Moritanya asıllı Muhammed bin el-Muhtar eş-Şankıti’den dört makale!

 

Raşid Hilafet, Raşid Toplum

Moritanya asıllı Timeturk yazarı ünlü Müslüman düşünür Muhammed Muhtar eş-Şankitî'nin "Raşid Hilafet, Raşid Toplum" adlı makalesini özellikle son günlerde rotasını kaybetmiş tüm İslamcıları ithaf ediyoruz...
Salı 24.08.2010 - 12:21

Muhammed bin el-Muhtar eş-Şankıti / TİMETURK

Raşid hilafet, raşid bir toplumun ürünüdür. Ne zamanki toplum rüşdünü kaybetmeye başladı, raşid hilafet de varlığının yakıtını kaybetti ve dayanakları yıkıldı.

Raşid hilafet merhalesi, İslâmî toplum bilincinde, parlak ve ilham verici bir surette yerleşti. Çünkü İslâm tarihindeki o otuz yıl, –Hz. Peygamber döneminden sonra- yönetimin şer’iliği alanında İslâm siyaset ilkelerinin yeryüzünde fiilen uygulandığı yegâne merhaledir.

Müslümanın raşid hilafet tecrübesinden aldığı ilham, belki de Rönesans dönemindeki Avrupalıların, Roma ve Atina’daki eski demokrasi deneyiminden aldıkları ilhama benziyor. Rönesans dönemindeki Avrupalı siyaset filozofları, -zaman ve mekân bakımından kısıtlı olmasına rağmen- söz konusu deneyimde, Ortaçağ’da Avrupalı patrik ve papaların kurduğu müstebit siyasi yapının ahlâki temeline meydan okumalarını sağlayacak güçlü bir ilham buldular.

Jean-Jacques Rousseau, Montesquieu ve diğerleri bu ilham kaynağından, modern çağın doğuşunun müjdecisi olan demokratik düşüncenin tohumunu aldılar ve onunla Avrupa’nın tarihini ve dünyanın çehresini değiştirdiler.

Bu olgu, halklar için tarihi rüya ve ilhamların önemine işaret ediyor. Raşid hilafet, hicri 38 yılında Sıffin savaşı ile birlikte yıkılmış olmasına rağmen, onun ilham verici etkisi, Müslümanları, Emevi devletinden günümüze gelinceye kadar İslâm âleminin şahit olduğu diğer bütün yönetim şekillerini içten ve samimi bir şekilde kabullenmeyi reddetmeye sevk etti. Tıpkı eski Yunan ve Roma cumhuriyetlerini okuyan Avrupalının, rüyasını gördüğü siyasî idealin ifadesini, patriklik ve papalık yönetiminde bulmayı reddetmeye devam ettiği gibi.

Her ne kadar –Sıffin mirasının kökleşmesinden sonra tedvin edilen- İslâm siyasi fıkhı, pratikte mevcut durumu kabul etse de, bunu teorik ve ahlâki olarak reddetmiş ve reddetmeye de devam etmektedir. Bunun tek sebebi, raşid hilafet rüyasının, ahlakî ve bilinç olarak siyasi zulüm ve istibdatla çelişecek şekilde 14 asırdır kalplerde yerleşmiş olmasıdır.

Bu rüyanın kalplerde devam etmesi, bugünün karanlık sokaklarından, geleceğin aydınlık yollarına geçiş için önemlidir.

Ancak bu tarihi parlak rüya, geleceğin yolunu açmak için tek başına yeterli değildir; mutlaka bu tarihi tabloyu parçalayıp, iç dinamiklerini, imkânlığının sınırlarını, güçlü ve zayıf yönlerini anlamak gerekiyor. İşte bu, raşid hilafet merhalesine bakışta bugün eksikliğini yaşadığımız tarih bilincidir.

Tarihi yazım üslubunda sergilenen yöntem, durağan gayretlerimizin canlandırılmasında faydalı olabilir; ancak bu yöntem, yok edici yöntemsel eksiklikleri de bünyesinde barındırıyor. Bunların en önemlisi, sahabenin hayatını, beşeri tabiatından sıyırıp çıkarıyor olmasıdır: İdeal ve vakıa arasındaki mücadelenin tabiatından, ilkesellik düzeyine yükselme yolundaki psikolojik ve toplumsal kıvranıştan.

Eğer tarihi yorum bu anlamı kaybederse, geçmiş, yaşayan canlı bir tarih olmaktan donuk mukaddes bir tarihe dönüşür. Cesaret verir, ancak tecrübe bahşetmez; gayreti harekete geçirir, ama ibret sunmaz; gerinin kusurunu açığa çıkarır, ancak onları, geçmişe iltihak etmekten ümit kestirir.

Biz burada İslâm siyasi fıkıh ve İslâm siyasi tarih çalışmalarının çok fazla üzerinde yoğunlaşmadığı bir mesele üzerinde yoğunlaşacağız. Bu, raşid hilafetin, raşid bir toplumun ürünü olduğu meselesidir. Ne zamanki toplum rüşdünü kaybetmeye başladı, raşid hilafet de varlığının yakıtını kaybetti ve dayanakları yıkıldı.

Raşid hilafeti inceleyen Müslüman araştırmacılar, bu hilafetin gölgesinde gerçekleşen her şeyi takvanın gücüyle açıklama yoluna gittiler: Nübüvvet metodu üzere olan halifenin takvası. İslâm tarihinin bu yegâne deneyiminde, takvanın gücünün etkisinin bulunduğuna şüphe yoktur. Ancak işin bu tarafı üzerinde yoğunlaşmak, bundan daha önemsiz olmayan, hatta belki de bu siyasi taraftan daha önemli olan diğer tarafın ihmal edilmesine yol açtı. Bu, el-müdafaa (toplumdaki farklı kesimlerin/dinamiklerin birbirini dengelemesi ve istikamet üzerinde tutması) sünneti üzerine kurulan toplumun gücüdür. İşte bu şekilde müslümanın, raşid halifeden gözü kamaşırken, bu halifeyi ortaya çıkaran raşid toplumu unuttu.

Kur’an’ı Kerim, (toplumu) bozulmaktan koruyanın el-müdâfaa olduğunu açıklıyor: “Eğer Allâh, insanların bir kısmıyle diğerlerini savmasaydı (ve lev lâ def’u’llahi), dünyâ bozulurdu.” (Bakara: 251). El-Müdafaa sünnetinin gerçekleşmesi, siyasi, fikri ve toplumsal çoksesliliğin yolunu açmayı ve gücün (iktidarın) ve servetin, barışçı yoldan birbirine çeki düzen verecek ve birbirini düzeltecek birçok toplumsal güç arasında paylaştırılmasını kabul etmeyi gerektirir.

İngiliz filozof Lord Acton’un dediği gibi "iktidar insanı bozar, fakat mutlak iktidar mutlaka bozar."

Siyasi teraziyi düzeltme noktasında, toplumun uyanıklığını ve gücünü korumak, zalime engel olmak ve siyasi icmaya başkaldıranlara müsaade etmemek, sağlıklı her siyasi yapı için gerekli bir iştir.

Çağdaş siyaset filozofları, söz konusu dengelemenin ve istikamet üzerinde tutmanın (el-müdafaa’nın) gerçekleşmesi için, üç erkin (yasama, yürütme ve yargının) birbirinden ayrılması, basın ve düşünce özgürlüğünün sağlanması ve sendikal hayatın varlığını da zaruri görüyorlar.

Raşid hilafet tarihi, bu hilafetin doğduğu toplumsal yapı içinde, toplumun barışçı dengeleme sünnetini gerçekleştirmedeki başarısı yönünden büyük derslere işaret ediyor. Bunun en açık örneklerinden biri, sahabenin iki sembol ismi olan Hz. Ali ve Sa’d bin Ubade’nin ilk halife Hz. Ebu Bekir’e biat etmekten imtina etmesi karşısında, Medine’deki sahabe toplumunun sergilediği tavırdır.

Buhari, Müslim ve İbn-i Hibban, Hz. Ali’nin altı ay boyunca Hz. Ebu Bekir’e biat etmekten imtina etmesi ve sonra da siyasi icmaya katılması (Hz. Ebu Bekir’e biat etmesi) konusunda uzun bir hadis rivayet ediyorlar.

Bu hadisten anlaşılıyor ki, Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’e biat meselesindeki tutumundan dolayı –Müslümanların kalbindeki büyük yerine rağmen- özellikle de Hz. Fatıma’nın vefatından sonra büyük bir yalnızlık yaşamıştı. Hz. Fatıma hayattayken, Hz. Ali üzerindeki toplumsal baskı daha hafifti.

Ne zamanki Hz. Ali cemaatin tercihine döndü, cemaat de kalpleriyle ona döndüler. “Hz. Fatıma hayattayken, Hz. Ali’nin etrafında bazı kimseler vardı. Hz. Fatıma vefat edince onları göremedi. Bunun üzerine Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir ile barışmak ve ona biat etme yoluna gitti. O aylar boyunca ona biat etmedi... O, maruf hale dönünce insanlar ona yaklaştılar.” (Buhari: 1549/4, Müslim: 1380/3, İbn-i Hibban: 153/11).

Burada İbn-i Hacer, Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir’e biat etmesinde toplumun gücünün etkisine işaret ediyor. Hadisin şerhinde şöyle diyor: “Hz. Fatıma hayattayken, Hz. Ali’nin etrafında bazı kimseler vardı sözünün anlamı; insanlar Hz. Fatıma’ya hürmetinden dolayı ona saygı gösteriyorlardı. Hz. Fatıma öldükten sonra Hz. Ali Hz. Ebu Bekir’in yanına gelmemeye devam edince insanlar, onun da insanların içinde bulundukları duruma girmesini istediklerinden, ona gösterdikleri saygıyı kestiler.” (Fethu’l-Bâri, 494/7).

Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir’e biat etme meselesinde sergilediği tavrını iki sebepten değiştirmiştir. Birincisi kalbindeki takva ve iyilik ki, onu hakka dönmeye sevk etmiştir. İkincisi Müslüman toplumun kendisinden yüz çevirmesidir. O zaman toplum, icmaya karşı çıkanı, yeniden saflara döndürme konusundaki hakkını kullanan canlı bir toplumdu.

İşte raşid hilafette toplumun gücü, takvanın gücünden daha önemsiz değildir. Müslümanların kaybettiği ve daha sonra da kendilerinin kaybolduğu, işte bu toplumsal güçtür.

Sa’d bin Ubade ise neredeyse Müslümanların halifeliği için Ensar’dan kendisi için biat alacaktı. Sonra insanlar Sa’d’tan dönüp Hz. Ebu Bekir’e meylettiler. O da bu düşüncesinden vazgeçti.

İbn-i Teymiye, Sa’d’ın durumunu şu şekilde yorumluyor: “Ensar onu emir olarak tayin etmişti. Ve Sa’d’ın nefsinde, beşerin nefsinden geriye ne kalırsa o kaldı.” (Minhâcu’s-Sünne, 536/1).

İmam Zehebi, bunu şu şekilde yorumluyor: “Sa’d kendisine itaat edilen asil bir melikti. Resulullah’ın (SAV) vefat ettiği gün Ensar biat etmek için onun etrafında toplandı... Ta ki Hz. Ebu Bekir ve cemaat gelip onları görüşlerinden çevirdi. Bu, Sa’d için iyi olmadı.” (Siyeru A’lâmi’l-Nubela 1/276).

Sa’d, Hz. Ebu Bekir’e ve ondan sonra da Hz. Ömer’e biat etmeyi reddettiği halde Rabbine intikal etti. Ancak yalnızlığın ve toplumun gücünün baskısı altında Medine’yi terk etmeye mecbur kaldı ve hayatının kalan kısmını uzlet içinde ve siyasi faaliyetlerden uzak bir şekilde Şam’da yaşadı.

Sa’d’ın Medine’den çıkmasının tek sebebi, -ki kendisi Medine’de hâkim kabile olan ve savaşçılıklarıyla tanınan Hazrec kabilesinin efendisidir- benimsediği siyasi konumun toplum tarafından reddedilmesidir.

İşte bu şekilde raşid hilafet döneminde toplumun gücünün etkisini görmüş oluyoruz. Ve anlıyoruz ki raşid hilafet, gücünü yöneticilerine ve bireylerine karşı kullanan raşid bir toplumun ürünüdür. Hatta bu bireyler Hz. Ali ve Sa’d bin Ubade gibi toplumun önderleri konumundaki meşhur kişiler olsalar bile.

Burada şu hususun üzerinde düşünülmesi de yerinde olur: Hem Hz. Ali, hem de Sa’d siyasi konumlarını şiddete ve anarşiye çevirmediler ki, şiddet ve anarşi kabile toplumlarında çok kolay bir iştir. Her biri benimsedikleri konumlarını barışçı bir imtina ile veya sessiz bir uzaklaşma ile -ki bu da onun şer’i bir hakkıdır- ifade ettiler.

Diğer taraftan halife Ebu Bekir de onları kendisine biat etmeye zorlayacak hiçbir yola başvurmadı; aksine meseleyi toplumun gücüne (iktidarına) terk etti. Böylece bireyin vicdanına ve toplumun gücüne olan saygı birlikte gerçekleşti ve bireyden şiddet, toplumdan da zorlama gelmeden ikisi birlikte işledi. Raşid toplumun gerçek alameti de budur.

Siyasi toplumu yıkan en kötü şey, yöneticilerin sergilediği istibdat ve yönetilenlerin sergilediği anarşidir. Biz bugün maalesef bu ikisinden çekiyoruz.

Raşid hilafet rüyası 14 asırdan beri Müslümanların zihinlerindeki yerini koruyor. İstibdat ve bozulmuşluktan kurtulana, bireye ve özgürlüğüne saygı gösteren demokratik topluma ulaşana ve işlerinde barışçı dengeleme (el-müdafaatü’s-silmî) sünnetini esas alana kadar Müslümanlara ilham kaynağı olmaya da devam edecektir. Fakat bugün üzerine çöreklenmiş büyük zulme karşı mücadele etme ve yapısını tehdit eden anarşiye karşı koyma sorumluluğunu taşıyan, uyanık, raşid bir topluma olan ihtiyacımız çok daha büyüktür. Çünkü raşid toplum, raşid hilafet için gerekli bir şarttır ve ondan önce gelir.

Çağımız şartlarında raşid toplumu gerçekleştirmek, fikri, siyasi, hukuki ve sendikal müesseselerin kurulmasıyla olur. Çünkü bu müesseseler yönetime karşı toplumu güçlendirir ve terazinin kefesinin toplumdan yana basmasını sağlar. Böylece toplum kendisini yönetenlere hükmetmeye ve kendi icmasından çıkanları ayıklamaya güç yetirir.

Şimdi raşid hilafeti düşünmeden önce raşid toplumu kurmak için ciddiyetle çalışacak mıyız, yoksa arabayı atın önüne koyup parlak rüyalarımızı ve büyük arzularımızı ağzımızda sakız mı yapacağız?

Çeviren: Halil Kendir

 

Taassubun Yoksulluğu ve Kuru Dindarlık

Biz müslümanlar taklitten yüz çeviren ve içtihattan da aciz olan bir ümmetiz. Mevcut çilemizin sırrı da budur. Bu çıkmazdan kurtulmanın zamanı gelmiştir.
Salı 19.01.2010 - 10:17

Muhammed bin el-Muhtar eş-Şankıti*

İbn-i Recep “Zeyl Tabakati el-Hanabile” isimli eserinde İbn-i Akil’den Bağdat Hanbelilerine yapılan övgüyü naklediyor. Övgüde şu ifadeler de yer alıyor: “Sert mizaçlı bir topluluktu. Ahlâkları ve karakterleri insanlara katılıp karışmaya elvermezdi. Onlara ciddiyet hakimdi. Şaka onlarda az bulunurdu.” Allâme ez-Zehebî “el-Iber fi Haberi Men Ğaber” isimli kitabında Şeyh Abdüssettar el-Mukaddesi hakkında şunu aktarıyor ve diyor ki: “Sünnet ile meşgul oldu. Hasımlarla tartışta ve onları tekfir etti. Eş’ariliğe hücum etti ve onu tecsim ile (mücessime olmakla) itham etti. Sonra Hanbelilere de muhalefet edip terk etti. Onda, iyiliğin ve kuru bir dinin eşlik ettiği çetin ve katı bir ahlâk vardı.”

Yine Zehebi “Siyeru A’lami’n-Nubela” isimli eserinde, Şeyh Ebi Hâtim bin Hâmûs’un “Hanbeli olmayan hiç kimse müslüman değildir” şeklindeki sözlerini değerlendirerek şöyle diyor: “Ebu Hâtim... Sünnet ile meşguldü. Onda kuruluk ve çetin (katı) bir ahlâk vardı.” İbn-i Akil’in Hanbelilerin mizacı hakkında ve Zehebi’nin de el-Mukaddesi ile İbn-i Hâmûs hakkında söyledikleri, bugünkü bazı selefi davetçilerin ve hareket adamlarının en önemli fikrî ve psikolojik özelliklerinin özeti durumundadır:

- Onlar Nebevî sünnetin toplanması ve senetlerini tetkik etmekle meşgullerdi. Allah onlarla bu alanda ümmetin geneline fayda verdi. Onlar daha sonraki asırlarda olduğu gibi nakilde kolaycı davranmadılar. Ancak selefiler naklin meyveleriyle aklın anlayışını birleştirmediler. Bu yüzden onlarda, nakilleri belgelendirme tahlilden, nakiller de fıkıhtan yoksun kaldı. Hatta bazı selefilerin örfünde akıl (akıl, mantık aramak) hakaret kabul edildi ve kendi iradeleri ile akıllarından soyutlandılar. Sanki şair Ömer bin el-Verd’in şu sözünü duymamışlardı: “Akleden kimse deliliğe nasıl koşar.”

- İtikad konularında hırslı tartışmalara dalmışlardı. Bu durum, çağdaş selefiliğin, her hangi bir şer’i gereklilik olmaksızın akaidin ince meselelerine dalmaya düşkün olan kelâm okuluna benzer bir hale dönüştüğüne delil teşkil ediyor. Oysa bu durum, zorlamadan ve teorik oyunlardan uzak bir şekilde sadelik üzerine kurulu olan ve zaruret halleri dışında bu tür ince meselelere dalmaktan uzak duran selefiliğin metodu ile uyuşmuyor.

- Müslümanlardan olan muhaliflerine ateşli bir şekilde saldırıyor ve ihtilafın caiz olduğu bir çok meselede onları tekfir ediyorlar. Şunu söylemek mümkündür: Diğer dinlere mensup olanların sayılarını çoğaltmaya gayret ettikleri bir zamanda, bazı selefiler de müslümanların sayılarını azaltmaya gayret ediyor. Doğal olarak bazı selefi cemaatler çok sayıda sıkıntı ve zorluğu kendisine çekti. Yine muhaliflerine karşı şiddetli davranmaları ve onları tekfir etmeleri sebebiyle ümmet bünyesinde derin yarıklar açtılar. Bu uzaklaştırıcı akıl (anlayış) herhangi bir sınır da tanımıyor. Her geçen gün halkayı daraltıyor ve –bazıları aslında selefi çıkış ve yönelişte olan- yeni grupları “sünnet ve cemaat (es-sünneti ve’l-cemaa)” mefhumunun dışına çıkarıyor. Bu mefhumu, kendileri ile ümmetin geneli arasını ayıran yüksek bir sura dönüştürdüler.

- Son olarak da sempati, şefkât ve duygudan, ruh inceliğinden ve güzellik zevkinden uzak bir şekilde kabalık, katılık ve kuru dindarlık özelliği geliyor. Bu, zorlama ve galip gelme mantığının, ikna etmek ve kazanmak mantığına tercih edildiği bir dindarlıktır. Bazı selefi cemaatler için bu eğilimin tarihi ve toplumsal arka planı bulunuyor. Bazı selefiler için ise bu eğilim, eğitim ve yetiştirilme metodundan kaynaklanıyor. Bu metot, fikri gurur ve kültürel korkuya dayanıyor.

Bu özellikler bütün selefiler veya Hanbeliler için genel değildir. Bunu genelleştirmek haksızlıktan uzak olmaz. Aynı şekilde (Hanbeliler hakkında yapılan) bu değerlendirme diğer dindar tabakalar için bu kötülükten beraat anlamına gelmez; onlar da bundan uzak değillerdir. Burada selefi okuluna değinmekle yetinmemizin sebebi, bu özelliklerin onlardaki baskın özellik olması ve bugünkü dindarlık sahasında selefilerin aşırı etkisinin bulunmasıdır.

Kimlik, Islahı ve Kalkınmayı Öldürürse

Britanya Akademisi ve Oxford Üniversitesi profesörü Abdulhakim Murad, bazı selefilerin sahip olduğu fikri gurur ve küçümsemeyi müşahhaslaştırmışlar ve bunu “taassubun yoksulluğu” (poverty of fanaticism) olarak isimlendirmişlerdir. Biz bunu burada “yetinmek ve geri çekilmek (içine kapanmak) okulu” (medresetü’l-iktifâ ve’l-inkifâ) olarak isimlendiriyoruz. Çünkü taassup, kibir hissinin ve başkalarının kültürüne, ilimlerine ve yaşam modeline ihtiyaç duyulmadığı şeklindeki yanlış bir yeterlilik duygusunun çocuğudur. Kültür tarihinde bilinen bir husustur ki, açılım ve hoşgörü, fikrî ve ruhî zenginlik getirirken, taassup ise fikir yoksulluğuna ve ruhi verimsizliğe sebep olur.

Filozof Claude-Lévi Strauss, yeni bir şey ortaya koymanın ancak iki kültür arasındaki sınırda olabileceği değerlendirmesinde bulunuyor. Filozof Muhammed İkbal, bu değerlendirmeyi İslâmi bir çerçevede şu şekilde ifade ediyor: “İslâm alemi ancak doğulu bir kalp ve batılı bir akılla kalkınabilir.” Kendisini tarihsel kültürünün sınırlarına hapseden herkes, kendini verimsizliğe ve donukluğa mahkum etmiş olur. Bu açılım-kapanım tartışmasının, güç ve zaaf dengesiyle kuvvetli bir ilişkisi vardır. Toplumlar güçlülük dönemlerinde kendine güven, ilmi merak, keşfetme sevgisi ve bilgiye susamışlık eğiliminde iken, zaaf dönemlerinde özgüven zayıflığı, dinî taassup, fikri, etnik ve kültürel çeşitliliği ve çoksesliliği red eden bir eğilim içinde bulunur.

Araplar ve müslümanlar, güçlü ve yükselişte olduğu dönemlerde açılım ve atılım içindeydiler. Dünyayı keşfediyorlar, her toplumdan ve kültürden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. Hatta Hint putperestliği bile, el-Birunî gibi “Hindliler´in Akla Göre Makbul, ya da Makbul Olmayan Sözleri” şeklinde kitap yazacak birini bulmuştur. Günümüzde ise selefilerin, “fikri ve kültürel savaş” gibi sarsılmış ve kendisinden korkan bir kişiliği açığa çıkaran söylemleri dillendirdiklerini görüyoruz.

Kendisine olan güveni kaybetmiş bu kişilik nedeniyle, yüz yıl öncesinden Afgani’nin, Muhammed Abduh’un ve benzerlerinin çağırdığı ıslah ve kalkınma düşüncesi kayboldu. Kimlik düşüncesi ve bunun için duyulan korku, Reşit Rıza’nın ısrarla istediği ve selefilerin karşısına çakarttığı ıslah fikrini öldürdü. Rıdvan es-Seyyid “Siyâsâtü’l-İslâmi’l-Muasır” isimli kitabında, en önemli meselesi kalkınma olan Abduh ve Afgani zamanındaki ıslah okulu ile kimlik üzerine yoğunlaşan yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki İslâm düşüncesi arasında meydana gelen kopmayı gözlemliyor.

Bu yüzden Rıdvan es-Seyyid, Muhammed Abduh’un Reşit Rıza’dan, Reşit Rıza’nın Hasan el-Benna’dan, Hasan el-Benna’nın Seyyid Kutup’tan ve Seyyid Kutup’un da Ömer Abdurrahman’dan önde geldiğini düşünüyor. Reşit Rıza başlangıçta ıslahçıydı, sonra selefiliğe ve içe kapanmacılığa geçiş yaptı. O, iki okul arasındaki geçiş halkasıdır. Bu nedenle Dr. Muhammed Ammara, Reşit Rıza’nın ıslahçılar kategorisine konulmasını reddediyor. Ammara bu noktada isabet ediyor. Çünkü ıslah ve tecdit, yetinmek ve içine kapanmak metoduyla uyuşmuyor.

Krallık Selefiliği ve Kaos Selefiliği

Birkaç yıl önce Teksas Üniversitesi’ndeki Lübnan asıllı bir hocam ile selefilik üzerine konuşurken hocam, üzerinde uzun uzun düşünülmeyi hak eden bir değerlendirmede bulundu ve dedi ki: “Selefilik iki türlüdür: Krallık (monarşi) selefiliği ve kaos (anarşi) selefiliği.” Bu değerlendirme, selefilerdeki metotsal krizin derinliğini çok güzel özetliyor. Selefiler olumlu bir değişim için şu ana kadar kendilerine bir program çizmiş değiller. Ya itaat etme ya da şiddetli bir karşılaşma içine girme eğilimindeler. Allah’a hamd olsun ki, selefiler sadece bu iki akımın içine hapsolmuş değiller. Son dönemde ıslah ve tecdit ruhuna daha yakın olan üçüncü bir akım ortaya çıktı. Bu akım, burada üzerinde yoğunlaştığımız iki aşırı akımın arasında bir yol tutuyor.

Krallık selefiliği, zalim yöneticilerin yaptıklarını meşrulaştırıyor ve halka, onlara boyun eğmeyi ve itaat etmeyi öğütlüyor. Halkı fitneden ve ayrılıktan sakındırıyor... Hatta onların bazı fakihleri, barışçı protestoların bile haram olduğu ve el-Cezire kanalını seyretmenin ilim talebesine yakışmadığı... fetvasını veriyor. Çünkü veliyyü’l-emr bu kanalı sevmiyormuş!!! Kaos selefiliği ise aynı anda yönetime ve topluma baş kaldırıp, özellikleri hakkında açık ve net bir tasavvurları olmayan yeni bir alemin doğacağını umarak, bütün evreni havaya uçurmaya gayret ediyor.

Bütün bunlar iki akmın her şeyde ihtilaf ettiği anlamına gelmiyor; aksine krallık akımı, fikrî ve fıkhî şiddette ve neredeyse muhalifleri kuşatan ateşli söylemde kaos akımıyla ittifak ediyor. Aslında şunu söylemek mümkündür: Kaos selefiliği –amelî gidişatındaki tehlikeyle birlikte- teorik tezleriyle daha uyumlu ve kendi mantığı ile daha az çelişkilidir. Krallık selefiliği ise fikrî şiddet ve ameli boyun eğiş arasında apaçık sırıtan bir çelişki sergiliyor.

İki selefi okul arasındaki mantıksal ilişki ise son derece sağlamdır. Her biri diğerinden hayatta kalma ve gelişip yükselme sebeplerini alıyor. Krallık selefiliği, bugünkü müslüman devletlerde görülen çirkin uygulamaların karşısına dikilen her duruşu, itaatten yüz çevirme ve cemaati parçalama olarak değerlendiriyor. Bu haliyle fıkhî olarak barışçı muhalefet ile silahlı isyanı birbirinden ayırmaktan aciz kalıyor. Dolayısıyla ateşli gençlerin önünde mantığın bulunmadığı şiddetten başka bir yol bırakmıyor. Kaos selefiliği ise ahlâki bir fren ve programlı bir değişim planı olmaksızın sergilediği kör şiddetle, krallık selefiliğinin etkisini güçlendiriyor ve hiç pirim verilmeyecek söylemlerine doğruluk payesi veriyor. Böylece her bir okul diğerinden beslenmiş oluyor.

Taklitten Yüz Çevirme, İçtihattan Aciz Olma

Toplumların hayatlarındaki geçiş süreçleri şiddet ve acıdan uzak olmuyor. Bunu, Fransız devrimi günlerindeki Avrupa tarihinde ve Amerikan devrimi günlerindeki Amerikan tarihinde de görüyoruz. Doğal olarak müslüman toplumlar da bugün yaşamakta olduğu geçiş süreçlerinde maalesef şiddetten uzak kalmıyor. Bu toplumlardaki siyasi tıkanıklık, derin ve kroniktir. Yine bu toplumların yönetim yapısı, meşruiyeti ve icra edilişi alanlarındaki geriliği skandal boyutlardadır. Bütün bunlar pek çok fikrî ve siyasî şiddet modellerine kapı açan sebeplerden biridir.

Bu şiddet –günümüz kaos selefiliğinde olduğu üzere- dini bir elbiseye bürünebildiği gibi, -yirminci yüzyılın sol gruplarında olduğu üzere- seküler bir elbiseye de bürünebiliyor. Ancak derinlemesine bakıldığında bu şiddet, toplumsal bir dönüşüm ve geçiş krizinin bir ifadesi olduğu gibi, İslâm –özellikle de- Arap toplumlarındaki siyasî meşruiyetin yokluğunun belirtilerinden de biridir. Bugün ülkelerimizin muhtaç olduğu şey, âkil kimselerin işlerin dizginini ele alması ve toplumlarımızı mevcut geçiş sürecinden çıkarıp en az bedelle ve en hafif acıyla fikrî, toplumsal ve siyasî esenliğe ulaştırmasıdır.

Fikri ve siyasi şiddet, şer’i bir seçenek olmadığı gibi, diktatörlüğün alternatifi de değildir. Aksine şiddet, diktatörlüğü güçlendirir, ona meşruiyet sağlar ve ömrünü uzatır. Çözüm, iktidarın barışçı yoldan el değiştireceği, insanların özgürce seslerini duyurabileceği, kazanma mantığının ve ikna dilinin, galip gelme mantığına ve zorlama diline üstün geleceği toplumsal ve siyasi bir atmosferin kurulması için örgütlü ve sürekli bir sivil çalışma gerçekleştirmektir.

Bu mesele ise büyük oranda toplumlarımızda gerçek demokrasinin ve seçme hürriyetinin uygulanma seviyesine bağlıdır. Özgür toplumlar, uygar vasıtalarla kendilerini düzeltme imkânına sahiptir. Güçle mahkum edilmiş toplumlarda ise insanlar en basit bahanelerle gücün mantığına sığınırlar. Böylece toplum zalim yöneticinin kılıcı ile yaltakçı dervişin tesbihi arasında mahsur kalır. Ki her ikisi de Muhammed İkbal’in dediği gibi ümmetin ve milletin geleceği için felakettir:

Sessizliğim ne zamana kadar sürecek
Sultan ve derviş bundan çok hoşlanıyor
Bu tesbihi ile ve şu kılıcı ile
Her ikisi de dayandığı şey ile yaşıyor

Biz müslümanlar taklitten yüz çeviren ve içtihattan da aciz olan bir ümmetiz. Mevcut çilemizin sırrı da budur. Bu çıkmazdan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Taklitten yüz çevirmek, izzet ve şeref olup, bundan taviz verilmesi caiz değildir. İçtihattan aciz olmak ise zillet ve düşkünlüktür. Bizde ıslahın, dini devletin sultasından kurtarmak ile başlaması gerekir. Vicdan hürriyeti gerçek ahlâki bağlılığın temelidir. Düşünce hürriyeti ise yeni bir şey ortaya koymanın temelidir.

Özgürlük revaç bulduğunda, insanı özgürleştiren İslâmi ilkeleri, onu bağlayan kelepçeler haline getiren ve İslâm’ın getirdiği müsbet ve yapıcı ruhu, yıkıcı ve yok edici bir içgüdüye dönüştüren sahte dindarlığın foyası ortaya çıkacaktır. Fırsat geçmeden taassubun yoksulluğu ve kuru dindarlıkla karşılaşmanın zamanı gelmiştir.

*Moritanya asıllı Müslüman düşünür ve yazar.



Mezhepçilik batağındaki Iraklılara Çağrı…

Kanaat Önderleri inisiyatif alsın… Kitleler de sokağın sesine değil, kanaat önderlerinin sesine kulak versin… Mezhepçilik Yangınını Masumların Kanıyla Değil, Kanaat Önderlerinin Mürekkebiyle Söndürün!...
Cuma 02.07.2010 - 22:19

Mezhepçilik batağındaki Irak Müslümanlarına Çağrı…

Muhammed bin el Muhtar eş-Şankıti* / TİMETURK

Fitne uykudadır ve Allah, uyandıranı lanetlemiştir. Uyku metaforu, şu anda huzur ve ahengin hüküm sürdüğü beşer topluluklarının dahi tüm katmanlarında mevcut bulunan fitne mayınlarına işaret etmektedir. Bu mayınların fitilini aptallar ve başıbozuk güruhlar ateşlerken akıllı kimseler ve kanaat önderleri habire söndürmeye çalışır. Ötekiler Allah’ın lanetine müstehaktır, berikiler ise Allah’ın bağışlamasını hak etmiş olurlar. Mezhepçilik fitnesi, akıl sesinin gittikçe duyulmaz oluşunun, sağduyu iradesinin zayıflamasının, cehalete teslimiyetin, baskı, ölüm ve cinayet kavramlarının egemenliğini ilan ettiğinin bir göstergesidir.

Mezhepçi fitnenin kendine mahsus mantığı ve fikri özellikleri vardır. Mezhepçilik fitnesinin taşıdığı özellikleri on iki maddede toplayan Tunuslu araştırmacı dostum Hasan bin Hasan kadar konuyu derinlemesine araştıran birine henüz rastgelmedim. Mezhepçilik fitnesini bir tür gece sendromu olarak niteleyen Hasan’ın saydığı oniki özellik şunlar:

1. Vizyon ya yoktur ya da okunaksızdır.
2. İç eleştiri kanalları kapalıdır.
3. Kişiliği donuklaştıran ve ötekini şeytan telakki eden bir fikri mekanizma çalışır.
4. Kan dökmekten çekinmez.
5. Karşıt eleştiriler noktasında ezberlerin olduğu görülür.
6. Zaman algısı farklıdır. Yaşanılan an, geçmişten kaldığı varsayılan hesapların tasfiye alanıdır.
7. Düşünce sistematiğinin yerini tabular alır.
8. Tarih saplantısı, bir fikir bunalımına dönüşmüştür. Eylem, düşüncenin önüne geçmiştir.
9. Taassup yani fanatizm vardır.
10. Gerçek diktatörlük uygulamaları görülür.
11. Akıl gücü, töre otoritesi karşısında dumura uğramıştır.
12. İrade yerine başıboş iradesizlik kimliğe egemen olmuştur.


Abbasi iktidarı zamanında bütün yaralarına rağmen İslam âleminin kalbi olan Bağdat’taki mezhep çatışmalarına dair tutulan günlüklere bakıp bugüne bir çıkarsama yapmak fırsatını yakalamış biri olarak, edindiğim bir kısım izlenimleri kardeşim üstad Hasan’ın detaylandırdığı fikri boyutlarıyla birlikte ele alarak burada özetleyeceğim. Zihinsel ve tarihi imgelerden oluşacak bu bileşim, umarım fitne ve içerdiği yollardan daha ziyade kavrayışımızı derinleştirir.

1. Bağdat’taki mezhep çatışmaları gösteriyor ki, çatışma anlarında şuursuz yığınların işlettiği mantık, âlimlerin ve kanaat önderlerinin mantığına üstün gelmiştir. Bağnaz sokak sözcüleri, dil ile kışkırtmayla yetinmemiş kimi zaman fanatizm içerisinde otoriteyi sarsacak eylemlere kalkışmışlar, dinsel vizyonu, sadece bilek ve silah gücü olarak anlamaktan geri durmamışlardır. Otorite, mezhep çatışmaları esnasında sosyal dengeyi elden kaçıracak kadar zayıflamış, pervasız sokak mantığı, adalet terazini tarumar ederek kendi hükmünü koymuş, ceza alması gerekenler ceza almamış, insanlık duygusu ne hukuk, ne de merhamet tanımaz öfke sunağına kurban edilmiştir.

Şu örneğe bir bakın: “Bağdat çarşılarında şiirler okuyan Rafızi İbn Kuraya’nın evinde sahabeye söven kitaplar bulunduğu öğrenildi. Bunun üzerine eli ve dili kesildi, halk tarafından taşa tutuldu. Nehir yoluyla kaçmaya çalıştı. Üzerine tuğlalar fırlatıldı ve suda boğuldu. Cesedini sudan çıkarıp yaktılar. Sonra Rafızilere karşı bir hareketlenme oldu. Kitapları yakıldı ve öyle baskı gördüler ki Yahudilerin horlanmasına benzer bir tutumla karşılaştılar.” Zehebi, El-İber sh 218/4. Burada sormamız gerek: Acaba Ebu Bekir ve Ömer (r.a), Medineli bir şahsın evinde kendilerine söven kitaplar bulsalar, ne yaparlardı?... Şüphesiz verecekleri karar, hukuk ve merhamet sınırlarını kesinlikle aşmazdı. Tahripkâr intikam içgüdüsünün peşinden koşmazlardı yani.

2. Siyasi hükümet, insanlar arasında adaleti sağlamanın yanında, fikri çekişmede otoritenin taraf tutmamasını sağlamakla yükümlüdür. Herkesin inandığını özgürce ifade edebilme hakkını, hukuk boyutunda garanti etmelidir. Toplumun tümünün hassasiyetlerini gözetmeli, doğru taraf-hatalı taraf ayrımı yapmamalıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğünü askıya almadan, görüşleri doğru-yanlış olarak yargılamadan, fitneyi uyandıracak kışkırtıcı söylemleri bastırmalıdır.

Bir kere inanç konularının detaylarına girilirse, doğru-yanlış değerlendirmeleri tamamen teorik kalır. Bu konuları yasa değil ilim, cebir değil düşünce çözer. Bu konuda salt söylem yoluyla çözüme ulaşılması beklenmemelidir. İnsanların din konusunda farklı yorumlar edinmesi İslam’da hoş görülür, genişlik ve rahmet kapısı olarak telakki edilir. Bu kapıyı daraltmak yakışık almaz. Otoritenin bu konulara cebir yaklaşımıyla müdahil olma hakkı sözkonusu olamaz.

Kadı Yahya bin Eksem’in, Şiiliğe meyletmiş Abbasi halifesi Me’mun’a, toplumsal barışı muhafaza edebilmesi için itikadî konularda tarafsız kalmasını ve otoriteyi işi olmayan konulara girmekten uzak tutmasını salık vermesi takdire şayandır. Tarihçi İbn Tayfur der ki: “Me’mun, Muaviye’ye lanet okunması ve bunun yazılı bir metne dökülüp Yevm-ud Dar’ın yıldönümünde okunması konusunda ısrarcı idi. (Yevm’ud Dar, şiaya göre Peygamberin (sav) Mekke’de aşiretini toplayıp islamı tebliğ ettiği ve Hz. Ali’yi halifesi olarak tayin ettiği gün) Halk bu durumdan ürküntü duyup mesele Yahya bin Eksem’e intikal edince halifeye şunları söylemiştir: Ey müminlerin emiri! Halk, bilhassa Horasan ahalisi bu duruma tahammül göstermez. Sana duyacakları nefretten emin olamazsın. Bu işin sonu nereye varır belli değil. Bana sorarsan, insanları olduğu gibi bırak. Hangi görüşe taraf olduğunu açıkça belli etme. Siyasette en doğru hareket budur. Tedbir açısından da bu, en uygunudur.” Tarihçinin bizzat aktardığı gibi “Me’mun, onun sözünü benimsedi” ve daha sonra yakınlarından birisine: “Muaviye konusunda hata yaptığımı anladım. Bize sunulan görüş, memleketin idaresinde en doğrusu, kamuoyu nezdinde en geçerli olanmış” diye itirafta bulundu. İbn Tayfur, Kitabı Bağdad 54-1.

Memun’un bu konuda kavradığı şer’i ve siyasi hikmeti, kimi Abbasi halifelerinin tam olarak anlayabildiklerini söylemek mümkün değil. Hatta daha sonraki bazı konularda bizzat Memun’un kendisi de öyle. Fikri çekişmelerde tarafsızlıktan uzak kalarak, vahiy gerçekliğine nisbetle noksan beşeri yorumlar olmaktan öteye gitmeyen ve ancak kendilerince doğru olan mezhep ve inançları adına, bir tarafa karşı diğerine destek verip fitneye dâhil oldular.

Mutezile düşüncesinden etkilenen Abbasi halifeleri Memun, Mutasım ve Vasık, Halk-u’l Kur’an meselesinde Hanbeli mezhebine karşı bağnaz bir tavır sergilediler. Hanbelileri, on dokuz sene süren acı bir zulme maruz bıraktılar. Bu zulmün, fakih Ahmed b. Nasr el Huzai’nin Vasık’ın eliyle iğrenç bir şekilde katledilmesi, İmam Ahmed b. Hanbel’in hapsedilmesi ve işkenceye uğraması gibi pek çok örneği vardır. Abbasi halifesi Razi de aynı şekilde Şia eğilimli bir Hanbeli karşıtı idi. İtikadî ve amelî açıdan ağır suçlamalarla dolu bir genel beyanat kaleme alıp onlara okuttu. Sadece suçlamayla da kalmadı, onları tehdit etti ve gözdağı verdi. Beyanatında şunlar yazılıydı: “Müminlerin emiri, gereklerini yerine getirmek üzere Allah’a yemin eder ki, kınanmış mezhebinizden ve sapık yolunuzdan dönmezseniz sizi alabildiğine dövdürür, sürgün eder, öldürür ve kökünüzü kazır. Kılıcıyla sizi boğazlar ve evlerinizi ateşe verir.” İbn’ul Esir: el Kamil 114 /4

Hanbelilere karşı Razi’nin izlediği yolun tam aksine, halife Kadir ve oğlu Kaim, bağnaz bir şekilde Hanbeli taraftarı olarak Eş’arilere, Şiilere ve Mutezileye karşı bir tutum takınmıştır. Kadir, bazı tarihçilerin “Kadir’in itikadı” dedikleri, Hanbeli esaslarına göre bir itikadî beyanat kaleme almış, bu beyanatta her üç gruba da reddiye vermiştir. Kadir, Şiayı tekfir ettiği gibi, Şiayı tekfir etmeyeni de tekfir ediyordu. Otoriteden güç alan tüm bu müdahil tavırlar, düşünce diyaloğuna ve inanç zenginliğine bir taassup gölgesi düşürmüştür. Otoriteyi elinde tutanlar, toplumun tüm katmanlarına karşı adalet ve insaf ölçülerini ilke edinip iktidarlarının sınırlarını bilmiş olsalardı, güzel bir idareden pekâlâ bahsedilebilirdi.

3. Bağdat’taki mezhep çekişmelerinin çoğu, Hanbeliler ile Şiiler arasındaydı. Bugün olduğu gibi geniş kapsamlı bir Şii – Sünni çekişmesi ortada yoktu. Üstelik kimi zaman Eş’ari – Hanbeli çekişmesi, Şii – Hanbeli çekişmesinden daha ileri boyuta gidebiliyordu. İki taraf arasındaki çekişme, karşıt görüştekini camiye sokmama derecesine varabiliyordu.

İbn’ul Cevzi’nin bu konudaki satırları şöyledir: “Hanbelilerle eş’ariler arasındaki fitne öyle büyüdü ki, eş’ariler, hanbelilerin korkusundan cuma namazlarını geç kılmaya başladılar. El Muntazam 163/8. Bu da ibn Kesir’den: Hanbeliler öyle güçlendiler ki, bir Eş’arinin cumaya ve cemaate gelmesi imkansız hale geldi. El bidaye ve’n nihaye. 66/12. Hanbeliler, büyük müfessir, allame ibn Cerir Taberi’ye karşı öyle bağnaz bir tavır içindeydiler ki, evini kuşatma altına alarak yanına kimsenin girmesine izin vermiyorlardı. Zehebi. Siyer-i A’lam’un Nubela. 272/14. Vefat ettiği zaman da kabre defnedilmesine engel oldular. Defni için kimseye izin verilmedi ve evine defnedildi.” Hatib Bağdadi. Tarihu Bağdad. 553/2. Taberi’nin başına gelenler daha sonra Mısır ve Şam’da ibn Teymiyye’nin başına geldi. O da selefi – Hanbeli itikadı nedeniyle bağnaz Eş’arilerin elinde zulümlerden zulüm beğendi.

Bağdat’taki mezhep çekişmesi, şehir ahalisinin tümünü kapsamıyordu. Çıkan olaylardan da anlaşıldığı gibi, şehrin batı yakasında sakinlerinin çoğunluğu şii olan Kerh semti ile doğu yakasına düşen ve sakinlerinin çoğunluğunu Hanbelilerin oluşturduğu Basra Kapısı semti arasında geçiyordu kavga. Tarih kitapları, 2004 ve 2005 yıllarında Bağdat’ın yaşadığı karanlık ve kanlı günleri hatırlatan bu iki komşu grup arasındaki çatışmalarla dolup taşmaktadır. Bu çatışmalarda yapılan bazı eylemler:

- Mescitlere baskın yapmak. Şii Berasa mescidi, tekrarlanan bu baskınlara en çok maruz kalan mescittir.
- Türbeleri yıkmak, ziyaretçilerini engellemek ve onlarla çoğu kez ölümle biten sert çatışmalara girmek.
- Mezhep cinayetlerine kurban gitmemek için batı yakada oturanların doğuya, doğu yakadakilerin batıya göç etmesi.
- Bir taraf eliyle, karşıt tarafa giden nehir suyunun engellenmesi. “Kerh semti sakinleri, Dicle suyundan mahrum bırakıldı ve zor duruma düştüler.” İbn Kesir. El Bidaye. 36/12
- Dükkanların ve evlerin yakılarak genel hayatın sekteye uğratılması ve bölge sakinlerinin sıkıntıya düşürülmesi.
- Karşı semtten gelecek saldırılara karşı korunma amacıyla semtlerin surlarla çevirilmesi.

4. Bu tarihi arka plana bakarak körfez bölgesindeki mezhepçilik endişesinin sebeplerinden birinin, aynen 5. ve 6. hicri yüzyıllarda Bağdat’taki Kerh ve Basra Kapısı semtlerinde olduğu gibi bir yakada Şii, diğer yakada Hanbeli nüfusun varlığı olduğu söylenebilir. (Bakınız, İran ve Suudi Arabistan) Körfez bölgesinin kötü talihine bakın ki, İslam tarihi boyunca aralarında en şiddetli geçimsizlik ve nefret ilişkisi bulunan mezhepler bu ikisi olmuştur. Bu yüzden bugün, her iki mezhebin önde gelenleri, bütün bir ümmeti yıkıcı sonuçlar doğuran çekişmelerine taraf olarak çekme yerine aralarındaki karanlık geçmişi geride bırakma yolunda büyük bir tarihi ve ahlaki sorumluluk taşımaktadırlar.

Bugün mezhepçilik duygusunu genişletme yolunda etken yeni bir unsurun varlığı beliriyor. Sünni ve şii tüm düşünceler yeni yüzyılda köklü dönüşümlere tanık oldu ve aralarındaki ayrılık daha derinleşti. Tüm Sünnilerin itikadî düşüncesi olarak Hanbelilik öne çıktı. Bu meyanda, tek seslilik ve muhalif olanı bastırma trendi yükseldi. Oysa Ehl-i Sünnet ve’l cemaat mezhebi, geçmişte geniş bir yelpazede, Müslümanların çoğunluğunu kapsayan itikadî, fıkhî birçok mezhep ve görüşün bir bileşimi olarak anılmaktaydı.

Buna mukabil karşı tarafta da şii siyasi düşüncesinin temsilcisi İsmailiyye yeni yüzyılda devrini tamamladı. İmamiyye Şiası, geçmişte Fatımi devleti gibi devletler kuran İsmailiyye Şiasının peşine düşmüş giderken siyaseten aktif bir rol oynamaya başladı. Geçmişte İmamiye düşüncesine egemen olan gözden kaybolan imamı bekleyiş, durağanlığı öngörüyor ve siyasi açıdan olumsuz yansımalara yol açıyordu. Selefi tek sesliliğin Sünni düşünceyi etkisi altına alması ve İmamiye Şiasının düşünce dokusuna siyasi dinamiklerin dâhil olması, bugün yaşadığımız trajik çatışmanın en önemli sebebidir.

Son olarak, mezhepçilik fitnesi, kaçınılmaz, doğal bir süreç değildir. İslam’ın temelini attığı din ve mezhep çoğulculuğuna uygun toplumsal alan inşa etmeyi beceremeyen düşünce ve siyaset vizyonumuzun yetersizliğinin bir sonucudur. Pek çok toplum, bu sorunu çoktan aşmış bulunmaktadır. En başta ihtiyaç duyduğumuz konu ise aklın hayattaki rolüne geri dönmesini sağlamak ve kendimizi tüketmeye bir son vermek olacaktır. Gazali, Batıniliğin Faciaları’nı ümmetin Batınilik yüzünden sarsılıp dengesini yitirdiği bir zamanda kaleme almıştı. Biz de bugün toplumsal dokumuzu kemiren ve paramparça eden Mezhepçiliğin Facialarını ve aynı zamanda dini ve tarihsel perspektifi yorumlarken akıl hazımsızlığı hastalığına düçar olmuş yüzeysel Zahiri Anlayış Facialarını keşfetmek durumundayız.

Kısır çekişmelere düşmekten ve birbirini eleştirmeye sevkeden mezhepçi didişmelerden uzak kalmanın yolu, Ehli Sünnetin, Sünni gelenekteki; Şia’nın da Şii gelenekteki olumsuz yönleri eleştirebilmesi olacaktır.

Şu an bağnaz bir şekilde kendi mezhebini haklı çıkarıp diğerini çürütmek için delil getirecek kimselere ihtiyacımız yok. Tutuculuk ve bağnazlık ne bir ihtiyaç, ne de bir hak konusu olamaz. Bugün mezhepçi mantığın bizzat kendisini ortadan kaldıracak, sahteliğini ve tutarsızlığını, İslam ve insaniyet ölçülerine uzaklığını gösterecek kimselere muhtacız. Şu hadisin anlamını idrak edecek kimselere ihtiyaç var. “Sünnetin terki demek, cemaatten ayrılmaktır.” Müsnedi Ahmed. Hadis 7129. Hakim. Müstedrek. Hadis 412. Beyheki. Şuabul iman. Hadis 3620. Hadisi Hakim ve Ahmet Şakir sahihlemiştir.

Kısaca biz, fitne ateşinin masumların kanıyla değil, kanaat önderlerinin mürekkebiyle söndürülmesine muhtacız.

Basiret zayıflığından olsa gerek, fikri ya da maddi yardım talebimiz olduğunda mezhepçi fitneye taraf olan çevrelere yöneliyor çoğumuz Irak’ta. Din ve akıl bize arabulucu olmamızı, yaraları sarmamızı, birbiriyle savaşan kardeşleri iyilik, adalet ve farklılıklara hoşgörü adına bir araya getirmemizi buyuruyor.

Leyla Irak’ta hastalanınca Mecnun sadece Leylasına değil, tüm Iraklı hastalara şifa dilemiş ve şöyle seslenmiş:

Allah Irak’taki hastalara şifa versin ki ben
Irak’taki tüm hastalara karşı şefkatliyimdir.

Acaba içimizden mezhepçilik fitnesiyle hasta düşmüş Iraklı kardeşlerinin hepsine şefkat gösterecek birisi çıkacak mı? Yoksa şair Mecnun hepimiz adına bunu yapmış mı oldu?

*Moritanyalı düşünür ve yazar.

Bu makale Süleyman Şahin tarafından Timeturk.com için tercüme edilmiştir.


Araplar ve İran... Düşmanın Tarifi Sorunu

Amerika'ya taparcasına bir bağla bağlı olan bazı Arap liderler, İran’ın Arap bölgesinde temel tehlike olduğu hususunda ısrar etmektedir.
Çarşamba 24.02.2010 - 03:34

Muhammed bin el-Muhtar eş-ŞANKITİ / TİMETURK

Mantıkçılar “asıl” kavramını şöyle tanımlarlar; aşikâr bir şeyi açıklamak sorunu/problemi artırır. Ancak değerlerin değişiminde ve denge unsurlarının kırılma anlarında bilinenin tanımlanmasına ve aşikâr olanın açıklanmasına ihtiyaç duyulur. Bugün Arapların ve Müslümanların gerçeğinde İsrail’in düşman, Amerika’nın da bu düşmanın destekçisi olduğundan daha net bir şey yoktur. İran ve Arap Dünyasını çevreleyen diğer ülkeler, her ne kadar Araplarla durum çıkarları uyuşmasa, mezhebi kökenleri farklılık gösterse de düşman değildir.

Ancak Amerika’ya taparcasına bir bağla bağlı olan bazı Arap liderler, İran’ın Arap bölgesinde temel tehlike olduğu hususunda ısrar etmektedir. Bu konuda Arapların ve Farsların birbirleri hakkında taşıdıkları olumsuz önyargı mirası, Arap halkının büyük kesiminde görülen aşırı siyasi bilinçsizlik ve propaganda, ritim tutma mesleğini yürüten İsraillilerin teşvikleri de kendilerine yardımcı olmaktadır.

Netanyahu, Washington’u son ziyaretinde Amerikan İsrail Halk İlişkileri Komitesi (AIPAC) önünde yaptığı açıklamada şöyle dedi; “Hayatımda ilk defa şunu söyleyebilirim ki, Araplar ve İsrailliler bugün ortak düşmanlarıyla karşı karşıyadır”. (İran’ı kastediyor)

Eliot Abram da eklemede bulunarak The Wall Street Journal Gazetesi’nde kışkırtıcı ve belirleyici mahiyette şunları yazdı; “Ortadoğu’da tehlikeli bir çatışma bulunmaktadır. Ancak bu çatışma İsrailliler ve Filistin arasında değil, aralarında Mısır, Suudi Arabistan, Filistin yönetimi, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri bulunan müttefiklerimiz ile İran, Katar, Suriye, Hizbullah ve Filistinli bölücü gruplar arasındadır.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki Eliot Abram yeni muhafazakârlar (Neo-conlar) olarak bilinen Yahudi aktivist aydınlardan biridir.

Yukardan Bakma Anlayışı

Arap-İran ilişkilerindeki gerginlik sadece siyasi değildir. Aksine bu gerginlik derin kültürel ve ırksal boyutlardadır. Arap ve Farslardan her iki tarafın kültürleri de, iki halk arasındaki ilişkilerin temeli olması gereken İslami kardeşlikten uzak; karşı tarafa yönelik bazı olumsuz önyargılar kapsamaktadır.

Araplardan çoğu Farslara yukardan bakmaktadır. Arapça sözlükte Farsların “acem” diye isimlendirilmesi hor görme manasını kapsamaktadır. Kelimenin türev anlamı ise hayvanlık ve bitkinlik arasındadır. “Acum” kelimesinin manası dilde tutukluktur. Ucema ise hayvan demektir. Farslar da kendilerini “Beni Ahrar” olarak isimlendirirken –Beşşar bin Berd’in şiirinde gördüğümüz gibi- Arapları, eski Araplarda köle manasında kullanılan ‘mevali’ kelimesiyle isimlendirmektedir.

Arap Edebiyatı ve haberleri, Farslar hakkında olumsuz önyargı ve onlara karşı üstten bakış içeren hikâyelerle dolmuştur. Bunun örneklerini mesela Müberred’in “Kamil” isimli, İbn Kuteybe’nin “Uyunu’l Ahbar” ve diğer kitaplarda bulmaktayız. İlginçtir, Kureyşten Nafi bin Cubeyr, bir cenaze gördüğünde ya da yanından geçtiğinde, cenazenin bir Kureyşliye ait olduğu söylendiğinde; “Allah’ım o benim kavmimden”, Arap derlerse; “Allah’ım o yiğittir”, mevali ya da acem geçiyor denirse; “Allah’ım onlar senin kulun, istediğini alır, istediğini bırakırsın” derdi.

Beni el-Hecim kabilesinin zahitlerinden biri; “Allah’ım Araplara mağfiret et, Acem’e gelince onlar senin kulların, işleri sana kalmıştır” derdi. El- Asmai, bir Arabın bir diğer Araba şöyle dediğini aktarır; “Bu acemlerin cennette bizim kadınlarımızla evleneceklerini düşünebiliyor musun? Diğeri şöyle der; “Sanırım öyle olacak, vallahi bu Salih bir ameldir”. Arap şöyle der; “vallahi bunu yapmadan önce boyunlarımızı ezmeleri lazım”. El Asmai kendisi şöyle der; “üç kişi hakkında gerçek ortaya çıkıncaya kadar alçaklıkla hükmedilir: “Birincisi, bir toplantıda kendisinden şarap kokusu gelen adam, ikincisi Mısır’da bir Arabın Farsça konuştuğunu işittiğinde ve son olarak da yol üzerinden kaderi tartışandan.” Irki üstünlüğün bir insanı sırf kendi dilini konuşuyor diye alçaklıkla suçlamanın ne boyutlara vardığına bir bakın!

Farslara karşı bugün bile bazı Araplarda gördüğümüz bu üstün görme zihniyetinin yanında bazı Farslarda da Araplara karşı intikamcı bir anlayış bulmaktayız. Fars Edebiyatı’nda en büyük epik şiir sayılan Şahname’nin yazarı Firdevsi, Araplara karşı derin bir hor görmeyi ifade etmekte, İran’daki İslami Fetih için de şöyle demektedir; “Araplar işi, deve sütü içip ve kertenkele eti yemekten Pers krallarının taçlarına tamah etmeye kadar vardırdılar. Yazıklar olsun sana dönen zaman”.

Arapça yazan bazı Fars şairleri de Farsça yazan Firdevsi’den farklı değildir. Aksine kullanılan kalıplar arasında müthiş benzerlik görülmektedir. Abbasiler döneminde yaşamış Fars Şu’ubi şairlerinden Ebû İshâk el-Mutvikilî’nin Araplara hitaben şu sözünü okuyun:

Cem’in soyundan gelen şerefli kimselerin oğluyum
ve Acem hükümdarlarının mirasına sahibim…
Sularını ve topraklarını derhal geri istiyorum
Kim hakkında vazgeçerse geçsin ben geçmeyeceğim
Koyunlarınızı gütmek ve kertele yemek için
Artık Hicaz’daki topraklarınıza geri dönün…


Yine Fars asıllı şair Beşşar bin Burd ise;

Ey çoban annenin ve çoban babanın oğlu,
Hür insanların çocuklarıyla övünme yarışına giriyorsun? Zarar ve yenilme bakımından bu sana yeter...
Sen, temiz suya susadığın zaman, havuzda köpekle ortaklaşa su içmekteydin.
Sen, kızartılmış pislik böceğinin başını diş ucuyla kırarak yersin.
Yemeye alışkın olmadığın için bu beldelerin kekliğine önem vermezsin.


Fars edebiyatında Araplar hakkındaki olumsuz önyargı, Amerikalı araştırmacı Joya Blondel’in “Yeni Fars Edebiyatı’nda Arapların İmajı” isimli kitabında ayrıntılarıyla açıkladığı gibi hala mevcut. Buna mukabil bazı Arap milliyetçiler ve Selefi İslamcılar bugün, Farslıları korkaklık, iki yüzlülük, pornografi ve hatta Mecusilikle suçlamaktadır.

Görünen o ki fotoğraf siyah-beyaz değil aksine karma ve renkli bir resim. Buna rağmen bazı Arabların kitaplarında İranlılar yönünde ve bazı İranlıların kitaplarında da Araplar yönünde oldukça olumlu bir imaj bulunmaktadır. Örneğin ünlü seyyah İbn Batuta bir gezisinde İran’ın Şiraz Şehri sakinlerini “güzel görüntülü ve temiz elbiseli” diye vasfetmektedir. Ayrıca şöyle demektedir ; “Şiraz ehli; özellikle de kadınları saliha, din ve iffet ehlidir. Onlar çarşaf giyerler, her tarafları örtülüdür, yüzlerine de peçe takarlar ve hiçbir yerleri görünmez. Ayrıca sadaka verir, diğer ihtiyaç sahiplerini kendilerinden önde tutarlar. Yeryüzünde Kur’an’ı Şiraz ehlinden daha güzel okuyan kimse yoktur.”

Diğer yandan Ömer el-Hayyam, Sadi eş-Şirazi, Hafız eş-Şirazi, Celaleddin er-Rumi gibi İran’ın en büyük şairlerinden bazılarının Araplara tutkun olduklarını ve onlardan aşırı bahsettiklerini görmekteyiz.

20. yüzyılın başında ve ortasında iki taraf arasında derin bir ihtimam ve zengin kültür değişimi söz konusuydu. Bunu Mısır edebiyatındaki önemli isimlerden Abdulvahhab Azam, Ahmet Rami, İbrahim Dasuki Şeta ve diğerlerinin Fars şiiri eksenindeki çalışmaları inceleme ve tercümelerinde bulmaktayız. Aynı şekilde İranlı İslamcıların Arapça yayınlanan İslami düşünceye önem verdiklerini de görmekteyiz. Şu anki İran Cumhuriyeti mürşidi Ayetullah Ali Hameney’in Seyyid Kutub’un “Kur’an’ın Gölgesinde” isimli kitabını Farsça’ya çevirdiğini bilmemiz bile yeterlidir. Ayrıca İran eski Devlet Başkanı Muhammed Hatemi’nin danışmanı Dr. Ali Nuri Zade de çağdaş Arap şairlerinin en önemli çalışmalarını Farsça’ya çevirmiştir. Ancak bu iletişim Irak-İran savaşının başlangıcı ve tekfirci akımların tırmanışı ve Amerika’nın bölgeye nüfuzunun artmasıyla başlayan yabancılaşma sonucunda ölmüştür.

Düşman Oluşturma ve Felaketi Çağırma Mantığı

Bu arada son zamanlarda yayınlanan bazı stratejik incelemelerde İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine saldırma ihtimalinden, İran-Amerika ve İran-Arap ilişkilerinden bahsedildi. Burada önemine binaen 4 önemli araştırmayı aktarıyorum;

- “Study on a Possible Israeli Strike on Iran’s Nuclear Development Facilities / İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini vurma ihtimali hakkında bir inceleme”. Bu araştırma 114 sayfadan oluşup Washington’daki Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi tarafından hazırlanmıştır.
- “Israel and a Nuclear Iran / İsrail ve Nükleer İran”. Bu çalışma da 96 sayfa olup Tel Aviv’deki Stratejik İncelemeler Merkezi Jaffee’den Ephraim Kam editörlüğünde İsrailli bir grup yazar tarafından hazırlanmıştır.

- “Saudi-Iranian Relations since the Fall of Saddam / Saddam’ın Düşüşünden Bugüne Suudi Arabistan-İran İlişkileri”. 158 sayfalık bu incelemeyi Amerikan Rand Kurumu hazırlamıştır.

- “Dangerous but not Omnipotent: Exploring the Reach and Limitations of Iranian Power in the Middle East / Tehlikeli Ancak Güç Yetiremez: Ortadoğu’da İran Gücünün Boyutlarının ve Sınırlarının Ortaya Konması”. 233 sayfalık bu inceleme de Rand Kurumu tarafından hazırlanmıştır.

Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi “Center for Strategic and International Studies” (CSIS)’nin araştırması bunlar içinde en önemlisi olarak görülmekte. Çünkü bu araştırma, İsrail’in İran’ın nükleer tesislerini vurma ihtimali üzerinde duran resimler ve haritalarla desteklenmiş ayrıntılı bir askeri çalışmadır. Bu araştırmada, Arap-İran ilişkileri açısından en önemli ve tehlikeli nokta, kitabın iki yazarının, İsrail’in İran Buşehr nükleer reaktörünü vurmasının etkilerinden bahsetmeleridir.

İki araştırmacı, Buşehr reaktörünün vurulmasının, reaktöre yakın oturan binlerce kişinin hemen öleceğini, sonra da radyoaktif sızıntı sınırı dâhilinde yaşayan yüz binlercesinin kansere yakalanacağını açıkladı. Bu ölümcül daire de kesin olarak Bahreyn, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni kapsamaktadır.

Okuyucu bu araştırmadan ve ortaya çıkardığı korkunç felaket sonuçlardan şaşkınlık içinde kalmaktadır; bazı Arap liderler, İsrail ve Amerika’nın İran’ı vurmasını teşvik ederken nasıl da insani duygularını, siyasi basiretlerini kaybetmiştir! Bu liderler yüz binlerce İranlı masuma karşı İslami ya da insani bir duygu beslemiyorsa bile radyoaktif sızıntının etkisi altında kalacak İran’a komşu Arap halkına karşı da mı milliyetçi-ulusal duygu beslememektedirler?

Son dönemde yayınlanan bu stratejik araştırma “Ilımlı Arap Kampı” ismi verilen liderlerde geri kafalılık bulunduğuna ve stratejik hislerinin zayıf olduğuna işaret etmektedir. Bu dört inceleme, İran’ın nükleer programının şişenin dar boğazından çıktığı ve artık durdurulamaz olduğu, artık Amerika ve İsrail için İran’ı şu andan itibaren nükleer bir devlet olarak kabul etmenin en doğru karar olacağı sonucuna vardı. İsrailli araştırma da hem vaktin hem de uluslararası koşulların İran’ın lehine olduğunu ortaya koydu.

Rand kurumunun araştırmalarına gelince, Amerika’nın İran’ı bastırmak için Arap müttefik halkası oluşturmaya çalışmasının bir işe yaramayacağını ortaya koydu. Belki de bu Arap siyasetinden bazılarının paniğe kapılmalarının ardındaki sırdı. Bu şahıslar, zaten kendilerinin başka bir değeri olmadığını düşünmekte iken Amerikan stratejisine hizmette vazifelerinin kıymetinin iyice azaldığını hissetti.

Amerikalı Liderlere Nasihatler

Rand ve Stratejik ve Uluslararası Etütler Merkezi (CSIS)’nin olmak üzere iki Amerikan kurumundan yayınlanan 3 araştırma Amerikalı liderlere şu nasihatlerde bulunmaktadır:

• İranla şu andan itibaren pervasızca saldırı mantığıyla değil caydırıcı ve kontrol mantığıyla muamele edin. Aksi takdirde çatışmanın sonucu aralarında Amerika ve İsrail de olmak üzere her taraf için bir felaket olacaktır.

• Bölgede İran’ı da kapsar şekilde bölgesel sistemin geliştirilmesi. Bu da Arap devletlerini istese de istemese de İran’ı körfez bölgesi sisteminin kurallarının bir parçası olduğunu kabul etmeye itmektedir.

• İran’ın bölgedeki çıkarlarının ve beklentilerinin gözetilmesi. Bunların arasında da stratejik olarak şu anda etkileyen değil etkilenen konumda olan Arap bölgesinde kendisine nüfuzdan pay verilmesi gelmektedir.

Öte yandan, İsrail’de yapılan araştırmada ise şu andaki İbrani devletinde ipleri ellerinde bulunduran radikal sağcı liderlere, İsrail’e ulaşması mümkün nükleer silah donanımlı İran’la anlaşmak için aklen ve pratik olarak kendilerini şimdiden hazırlama tavsiyesinde bulunmaktadır. Ayrıca İran tehlikesi varlığı çerçevesinde propaganda yapmak ve tırmanışa sebep olacak bir dil kullanmaktan kaçınmasını, onunla beraber yaşamanın yollarını aramasını, nükleer karşılaşmanın önünde bir set oluşturacak vasıta olarak Filistin meselesini hemen çözmesini tavsiye ediyor.

İran’ın Nükleer Gücü Araplar İçin Avantaj Olabilir

Arap-İran ilişkileri, Dr. Ali Nurizade’nin de betimlediği gibi “sevgi ve nefret”in karışık olduğu garip bir ilişkidir. Körfez’de yaşayan Araplar, İran’a coğrafi olarak en yakın insanlar olsalar da kültürel açıdan en uzak olanlarıdır. Bunu hala bazı Arap Körfez ülkelerinde İranlıları tanımlamak için kullanılan Acem manasındaki “Aymi” (İranlı olduğu halde Körfez ülkeleri vatandaşlığı taşıyan kimseler için kullanılan özel kelime) kelimesinden de anlamak mümkündür.

Şüphesiz tüm kültürlerde olumsuz önyargı görüntüleri mevcuttur. Ancak bilinçli ülkeler bu kötü imajları parçalamakta ve önyargıları kaldırarak bir toplumun gelecekte zalim ya da mazlum geçmişe bağımlı kalmasını engellemeye çalışmaktadır. Bugün bir Afrikalı bir zencinin Amerika’yı yönetiyor olması bize örnek olarak yeter artar bile… Halbuki, Amerikalılar, geçmiş yüzyıllarda zencilerin evrim sürecini tamamlayıp tamamlamadıklarını ya da insan ve maymun karışımı bir nesilden geldiklerini tartışmaktaydı.

İran’ın elinde nükleer silah bulunması, İsrail-Amerika perdesinin Arap karar yapıcıların gözlerinin üzerinden kalkması şartıyla tüm Müslümanlar için övünç, Araplar için izzet kaynağı, stratejik konumlarının bekçisi ve Siyonist güç tarafından haklarının ihlaline karşı koruyucusu, uluslar arası destekçisi olabilir.

Araplar için İran’ın nükleer silah sahibi olmasının önemine delil olarak, Tel Aviv Üniversitesi’ndeki İran Araştırmalar Merkezi’nin yaptığı ve sonuçlarını 01.01.2009 tarihinde İsrail’in Ha’aretz gazetesi’nin yayınladığı anket yeterlidir. Bu ankete göre, İran nükleer silah sahibi olduğunu ilan ettiği takdirde İsraillilerin dörtte biri İsrail’den göç etmeyi düşünmekte…

Suriye İran’la müttefik görünmektedir. Katar da İran’a karşı olumlu tarafsızlığını sürdürmektedir. Sadece bu iki Arap ülkesinin liderleri bölgedeki yeni siyasi ölçüleri kavramış durumdadır. Ancak diğer Arap liderler, halklarının gidişatı için bir plan kurmak yerine kendi nefisleri için düşünmekten dahi aciz görünmektedir.

Netanyahu’dan dost ve düşman tarifi için ders bekleyenlere yazıklar olsun!

*Moritanya asıllı Müslüman düşünür ve yazar.

Bu makale Defne Bayrak tarafından www.timeturk.com için tercüme edilmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası