşmesi işlevini
yitirmiştir.Bir çoğu Medineyi terk ederek,böylece Medine’de kahir ekseriyet Müslümanlardan
oluşmuş,kurumsal bir devlet olmasa da Allah Elçisinin önderliğinde bir devlet
yapısı meydana gelmiştir.
Allah Elçisi olması nedeniyle Rasulullah’a itaat;
yönetici sıfatıyla da söz konusu
olmuş,Müslümanlar hem dini hem siyasi ve hukuki konularda Allah Rasulünün her
emir ve yasağına riayet etmiştir.Zaman zaman itirazlar olmuşsa da (Hudeybiye’de
ve “bu vahiymidir!?” gibi) genel
durum Vahyin’de emri gereği itaat genel
ve hakim yaklaşım olmuştur.
Rasulullah’ın
yönetiminin tabiatı gereği İlahi menşeli
olması yani tamamen Allah’ın kontrol’ünde ve Vahiyle yönlendiriliyor olması
nedeniyle mutlak adalet ve meşruiyet söz
konusudur.Rasulullah’ın Allah kontrolündeki yani tüm idari,siyasi kararları
Allah’ın onayı ile olduğundan;Kuran’da
Rasule itaat Allah’a itaat olarak zikredilmiştir.( ) Rasulullah’ın
siyasi ve idari uygulamalarında herkesin malumu olduğu gönüllülük esasına
dayalı bir vatandaşlık/Medinelilik anlayışı karşımıza çıkmaktadır.Savaş
kararına uymayanlara yaptırım
uygulanmaması,zekatlarını vermeyenlerden zorla zekat alınmaması (Meşhur İbn Salebe
örmeği) mali ibadetlerde infak gibi zorlama değil özendirme olması, zina
edenlerin cürümlerini açıkça itiraf etmelerine rağmen Rasulullah’ın hesap
gününe havale etme eğilimi;alışagelmişin ve
bu günün ötesinde farklı bir
devlet anlayışının söz konusu olduğunu
göstermektedir.
Rasulullah’ın
azim bir ahlak üzere olduğu,güzel ve yumuşak huylu,merhametli,adalet ve güvende
müşriklerin bile takdirini kazanmış;’Muhammed’ül emiyn’ denmiş bir insan
olduğu malumdur.Tüm bu güzel ve kamil
vasıfların yanına Allah’ın murakebe ve denetimini de eklediğimizde,tabii olarak
Rasulullah’ın ölünceye kadar Müslümanların başında ayni zamanda yönetici
olmasında rahmetten başka bir sonuç olmayacağı kesindir ve öyle de olmuştur.
Allah
Rasulü Hatemül Enbiya olduğuna yani
O’ndan sonra kıyamete kadar bir Elçi gelmeyeceğine göre; Müslümanların yönetimine gelecek olan her yönetim,ister
Halife densin isterse İmamet/Rehberiyet;
hepside adalet,liyakat bakımından zaaflı olacaktır.Mademki bu
yöneticiler Allah’tan Vahiy almayacaklar ve icraatları Allah tarafından Vahiyle
düzeltilmeyecek ve yönlendirilmeyecektir;o halde Halk tarafından belli süreler için seçilmeli, yetkileri
de anayasal çerçevede ve icraatları
yargı ve parlamento denetimine tabi olması gerekir.Neden gerekir?Allah zulmü
sevmez,bu usul Yönetimin halka karşı haksızlık yapması önleyen en etkin
yöntemdir. Aksi durumda istibdat kaçınılmaz olacaktır. Bunun pratik uygulamaları
vardır. İranda Velayeti Fakih tartışmaları ta işin başındayken yaşanmıştır.
Ayetullah Montazari Velayeti Fakih’in yönetimde ölünceye kadar tek merci ve tek
otorite oluşunu, Ülkenin totaliterizme
kayacağı endişesiyle karşı çıkmıştır ve Ayetullah Humeyni’nin hışmına
uğramıştır. Ne garibtir ki Humeyni Saifeyi Nur’da bu olaydan bahsederken asıl
tortalirizme kayışı Velayeti Fakih kurumunun önleyeceğini belirtmişti. Oysa
hiçte öyle olmamış, Montazeri haklı çıkmıştır. Bu gün İran’da Başbakanlık,
Meclis Başkanlığı yapmış şahsiyetler, kurulu nizamı eleştirmelerinden dolayı
fasık ilan edilerek üç yıla yakın bir zamandan bu yana tutukludurlar.
O halde
yönetimlerin meşruiyetinin kaynağı neye dayandığı değil, icraatları yani
amelleri olacaktır. Bununda evrensel ölçüsü adalet/özgürlük/eşitlik olduğu
görülmelidir. İktidar erki ise Halkın iradesine tabi olmalıdır. Halk seçmeli
(bir süreliğine) halk iktidardan almalıdır. Anayasal düzenleme ile; Orduya, Devlete,
İktidara verilen yetkiler yargı ile denetlenmeli, Halkın İradesi Anayasa ile
korunmalıdır. Tabii olan budur.
Her kavim
layık olduğu ile yönetilir yada nasılsanız öyle yönetilirsiniz.” İnsanı
önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allah’ın emriyle onu korurlar.
Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu
değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar
için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.”(Ra’d 11)
İsa’nın as Nüzulü Üzerine!
İhtilafları İyi yönettiğimizde yani ihtilaf ahlakına
uyduğumuz sürece bunda rahmet olduğu kesindir.Aksi durum ise hep beraber batağa
saplanmamıza neden olur.
Genç bir hoca,yaşına rağmen takdir edilecek bir
gayret ve faaliyet içinde İslam’a hizmet yolunda.Allah gayretlerini
bereketlendirsin ve ilmini artırsın!
Bir Hutbe’de şunları söylüyor;”Kim isa as ın
nüzulünü inkar ederse,100 hadisi inkar ettiğinden İslam Dairesi dışına çıkar!”
Buyrun şimdi! Bu anlayış sadece bu genç Hocaefendi ile sınırlı olsa hadi deyip geçeceğiz, lakin başta
tarikatların,selefçilerin,DİB hakim olan zihniyetin anlayışı da bu merkezdedir.Ve
bu çevreler Buhari ve Müslimin Sünenlerini Kuran gibi korunmuş görürler ve bu
iki Hadis İmanının eserlerine aldığı tüm hadislerin mütevatir olduğuna iman
ederler.Kuranla çelişen bir hadis olsa dahi eğer bu iki kaynakta geçiyorsa
Kuranın o ayetleri bu hadise göre tevil ve tefsir edilir.Bu ayni zamanda Hadisçilerin
de usulüdür.Hele Sufilerin bir anlayışı vardır ki evlere şenlik.Bir söz
Tarikatın meşayih tarafından hadis olarak anlatılmış,risalelerinde geçmişse;
müridana düşen sorgusuz sualsiz bu sözü sahih hadis olarak almaktır.
İyi de biz Peygamberden rivayet edilen bir sözün
Rasulullah’a ait olup olmadığını senedinden önce metninin Vahye uyub uymadığına
bakarız. Bizim usulümüz de bu. Rasulullah Kuranla çelişen bir söz söyler mi? Söylemez.
Davranışta bulunmuşmudur? haşa bulunamazdı da.Sen şimdi Peygamberi görmüş Müslüman
bir yada birkaç kişiyi kollayıp,adaletine toz kondurmama adına Kuranla
bağdaşmayan bir sözü nasıl Peygambere yakıştırırsın!?
Evet …… Hoca’nın “Batının Akıl Ocağında Buharlaştırılan Hakikat: Nüzul-ü
İsa (A.S.)” makalesini okudum.
Ne yazık ki Kuranda 5 ila 10 ayetle
anlaşılacak bir konu hakkında kırk dereden su getirilerek, çoğunluklada geçmiş
alimlerin mülahazalarından oluşan zanni malumat
içerikli 21 sayfalık bir makale ile İsa as ref’i ve nuzulü ispatlanmağa
çalışılmaktadır.Maalesef Bu durum;Hadis ekolünün zaaflarla dolu usulüdür.Kuranla çelişen mevzuu
rivayetlerin reddi yerine; sahih yada mütevatir damgası vurularak Kuran ayetleri
bu rivayetlere göre tevil ve tefsir edilir ve tabii bazı ayetlerde, İhsan
Hocanın yaptığı gibi görmezden gelinir.
Şöyle ki:İsa
as ref’i ve nüzulü ile bir makale yazılır da Maide 109 ila 119 ncu ayetlere
müracaat edilmezmi? Edilmez çünkü Maide 109-119 arasında geçen ilahi
anlatımlardan;
1- Allah’ın tüm
(elçileri) peygamberleri topladığı günün Hesap Günü olduğu (7 A’raf/6)
2- İsa as. Vefat
ettirilip göğe kaldırıldığı ve yeryüzündeki elçilik görevinin bittiği,
3- Bundan sonra
da artık yeryüzüne nuzul etmediği (Etmeyeceği),
4- Nuzulü söz
konusu olsaydı/İnseydi; ümmetinin Kendisini ve Annesini İlah edindiğini bizzat
gözleriyle görmüş olacağı ve üzülerek itiraf edeceği.
Açıkça anlaşılmaktadır.
“teveffeyte-nî”
kelimesinin ölümle,vefatla hiçbir alakası yokmuş gibi bir mana vermek verenleri
de “modernislikle” suçlamak taklitçi bir
mantığın ürünüdür.Gerçektende … Hoca’nın
Makale metni,geçmiş ulemadan %90
alıntılarla doludur.Ve … Hoca’nın da bu makalesinde belirttiği gibi, selef
alimlerin en meşhurlarından Ebu Ali el- Cübbaî' daha H/2. yy
da İsa as öldüğünü ve nüzulünunde söz konusu olmadığı görüşünde olduğunu belirtmesine rağmen,ref ve nüzulü reddeden
görüşlerin modern çağın ürünü olduğunu iddia etmesi üzülerek söylüyorum ki ilmilikten uzaktır.
el-Hasenu'l-Basrî,
"vefat/teveffî” kelimesinin Kur'an'da "uyku", "ölüm"
ve "göğe kaldırılmak" şeklinde üç anlamda geçtiğini söylerken bu gün
kalkarda “isa öldü ve tekrar yeryüzüne geri gelmeyecek” diyenleri “küfürle” suçlamak yada bu konuyu iman
şartları arasında göstermek doğrumudur? Selef alimleri böyle yapmamıştır. Bırakınız
isteyen eğerki samimi olarak görüşünü
dile getiriyorsa ki bunu da ancak Allah bilir, nasıl anlıyorsa öyle anlaşın! Bu
konuyu tevil ve kıyasla “dini zaruriyat” haline getirirseniz kısır ve gereksiz
tartışmalara yol açarsınız. Kuran bir
tarih kitabı yada otobiyoğrafi değildir.
Tüm insanlığa,Allah’tan bir Davettir,hidayet kaynağıdır,öğüt/Nasihattır,İnzar
ve müjdedir.
"Hep Kur’an! Kur’an!
Neden Peygamberden Sünnetten Bahsetmiyorsun?!"
Her Kuran Davetçisine yöneltilen kadim suçlamadır bu!
Sanki Peygamber ve Sünneti, Kur’ana alternatifmiş,yada iki farklı
otorite,iki farklı rakipmiş gibi bir algı,geleneksel halk anlayışında bir
inanış vardır.Kuran Allah'tandır,Hadis ve sünnette Muhammed sav den iki ayrı ve denk kaynakmış gibi.
Bunun temelinde Kuranın mahcur bırakılışı,Kur’anı anlama
amacının unutulması,halkın kendi kafasına göre inandığı ve seçtiği alim ve
evliyaların kendilerine anlattığı, nesilden nesile tevarüs eden menkıbe ile hak
ve batılın biri birine karıştırıldığı tevil ve yorumların hakikat zannedilip
iman edilmesi yatmaktadır.
Allah’ın öğüdünden daha güzel bir öğüt olabilirmi?
Tüm Allah Elçileri Vahye/Kurandan başka hiçbir şeye davet etmiyorlardı. “Ben’de
sizin gibi bir beşerim,ancak bana vahyediliyor!” diyorlardı.
Kuranın;hidayet,öğüt,rahmet,Furkan,beyan,çelişkisiz,icaz,kılavuz,hikmetli,nur,inzar,müjde
olduğunu bizzat Rabbimiz bildirmektedir.
Kur’an hidayettir…………………….; 13 Sürede 19 Ayet,
Kur’an Allah’tan bir öğüttür………...; 19 Sürede 42 Ayet,
Kur’an Rahmettir…………………….: 11 Sürede 14 Ayet,
Kur’an kolaylaştırılmıştır……………..: 3 Sürede 6 Ayet,
Yorumlar
Yorum Gönder