Ruanda Soykırımı ve Fransa'nın rolü

Tarih06 Haziran 2012, 16:09Editör
İbrahim Tığlı'nın Sivil Bakış'ın üçüncü sayısında yayımlanan makalesidir.


Ruanda Soykırımı ve Fransa’nın rolü
1994 yılı gerek Türkiye’de gerek dünyada uzun bir yıl. Türkiye’de ekonomik kriz, güney doğuda çatışmalar bütün hızıyla devam ederken  Balkanlarda Boşnak Müslümanlar, Sırplar tarafından yapılan katliama maruz kalıyorlardı. Medeniyetler çatışması tezinin tartışıldığı bir zamanda Ruanda’da 100 gün içinde gerçekleşen katliamda 800 bin insan hayatını kaybetti. Dünya katliam haberlerini katliam başladıktan 15 gün sonra duydu ve eski Fransa devlet başkanı Mitterand’ın dediği gibi “Afrikada olağan şeyler “yaşanıyordu. Bu katliam bütün kesimler tarafından görülmedi, üzerinde durulmadı ve katliamın arkasındaki gerçek suçlular aranmadı. Solcusundan liberaline, Muhafazkarından Kemalistine insanlığın duyarsız kaldığı, görmediği “gerçek” bir soykırım yaşandı. Soykırımı gerçekleştirenler görünürde Ruanda’da da yaşayan Hutulardı, oysaki Hutuların Tutsileri katletmesinde yüzyıllardır süren bir efendi- köle savaşıydı. Efendiler, soykırımı fiili olarak gerçekleştirmemelerine rağmen soykırımın yaşanmasını lojistik ve istihbarat desteği sağlayarak katkıda bulunmuşlardı.

Soykırımın nedenleri
Dünyanın hiçbir bölgesinde Afrika kadar etnik çeşitliliğe rastlanmaz. Sudan, Nijerya, Kongo, Tanzanya ve Uganda’da yüzden fazla etnik topluluk yaşamaktadır. Bu toplulukların büyük bir bölümünde dil, din farklılıkları görülmektedir. Etnik farklılıklar Nijerya, Burundi, Ruanda ve Fildişi Sahili’nde olduğu gibi etnisiteye dayalı bir siyaseti de beraberinde getirmiş, özellikle zikredilen ülkelerin ulus devlet süreci etnisiteye dayalı devlet şeklinde ortaya çıkmıştır. Etnisite siyasal çatışmalarda kilit rol oynarken iç savaşların ortaya çıkmasını, ekonomik ve siyasi gerginliklerin devam ederek huzursuzluk, istikrar güvenlik gibi sorunlara ortam hazırlamıştır.

Afrika’nın tarihsel dönemleri incelendiğinde 20. Yüzyılda yaşanan iç savaşlar kıtanın 5 bin yıllık tarihinde hiçbir dönemde yaşanmamıştır. Bu iç savaşın mimarları Afrikalı topluluklardan ziyade sömürge döneminde Avrupalı devletlerin uyguladıkları politikalardan kaynaklanmaktadır. Avrupalılar, Afrika topluluklarını bölerek, farklılaştırarak ve birbirlerine düşman ederek  varlıklarını korumuşlardı. Sömürge sonrası Afrika ülkelerinin yeni sahipleri sömürge döneminden kalan düşmanlıkla diğer etnik toplulukları baskı altına almayı, sindirmeyi, ekonomi ve siyaseten uzak tutarak zenginlikleri paylaşmamayı tercih etmişlerdir. Örneğin Ruanda’da Hutular, Tutsilerden nüfus açısından fazla olmasına rağmen Belçikalılar Ruanda’yı terk ederken yerlerine yetiştirdikleri azınlık Tutsileri bırakmışlardır. Tutsilerin 1994 soykırım öncesinde toplam nüfusun yalnız yüzde 15’ni oluşturmalarına rağmen  Hutular yüzde 85’lerdeydi. Tutsiler, beyaz adamın Afrikalıya yaklaşımını miras alarak daha az eğitimli ve teni daha siyah olan Hutulara karşı bağımsızlık öncesinde şiddete dayalı bir politika izleyerek siyasi, askeri, bürokratik ve ekonomik hayattan Hutuları silmek istemişlerdir.

Belçikalıların Ruanda’da meydana getirdikleri etnik topluluklar arasındaki sınıfsal, ekonomik ve siyasi farklılaşmalar, ortak bir kimliğin oluşmasını önleyerek parçalı toplum ve devlet yapısının meydana gelmesine zemin hazırlamıştı. Barış ve istikrarı sağlamak için Avrupalı devletler tarafından desteklenen militarist ve baskıcı yönetimler, istikrarsızlığın, huzursuzluğun geri kalmışlığın baskın aktörleri şeklinde karşımıza çıktılar. Çünkü iktidarı ele geçiren otoriter ve totoliter yapılar şiddeti araçsallaştırarak, siyasi istikrar arayışına girdiler. Otantik bir yönetim geleneğine sahip olmayan Batılı kurumlarca yetiştirilen yeni yönetici elitler, çatışmayı sürdürerek varlıklarını meşrulaştırma yoluna gittiler. Çünkü bu elitler, kendilerini diğerlerinden farklılaştırarak baskı ve şiddet yoluyla güvenliği sağlamaya çalışmışları iş savaşları tetiklediği gibi yaygınlaşmasına da neden olmuştur. Çünkü Ruanda özelinde sadece Tutsi ve Hutular bu ülkede olmayıp komşu ülkeler Burundi, Uganda, Kongo’da bulunmaktaydı. Özellikle Kongo ve Burundi iç savaşlarında Tutsi-Hutu gerginliği devam etmiştir.

Soykırımın tarihsel arka planı
Ruanda’ya Alman ve Belçikalı sömürgeciler gelmeden önce kendi halinde ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayanan, güçlü bir sosyal örgütlenmeye sahip, kabile siyasetinin hakim olmadığı küçük bir orta Afrika ülkesiydi. Ruanda’nın başlıca iki büyük etnik topluluğu bulunmaktaydı: Hutu ve Tutsi toplulukları. Hutu topluluğu tarımla uğraşırken Tutsiler hayvancılık ve ticaretle uğraşmaktaydı. Hutu topluluğu krallık döneminden itibaren yönetime ilgi duymamış, daha geleneksel bir yaşam biçimini benimsemiş bir topluluk olmasına rağmen, Tusiler sayıca az olmalarıyla birlikte yönetim ve ekonomide daha etkili olmuşlar, ve batı devletleriyle kurdukları ilişkiler sonucu değişime açık olmuşlardı. Fakat krallık döneminde Hutular ile Tutsiler arasında yatay bir ilişki bulunmakta; hayvancılığa yönelen bir Hutu kolaylıkla Tutsi olabilmekteydi. Hutular daha siyah bir deriye sahip, Tutsiler ise koyu kahverengi bir deriye sahiptiler. Hutular ve Tutsilerin aynı etnik topluluk olduğu konusunda bir çok antropolog birleşmektedir. Çünkü konuştukları Kirundi dili başta olmak üzere bir çok ortak kültüre sahiptiler.

Ruanda’yı sömürgeleştirmek için ilk gelen Almanlar, Ruanda’nın toplum ve kültürel yapısından ziyade ekonomik kazanımlarıyla ilgilenmişlerdir. Daha sonra gelen Belçikalılar ise Ruanda’yı yalnız ekonomik bir sömürge olarak görmemişler, Avrupa kültürünü aktarabilecekleri bir bölge şeklinde görerek özellikle Tutsiler arasında Hıristiyanlığı yayarak Belçikalıları temsil edecek elit bir sınıf oluşturmak istemişlerdi. Tutsi ve Hutu topluluklarını farklı etnik topluluklar şeklinde değerlendirerek, Hutu ve Tutsiler arasında geçişliliği önlemeye çalıştılar. Hatta ayrı kimlik kartları vererek Tutsi ve Hutular arasındaki ilişkiyi katı bir şekilde yeniden düzenlediler, Evlilikler yapamalarına, aynı çevrede oturmalarına, aynı okullara gitmelerine izin vermediler. Belçikalılar Tutsilere  efendi olmayı öğretirken Hutu topluluğuna da isyan etmeyi empoze ettiler.

 Tutsi ve Hutular arasında ilk çatışma 1959 yılının Şubat ayında çıktı. Belçikalıların tayin ettiği Tutsi kralı, Hutu topluluğu üzerine yeni vergiler koymakla kalmıyor, şiddet ve baskı yoluyla apartheid rejiminin Güney Afrika’da yaptıkları ırkçı siyaseti, etnisiteye dayalı bir siyasete dönüştürerek uygulamaktaydılar. Hutular, Tutsi azınlık yönetimine karşı şiddet kullanmaktan geri durmamış özellikle Ruanda’nın kırsalında Tutsilere karşı bir katliama girişmişlerdi. 1962’de Hutular ülkenin yüzde 14’ü olan Tutsilerin azınlık yönetimine son vererek bağımsızlıklarını sağladılar. İronik olan Hutular bağımsızlık savaşını Tutsilere karşı verdiklerini düşündüler; oysaki Ruanda hala bir Belçika sömürgesiydi.

Hutular, bağımsızlıklarını Hutulara karşı bir devrim olarak algılayarak, yönetimden bütün Tutsileri uzaklaşırdılar ve Hutu etnisitesinin üstünlüğüne dayalı bir yönetim kurdular. Tutsilerin bir bölümünü Burundi, Uganda ve Kongo’ya sürdüler. Ülkesine dönemeyen Tutsiler gittikleri ülkenin yönetimlerinden aldıkları destekle Hutu yönetimine karşı saldırılarda bulundular, bu saldırılara karşı Hutu yönetimi sivilleri öldürerek karşılık verdi. Burundi’de de Tutsi yönetim azınlık Hutuları sınır dışı etmeye çalışmış ve siviller üzerindeki şiddet uygulamalarını artırmıştır. Yaklaşık 500 bin Hutu Ruanda’ya göç ederek, ekonominin iflas etmesini sağlamışlardır.

Katliam nasıl başladı?
Yine bir Hutu olan General Habyarimana’nın darbeyle iktidara gelmesi Tutsiler üzerindeki baskıyı azaltmamakla birlikte daha da şiddetlendirmiştir. Tutsilerin devlet hizmetlerinde çalışmaları yasaklanmış, yaşadıkları bölgelere devlet hizmeti götürülmemiştir. 1980’lerin sonlarında Uganda yönetiminin de desteğiyle Uganda’da da yaşayan mültecilerden Ruanda Vatansever Cephesi adı altında milis kuvvetleri kurulmuş ve bu milisler Uganda sınırında geçerek Ruanda topraklarına girmişler ve savaşı başlatmışlardı. Tutsiler Uganda yönetimi, Rusya ve Çin tarafından desteklenirken Hutu Ruanda yönetimini, Fransa ve ABD desteklemekteydi.

1990’da başlayan ilk iç savaş 1992’ye kadar sürdü. BM’n araya  girmesi ile savaş geçici olarak durdurulsa da, Burundi’de seçimle gelen Hutu Devlet Başkanı Melchior Ndadaye’nin 1993’te öldürülmesi ve 200 bin Hutunun katledilmesi, bir sene sonrada Ruanda Devlet Başkanı Habyarimana’nın Ruanda Vatansever Cephesi milisleri tarafından uçağının düşürülerek öldürülmesi Ruanda katliamının başlamasını sağlamıştır.

Ruanda katliamı Nisan’da başlamış, Temmuz’a kadar yaklaşık 100 gün içerisinde 800.000’den fazla Tutsi ve ılımlı Hutu öldürülmüştür. Katliamı raunda ordusu ve İnterehmwe adı verilen Tutsilere karşı kurulmuş milis kuvvetler gerçekleştirmiştir. BM barış gücü ülkeyi terk ederek katliamın önlenmesine yönelik herhangi bir çaba içine girmemiştir. Çin ve Fransa’dan sipariş edilen satırlarla gerçekleştirilen katliam, okul, hastane ve kiliseleri de bu trajediye ortak ederek 20. Yüzyılın kara bir lekesi olarak tarihe geçmiştir.

Müslüman Tutsileri de katlettiler.
Ruanda’da Müslümanlar özellikle Hutu kabileler arasında yaygın olmasına rağmen azınlık  Tutslier arasında da Müslümanlar vardır. 13 Nisan’da gözü dönmüş Hutiler elerinde baltalarla Hutu ve Tutsi Müslümanların birlikte ibadet ettiği Başkent Kigali yakınlarındaki  Nyamirambo’daki merkezi’ndeki Kadhafi Camii’ne saldırdılar. Camide bulunanları baltalarıyla parçalayan Hutu çmilisler, İslam kültür merkezine sığınmış yaklaşık 500 Müslüman’ı vahşice öldürdüler. Katliamı gerçekleştiren Fransızların eğittiği askerler ve İnterehamve milisleriydi. Görgü tanıkları İslam kültür merkezinde sadece Müslümanların öldürülmediğini, camiye sığınan Hıristiyan Tutsilerin de öldürüldüğünü söylüyor.
13 nisanda Camiye tekrar gelen 15 Hutu asker ve 50 kadar milis, camiye el bombası ve Molotof kokteyl atarak ateşe verdiler. Camiden ikisi kadın 3 çocuğun yangından kaçarak çıkması üzerine onları ellerindeki satırlarla öldürdüler. (Tribunal pénal international pour le Rwanda, s:347)

Fransa’nın soykırımdaki rolü
Ruanda soykırımı, çok iyi hesaplan bir toplum mühendisliği denemesinden başka bir şey değildi. Fransa soykırımın başından sonuna kadar destekleyerek, katkı vererek, kontrolünde bir operasyon gerçekleştirmişti. Fransa hükümeti hiçbir zaman soykırım yaptığını, -bağımsız kaynakların hazırladığı raporlarda Fransa’nın  katliama ortak olduğu belirtilmesine rağmen kabul etmedi. Soykırımda suçluluğu kanıtlanmış hiçbir zanlıyı yargılamadı ve soykırım için kurulmuş uluslar arası mahkemelere teslim etmedi. Fransa’nın soykırımla özdeşleşen tarihinde bu bir ilk değildi son da olmayacaktı. Vendee’de Fransız devrimi sonrası, muhalif halkı katleden, Vietnam’da binlerce Vietnamlıyı zehirli gazlarla öldüren 100 yıldan fazla Cezayir’de yüz binlerce Cezayirliyi katleden Ruanda soykırımına destek veren Fransa’dan başkası değildi.

Fransa’nın sömürge sonrası Afrika’ya yönelik politikası iki zeminde cereyan etmiştir. Afrika’daki tarihsel ve siyasi çıkarlarını sürdürmek ve Afrika ülkeleri ile ekonomik işbirliğini devam ettirerek Afrika’daki ekonomik gücünü kaybetmemek. Bu bağlamda Fransa bağımsızlık sonrasında da Afrika ülkeleriyle ilişkilerini yakından devam ettirmiş, siyasi tarihlerinde baskın unsur olagelmiştir. Özellikle Batı ve orta Afrika ülkelerine silah ve subay göndererek askeri yardımlarda bulunmasının yanı sıra, askeri ve sivil bürokrasisinin teşkil edilmesinde anahtar rol üstlenmiştir.

Fransa’nın soykırımdaki rolü 1999 İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün 500 sayfayı aşan raporunda belirtildiği gibi Fransa soykırıma fiili olarak katılmamasına rağmen askeri, istihbarat ve lojistik desteklerde bulunmuştur. Merkezi Tanzanya’da bulunan Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi de Fransa hükümetinin soykırımdan ikinci derece de sorumlu tutmuş, Fransa Cumhurbaşkanı, Milli Savunma Bakanı ve Dşişleri Bakanını yargılama talebinde bulunmuştur. Ayrıca REDRESS ve Africa Rights gibi örgütler Ruanda soykırımına bizzat katılan Fransız vatandaşları olduğunu söyleyerek 3 Fransız’ın savaş suçluları mahkemesinde yargılanmasını istediler.

 Fransa’ya yapılan en önemli eleştirilerden biri, Fransız basınının Ruanda’da yaşananları dünya kamuoyuna yansıtmamasıdır. Fransa’nın Ruanda, Kongo gibi ülkelerde basın yayın tekelini elinde bulundurmasına rağmen dünya, Ruanda’da da yaşananları belirli bir süre sonra öğrenebilmiştir.( How the Media missed Rwandan genocide. Alan J. Kuperman, İnternational Press Enstitü, no: 1, 2000) Le Monde gazetesi soykırım haberlerini 14 gün sonra okuyucularına duyurmaya başlamış, Fransız televizyonları  ise Ruanda “iç savaş sürüyor” şekilde yayın yapmışlardır.
Fransa’ya yapılan en önemli eleştirilerden bir diğeri de, soykırımın failleri olarak bilinen FAR ve İnterahmwe milislerini Ruanda’nın güney doğusunda kurduğu “Zone Tourquase”de eğitmesidir. Bu militanların ellerindeki silah ve satırların çoğunluğu Fransız yapımı olduğu Ruanda Devlet Başkanı Paul Kagame tarafından ifade edilmiş olup bu silahlar Kigali Soykırım müzesinde sergilenmektedir. Fransa’nın soykırımın başlamasından sonra da Ruanda ordusuna silah sevkiyatını durdurmadığını Paul Quiles’in 1000 sayfayı aşan raporunda belirtilmektedir.

Fransa’nın Ruanda soykırımındaki rolünü üç aşamada değerlendirebiliriz. Fransa hükümetinin yönetimden çekilmeyen ülkenin demokratik seçimlere girmesini önlemeye çalışan Habyarimana rejimine askeri ve mali destek sağlaması, Belçika’nın Ruanda’dan ayrılmasından sonra oluşan boşluğu Fransa’nın doldurarak Tutsi ve Hutular arasında çıkan çatışmaları çözmeye yanaşmaması ve soykırımın başlamasıyla barış yanlısı bir politika izlemekten uzak durması ve Türkuaz Operasyonu’ndaki rolü.

Habyarimana rejimine Fransız çıkarlarını ülkede devam ettirmek için destek veren Fransız Cumhurbaşkanı Mitterand’ın Ruanda soykırımında kilit bir rol oynadığı yadsınamaz. 1990 ve 1994 yılları arasında Habyaarimana ile özel bir dostluk geliştiren Mitterand, 500 kadar uzman Fransız askerini bu ülkeye göndererek ordunun Fransız tarzı bir eğitimden geçirilmesi için destek vermiştir. Amerikalı gazeteci Philip Gourevitch, Ruanda soykırımını anlattığı önemli eserinde Mitterand tarafından gönderilen askerlerin yalnız danışmanlık ve eğitim desteği vermedikleri, isyancılarla olan savaşlarda da rol aldıklarını iddia etmektedir. Mitterand’ın oğlu Jean Crostophe de Ruanda’ya silah sevkiyatı yapan ve silah başına komisyon aldığı iddia edilmektedir. Fransa’dan alınan silahların parar transferi yine Fransız bankalar aracılığıyla yapılmaktaydı.

Fransa’nın Habyarimana yönetimine verdiği destek istihbaratı da içeriyordu. Fransız istihabratçılar, başkent Kigali ve çevresini mekan tutmuş isyancılar ile hükümet arasındaki gerili rapor etmekle birlikte, Tutsilerin fişlenmesinde aracı rol oynuyorlardı. Gorevitch yalnız 1993’te 400 yakın Fransız ajanının Habyarimana yönetimi için çalıştığını iddia etmektedir. Bu rakam abartılı olsa da istihbaretın verdiği destek, soykırımda önemli bir işlev gördüğü söylenebilir.

Tanzanya’da isyancılar ile hükümet arasında Aruşa Barışı’nın gerçekleştirilmesiyle Fransa’nın girişimleriyle BM tarafından gönderilen UNAMİR askerleri arasında Fransız askerlerinin bulunması özellikle Kigali’de güvenlik sorununu beraberinde getirmiştir. Çünkü UNAMİR içindeki Fransız ve Belçikalı askerler sivilleri korumak yerine hava alanını muhafaza etme  sorumluluğunu üstlenmişler, bu durumda bir güvenlik boşluğunu ortaya çıkararak milislerin ve ordunun katliama girişmesi herhangi bir engelle karşılaşmadığı için kolaylaşmıştır.

Fransa, Ruanda siyasetinde aktif olduğu yıllarda yönetimdeki Hutlardan yana bir dış politika izleyerek Tutsilerin sorunlarını görmemezlikten gelmiştir. İlk iç savaşta yönetimin yanında yer alarak katliamlara seyirci kalması, Tutsi azınlığı korumasız hele getirmiş ve Tutsiler arasında Fransa’ya karşı umutsuzluğa düşürmüştü. Aruşa barışı öncesi aktif politikasını anlaşmadan sonra pasif politikaya dönüştürmesi Habyarimana rejiminin elini kuvvetlendirerek felaketin önlenebilmesi yönündeki isteksizliği öngörülen geleceğin hızlanmasını sağlamıştır. Fransız istihbaratı Tutsilere karşı bir soykırımın yapılacağını Paris’e bildirmesine rağmen Mitterand hükümeti katliamı önlemeye yönelik hiçbir adım atmamıştır.

Birleşmiş Milletler, soykırım başladıktan sonra Ruanda’da Turkuaz operasyonu başlattı. Fakat bu operasyonda en önemli misyon Fransız askerlerine bırakılmıştı. Sivilleri korumak için oluşturulan güvenli bölgelere İnterahamwe milisleri herhangi bir engelle kolayca sızabiliyor ve Fransız askerlerinin gözleri önünde sivilleri öldürmekten çekiniyorlardı. Adeta Turkuaz operasyonu Tutsileri korumak için değil katliamı gerçekleştiren milisleri korumak için yapılmıştı. Andrew Wiils, The Untold Story adlı eserinde Fransa büyükelçilerinin katliamlardan sonra bir grup soykırımcıyı Kigali’den hava yolu ile Kongo’ya gönderdiğini iddia etmekte. Bu iddia Fransız hükümeti tarafından yalanlanmamakla birlikte kaçırılanların milisler olmayıp intikam duygusuyla hareket eden Ttutsilerden korunmaya çalışılan masum Hutular olduğu iddia edilmiştir.
 
Fransa hükümeti katliamda rolü olduğunu şiddetle reddederek soykırımın daha fazla yayılmasını önlemeye çalıştıklarını söylüyor. Fakat Fransa’nın bu soykırımla yüzleşmesi gerekmekte. Eğer soykırımda rolü olmadığını iddia ediyor, kendini temize çıkarmak istiyorsa gerek Ruanda gerek Tanzanya’daki mahkemeye çıkmalı ve yüzlerce raporun iddiasını –eğer varsa- delilleriyle çürütmeye çalışmalıdır. Ruanda soykırımı tarihin tozlu sayfalarına atılacak bir konu değildir. Yaklaşık 5 milyon insanın hayatını kaybettiği Kongo iç savaşının arkasında da Ruanda katliamının izleri vardır. Kongo’nun ayrılması ile sonuçlanan iç savaş Ruanda örneğinin tekrarlanmasından başka bir şey değildir. Avrupa devletlerinin sömürgecilikten kalma çıkarlarını devam ettirmek, soykırımın başat nedenidir. Tarih, hataları tekrarlamamak için öğrenilir, oysaki Fransa Vendee, Vietnam ve Cezayir’de yaptıklarını tekrarlamak için tarihe başvurmaktadır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası