Fıkıh Toplumu ve Hareket Fıkhı  I-II
Murat Aydoğdu/ Haksöz

TANIM ve İÇERİK
“Fıkıh, ayırma bölme yoluyla veya bir aralık, boşluk ya da gedik meydana getirmek maksadıyla bir şeyi açmaktır” (Lexicon)
Fıkıh sahip olunan bilgiyi görme, açıklama gibi duyusal verilerle analiz ederek (çözümleyerek) kavrayış ve algıya dönüştürür. Günümüz dilinde anlayış olarak kullanılır.
Gazali duyulan bir haberin tahlili (analizi) ile zannı ilmi, bilgiyi fıkhetmeye dönüştürür.
“Haberi işiten bir kimsenin haberin doğruluğuna inanması için karineler gereklidir. Delillerin bir araya gelmesi ile ilim oluşur. Delillerin anlaşılması ise birtakım tesirler ve işaretlerle tezahür eder. Örneğin babası ölen bir çocuğun evinden boynu bükük, yalınayak, üstü başı perişan ve dövünerek çıkması alınan haberin karinesi’dir.” (Gazali, el Musatasfa)
Delilleri bilmek, özüne inmek ve açıklama fıkhın tamamlayıcı öğeleridir. Sadece dil bilimsel olarak kelime, özüne inme anlamlı “fehm/belletme”, illetleri (İllet: mana, nitelik, alamet, gösterge ve sebeplerde benzerlik) bilme ve açıklama ile bütünleşince “fıkıh” oluşur.
“Fıkıh kitaplarının en az üçte biri dilbilim üzerinedir.” (M. Abid Cabiri)
“Derhal onu Süleyman’a bellettik (fehm).” 21/79
Allah, Elçisi Süleyman’a (a) doğanın, hayvanların ve cinlerin dillerini anlama kabiliyeti vermiştir.
“Yedi gök, yer ve onların içinde kim varsa O’nu tesbih eder. O’na hamd ederek, tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız/fıkıh.” 17/44
Ayrıca son zamanlarda fıkhetmenin amaçlarından biri olan “maslahat” kavramı da çıkarcılık anlamı yüklenerek küçümsenmeye başlanmıştır. Maslahat ilkelerin, kaynakların algılanması ve pratiğidir. Maslahat; muslihlerin amelidir, salihat olmadan neyi nasıl değerlendiriyoruz?
“Allah’ın hükümlerini illete bağlı görenler, illetin insana bir fayda kazandırmaya ve bir zararı kendisinden uzaklaştırmaya sebep olan vasıf olduğunu söylerler.” (Fahreddin Razi)
“Fıkıhtaki hükümlerin illetleri akıl ile idrak edilen maslahatlardadır.” (İbn-i Cinne)
Fıkıh, gelenek ve yenileşme üçlüsünün karşılıklı ilişki ve etkileşimidir. Fıkıhta kıyas illete, illet de maslâhata dayanmaktadır.” (Hayrettin Karaman)
“Allah düzeltenden (muslih), bozanı (müfsid) ayırt etmesini bilir.” 2/220
“Halkı, ıslah eden (muslih) kimseler iken, senin Rabbin o ülkeleri zulm ile helak edecek değildi.” 11/117
Kuran’da “fikir/tefekkür” ve “temenni/arzulamak” kelimelerinin olumlu ya da olumsuz kullanıldığı örneklere karşılık, “akıl” kelimesinde olduğu gibi “fıkıh” kavramı da Kur’an’da tamamen olumlu anlamlarda kullanılır. Tefekkür ve temenni tutarlı ve eylemsel zeminde oluştuğunda fıkıh oluşur. Fıkıh yoksunu tefekkür ve temenni de kuruntudan başka bir şey değildir.
“Şeytan onlara vaat eder, onları boş kuruntu (temenni) ve uzun emellerle oyalar şeytanın onlara vaat ettiği sadece aldatmadır/seraptır.” 4/120
“Onu sarp bir yokuşa süreceğim. Çünkü o düşündü (tefekkür) ve karar verdi. Kahrolası nasıl da karar verdi.” 74/18
“Düşünce ve kıyasların yollarını aydınlatmak aynıdır. Mantığın aklın delillerine göre durumu, aruzun şiire, Nahivin (dil bilgisinin) cümle yapısına göre durumu gibidir. Kim mantığı, fikri meselelerde mizan ve ölçü olarak benimsemezse, ölçüyü kaçırmış, ziyan veren kişi olmuştur. Fıkıh konusundaki araştırmalar da, akli konulardaki araştırmalardaki düzen, şartlar ve ölçüler açısından aynıdır, fark sadece öncüllerin kaynakları açısındandır.” (El-Gazali, Miyaru’l-ilm)
Fıkıh aklın da tamamlayıcısı ve zemini, bir açıdan ön koşulu ve tamamlayıcısıdır. Fıkıh bir kararın verilmesinde sistematik “Bilgi kullanma melekesidir”. Bu anlamı ile fıkıh taklit kabul etmez. “Akıl” doğru olanı görme ve ona tabi olan, var ya da yok olarak tanımlanan bir kavramdır. Fıkıh ise varlık yokluk anlamından daha öte, kemiyet (çokluk/azlık) gibi geliştirilebilir ya da gerileyebilen özelliğe sahiptir. Akli/doğru bir sonuca varmak için iyi bir fıkhetme gerekliliği kuşkusuzdur. Bunların yanında zemine ve şartlara bağlı oluşması da fıkhı değişken kılar.
Tanımlamayı basit bir örnek üzerinden açalım:
Estetik, temizlik ve rahatlık yönünden iyi durumda, ama motor, dayanıklılık gibi işlevsel yönden kötü bir arabayı düşünelim ve şöyle bir soru soralım:
“Bu araba iyi mi?”
Birbirine zıt iki cevap gelsin. Birinci şahıs estetik yönden değerlendiriyor yani fıkhediyor ve “iyi” diyor. İkinci şahıs işlevsel yönden “kötü” diyor.
İlk bakışta ikisi de akli olarak doğru karar vermiştir. Ama burada aklın olumsuzu olmadığını ve doğru’nun tek olacağını düşünürsek fıkhetme kavramı önem kazanır.
Sorunun zeminini araştırıyoruz, soruyu soran:
“Uzun yola çıkacağım” diyor.
Ve diyoruz ki:
“Kötü, diyen kişi fıkhi olarak hata yapmıştır ve sonuç da akli değildir.”

TARİHSEL SÜREÇ
İslam tarihinde Mutezile (Tevhid ve Adalet Ehli), Ebu Hanife ve Şia’nın Zeydiye kolu gibi, “fıkıh usulü” konusunda iz bırakan akımlar olmuştur. Bunlar özellikle fıkhın toplumsal ve mücadeleci yönlerini birleştirerek, iktidarların vesayetlerine direnç göstermişlerdir. Bu vesayet kabul etmeyen yapıları nedeniyle de eserleri bir çeşit takibatlar ve imhalara uğramış, asıl itibarı ile günümüze çok az kısımları ulaşmıştır. Her ne kadar ilk iki akımın kaynakları yağmalanmışsa da kuvvetli fıkıh anlayışlarının izleri tarihten tümüyle silinmez.
Mutezili fıkıh anlayışını kullanan Zeydi Kadı Abdülcabbar bu konuda oldukça ilginç tespitlerde bulunur. Ona göre fıkıhta illet/benzerlikler asli değil zannidir. Zannın asli olması için makul olması ve değişkenliğinin de göz önüne alınması gerekir. Bu açıdan Kadı Abdülcabbar, özellikle Şafii ekolünün “Şahide dayanarak gaibi çıkarma” yöntemini, yanlışlığın baş sebebi görür.
“Şahidin her zaman kendisinden önce olan bir benzerine delalet etmesi için her şeyin kadim olması gerekir. Hâlbuki kadim olan sadece Allah, âlem ise hadistir (sonradan olma ve değişken)” (Kadı Abdülcebbar, el-Muhit bi’t-Teklif)
Fıkhın sadece fakihler adı altında bir sınıfa mahsus bırakılması, bu sınıfın fetvalarına indirgenmesi, kavramı toplumdan koparır. Klasik fıkıhta da sadece hukuk ve ilmihal olarak sınırlandırılması içeriğini sınırlandırmıştır. Bu problemler süreç içerisinde İslam toplumunun en önemli durağanlık sebebidir.
Diğer yandan etkenler zamana bağlı değişeceği için de her asrın/çağın ve ortamın fıkhı da farklıdır. Bu dinamik bir fıkha sahip olmamız gerektiğini gösterir. Bir ortamın ve çağın fıkhının kalıcılaştırılması da “fıkıh despotluğu” olarak tanımlanan yanlışlığa yol açar.
Daha önce fıkhın taklit kabul etmeyeceğini söylemiştik. Kur’an toplumsal fıkıhtan söz eder, bu nedenle toplumsal taklit de yerilen bir durumdur. Topluluk hesap sorduğu, denetlediği ve katıldığı oranda İbrahim (a)’ın “Al-i İbrahim’i”, İsa (a)’ın “Havarileri”, Muhammed (s)’in “Ashabı”, Seyyid Kutub’un söz ettiği “Kur’an Nesli”, Ali Şeriati’nin bahsine konu “İmamet Mektebi” olarak “fıkıh toplumuna” dönüşür.

HAREKET FIKHI – (Seyyid Kutub ve Ali Şeriati’den)
Seyyid Kutub, klasik fıkhın “Dar-ul Harb”, “Dar-ul İslam” tanımlamalarının yeni durumu karşılamadığını görür. O, üretken bir fıkıh ile bunların yerine “cahiliye toplumu” tanımlamasını getirir. İslami davet ve cahiliye arasındaki ilişkilerle alakalı olarak nazil olan ayetler hakkında yaklaşımı ile “hareket fıkhı”nın çerçevesini çizer. Seyyid Kutub, Tevbe 122 ayetinin açıklamasında “fıkıh” bahsi üzerinde detaylıca durur ve “hareket fıkhının oluşmasında dinamik sürece dikkat çeker.
“İslam fıkhı hiçbir zaman donuk sayfaların arasından yazılarak kalıplara dökülmüş ve öylece kurulmuş değildir. Pratik hayatın gelişmesinden uzak bir hükümler yığını olmamıştır. Bunun içindir ki İslam fakihleri, hem dinde vukuf kazanmış bilgi sahipleri idiler, hem de hareketli birer İslam mücahidi idiler. Dindeki derin bilgileri, onunla birlikte harekete katılmış olmalarından ileri geliyordu. Canlı ve dip diri bir İslam toplumunun pratik hayatına uygun faaliyet yapmalarından ileri geliyordu. Onlar, bu din ile birlikte yaşıyor, bu din uğrunda cihada girişiyorlardı. Ve bu pratik hayatın hareketliliği sebebiyle gelişmekte olan fıkhi hükümleri de birlikte yürütüyorlardı.
Hareketli İslam düzeni; beşeri olayları, bu olaylara denk hatta daha üstün bir hareketle, çeşitli merhaleler ve daima yenilenen araçlarla karşılar. ‘İslam toplumu’ ile ‘cahiliye toplumları’ arasındaki ilişkiler hakkında gelen son hükümler, değişen her merhaleye uygun hükümlerin geldiğini gösterir.
Hareketin planını çizmekle, sayfaların arasından hükümler vermek arasında çok, hem de pek çok fark vardır. Hareketten uzak sadece sayfaların arasından dini hükümler veren kişi hareket halindeki ihtiyaçları göz önünde bulunduramaz ve hesap edemez. Çünkü o harekete katılmamış ve hareketin zevkine erememiştir. Ama dini hükümleri bizzat harekete girişerek, öğrenip araştırmaya gelince; İşte o zaman kişi, cahiliyetle aşama aşama, adım adım ve durak durak karşılaşır ve hükümleri bu karşılaşılan hareket halindeki durumlara göre tespit eder ve uygular. Ve konulan hükümler bütünüyle hareket halinde karşılaşılan durumlara cevap verecek mahiyette olur. Ona cevap vermekle de kalmaz, gelişen hadiselere hakim olur ve o yenilendikçe hareket tarzı da kendiliğinden yenilenir."
“Tevbe Suresi’nde geçen son hükümlerin hepsi de, İslam toplumunun o anki hayatı ve çevresinde yer alan cahiliyet toplumuna karşı takınılması gereken tavrı açıklıyordu. Her ikisi için de böyle davranmaktan ve bu hükümlere başvurmaktan başka çare yoktu. Ancak; gerek İslam toplumunun, gerekse çevresindeki cahiliyet toplumunun hayat şartları bunun dışında bir hareket tarzını gerektirirse o zaman önceki surelerde daha önce gelmiş olan hükümler tatbik edilir. 
İslami hareket cahiliyenin içinde yaşadığı hayata sadece birtakım teorilerle karşı çıkmaz. Devamlı yenilenen ve değişen bu hayata donuk birtakım yöntemlerle karşı koymaz. Kur’an-ı Kerim'de yeni hükümler, durumlar değiştiği zaman ve bu yeni durumlara uygun olarak iniyordu. Eski hükümler yeni durumlara uygulanmaz. Bu, İslam fıkhının hareket fıkhı olduğunu gösterir.
İslami hareket merhaleli bir harekettir. Bu merhalelere uygun hareket tarzı olması gereklidir. Çünkü İslami hareket ciddi bir harekettir. Değişen durumlara uygun olarak hareket tarzının değişmemesi ciddiyetle bağdaşmaz. İslam'ın birtakım kendisine mahsus hareket merhaleleri ve devreleri, her devrenin de istek ve ihtiyaçlarını karşılayan birtakım vasıta ve yolları vardır. Her merhaleyi bir sonraki merhale takip eder.
İslam, olaylara yalnız teorilerle cevap vermediği gibi her merhaledeki ihtiyaç ve isteklere de aynı şekilde değişmeyen klişeleşmiş yollarla karşılık vermez. Cihat konusunda Kuran'dan deliller göstererek, bu dinin metodunu anlatmak isteyenler bu özelliklere dikkat etmiyorlar. Bu sistemin takip ettiği merhalelerin tabiatını ve muhtelif nasların her merhale ile olan ayrı ayrı ilişkilerini bilmiyorlar. Çok kez büyük hatalara düşüp İslam'ın cihat metodunu yanlış kılıklara sokuyorlar. Delilleri sonsuz kural ve prensiplerin ihtimali dışında olan şeylere yorumlayarak, Kuran'ın her delilini bu dinin en son kaide ve prensipleriymiş gibi kabul ediyorlar." (Seyyid Kutub, Fizilalil Kur’an ve Yoldaki İşaretler’den)
En verimli çağında Seyyid Kutub’un şehadeti önemli bir kayıptır. Yaşadığı Mısır coğrafyasının durumu, gerçekten tek partili Türkiye dönemi ile önemli oranda örtüşür. Özellikle son dönemdeki reel şartlar etrafındaki tartışmalar, Kutub’un vurgularının önemini hissettiriyor.
Ali Şeraiti “hareket fıkhı” tanımlamasını da kapsayan bir “ümmet” ve “imamet kavramları etrafında hareket öngörür. İmameti klasik Şia düşüncesindeki metafizik çerçevesi yerine “rehberlik mektebi” olarak tanımlar. Bu nedenle de durağan fakihler (!) tarafından aforoz edilmiştir. Günümüz İran’ında Ali Şeriati’nin dinamik fıkıh çerçevesindeki imameti ile mollaiların “din adamı” sınıfı haline getirdikleri imamet anlayışı tartışma halindedir.
Rehberliği diktatörlükten ayıran şey form değildir, içeriktir. Açık ve his­sedilen toplumsal gerçekliklerdir. Güçlerin varlığıdır; rejim­lerin doğumu ve ölümü, kurumlar, toplumsal ilişkiler, sınıfsal durum, siyasî tavırlar, ideolojik yön, dilin, kültürün, hayatın, üretimin, dağılımın, şartların, imkânların, faydalanılanların, hatta dilin, kültürün hayatın vs. vekili olan ‘adamların’, hatta "başka adamların" mevcudiyetidir. Anayasa kitaplarında yazı­lı olanlar değildir.
İmamet kavramı tümüyle aydınlatıcı bir işleve sa­hiptir. Aynı şekilde ümmet, sübut ve hareketin oluşturduğu iki ilke ve iki seçenek arasından (Sübut, halkın huzurunu ve ra­hatını sağlayan, onları tehlikeden, zarardan ve hastalıklardan koruyan toplum idaresi anlayışıdır. Hareket ise ilerleme ilke­siyle düşünsel, toplumsal ve itikadı ilişkileri değiştirmek, top­lumu, toplumun ruhunu ve beynini kemale doğru sürüklemektir) ikinci şıkkı seçer.
O halde ümmet, bireylerin onda rahatlık ve durağan bir mutluluk hissedecekleri bir toplum değildir. Sorumsuzluğu, başıboşluğu, rahatlığı, huzuru, tüketim düşkün­lüğünü, refahı, hedefsizce kof bir güzel hayatı, hayatın ölçüsü yapmaz. Rehberin -imamın, imamet ve rehberlik ilkesinin-hedefi, yalnızca halkı korumak, gözetmek, halka özgürlük ve rahatlık duygusu hissettirmek değildir. Birey, ümmetin içerisi­ne girdiği an, birlikte yolculuk yapacağı bir gruba katılmış olur. Hareket, bu terimin bünyesinde ve ruhunda vardır. İkin­ci olarak onun ümmet içerisindeki hayatı, özgür ve rahat bir hayat değil, yükümlülükle ve sorumlulukla dolu bir hayattır. Üçüncü olarak birey, kendisini ümmetin üyesi olarak kabul et­tiği an, bu ümmetin İmametini de kabul etmelidir. (Önce tanı­malı, sonra kabul etmelidir). İmamet de toplumu durağanlık içerisinde tutup idare etmez. Onun ilk ve en önemli sorumlu­luğu, -yani imamet şeklindeki siyasî felsefesi- hükümet esası­na dayanarak, toplumun hızla kemale doğru sürüklenmesi sı­rasında bireyler rahatsızlık ve huzursuzluk duysa bile, toplu­mun en hızlı şekilde ilerlemesini, değişmesini ve tekamülünü sağlamaktan ibarettir. Durgun, sıradan mutlu bir hayatı, o ha­reketten ve tekamülden daha çok beğenen bazı kimseler çık­sa da bu tür kişilerin tercihlerinin herhangi bir yeri olmaya­caktır. Çünkü İmamet, hedefini, avamın beğenisine ya da ha­vasın faydasına göre belirlemez. Misyonunu, hedefini ‘masla­hata’ göre değil, hakikate göre, ‘olması gerekene’ göre be­lirler. Peki hangi hakikate göre? Ümmetin bireylerinin inan­makta olduğu ideolojinin ve öğretinin (mektep) gösterdiği ha­kikate göre.
Ümmet, aşkın mutlak yönünde ebedî bir ‘olmak’ ve ‘gitmek’ hali içerisinde olan bir toplumdur. ‘Ümmet’i ta­nıdığımız zaman, ‘imamet’i ve onun toplumsal konumunu kolay ve açık bir şekilde anlayabiliriz. Binaenaleyh, ‘imamet’ ümmeti bu yolda yönlendiren, bu yolda götüren rejimdir.” (Ali Şeriati, Rehberlik ve Diktatörlük)
Şeriati’nin formlardan öte içeriğe, yasa kitaplarına değil de güçlere dikkat çekmesi önemlidir. Klasik kurumlar ve yapılar üzerinde tanımlamalar yerine, o kurum ya da yapıların işlevlerine göre tutum alınmalıdır.
“Basit insanlar kişileri, önemli insanlar fikirleri, münevver insanlar ise fikirleri oluşturan etkenleri ve değerleri konuşur. Bu ise apaçık bir fıkhetmedir.”
Güncel bir tartışmayı buna örnekleyebiliriz. “Dar-un Nedveve “Şirk Meclisi” tanımlamaları bir dönem hepimizin İslami kimlik belirlememizde önemli rol oynamıştır. Allah Elçisi Mekke’de Kureyş kabilesinin meclisi olan “Dar-un Nedve”ye hiç gitmedi, buna karşılık Arabi/Bedevi kabilelerin meclisi olan “Yevm-ul Arube” günü İslam siyasasının mihenk taşı olan “Cuma”nın ortaya çıkış dinamiğidir. Kur’an, Kureyş Suresi’nde seslenilen, davet edilen ve hatta “İlaf” vurgusu ile Kusay b. Kilab’ın kuruluş dönemindeki Dar-un Nedve’yi överken, putçu vesayet işlevselliği yüzünden de ‘şirk meclisi’ olarak tanımlar. “Yevm-ul Arube” ise vesayet dayatmayan sosyal yönü ile şirk meclisi olarak algılanmadı ve kimse “Yevm-ul Arube cahili bir adettir ve bunun Cumalaşması nebevi bir metot değildir” demedi.
Şimdi “Meclislere ve kurumlara karşı tavrımız, hareket fıkhımız ne olmalı?” sorusu yine o meclis ve kurumların işlevleri, konumları ve içerikleri ile irtibatlıdır.
“Bütün şer’i hükümlerin, kendilerini kapsayan ve kendileri için tespit edildikleri maksatları olmalıdır. Halifelerin Kureyş’ten olması, Allah Elçisinin akrabaları veya nesebinden olmalarından ya da kutsanmışlıkla alakalı değildir. Asıl sebep sadece, himaye ve yardımlaşmanın gerçekleşeceği asabiyet/dayanışma duygusundan kaynaklanır. Bu o dönem için Kureyş’ti. Tarihçiler taklit yüzünden kendilerinden öncekilerin maksatlarını bilmediler ve ilmin amaçlarını tahlil edemediler.” (İbn Haldun, Mukaddime)
Kutub “Kur’an Nesli”, Şeriati “Önce Düşüncelerde Gerçekleşen Devrim” tanımlamaları ile toplumsal anlayış/fıkıh konusunu merkeze oturtmuşlardır.
Her toplumun yaşanılan her aşamada ve ortama karşı değişimin yeni şartlarına uygun fıkhını üretmesi gerekir. Hazıra konmanın olmadığı bu sürecin sürekli yenilenmesi, bulunduğumuz toplum için de gereklidir.


FIKHIN BAŞLICA FONKSİYONLARI
. Durağan anlayışın kaybettirdiği fıkhın yeniden işlerlik kazanması toplumsal hareket içinde önemlidir. Fıkıh’ın Kuran’da belirtilen başlıca beş fonksiyonu/işlevi bunu sağlar.
1- Kolaylaştırıcıdır: Fıkıh işi kolaylaştırır, göğüsleri açar ve sözü anlaşılır kılar.
Rabbim göğsümü aç,  işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar.” 20/25-28
“İnce bir anlayışa sahip olanlar için ayetleri açıklamışızdır.” 6 En’am98
2- Basireti Artırır: Kuran, fıkıh kelimesinin maddi duyusal işlevin yanında niyet, samimiyet ve önyargısızlık gibi kalbi yönlerine de vurgu yapar.
“Biz, Rabbin ayetlerinden yüz çeviren ve unutan zalimlerin kalplerine, iyice anlamalarına engel örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” 18 Kehf 57
3- Cesaret Verir, Nifak Kapısını Kapatır: Fıkhetme yeteneği, özellikle nifak ve mücadele azmi olmayan kişilerde noksanlık gösterir. Bu kendini kandırma ve kendine bahane bulma şeklinde ortaya çıkar.
“Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat hoşlarına gitmedi. ‘Cehennem ateşi daha sıcaktır.’ Keşke anlayabilselerdi.” 9 Tevbe 81
“Geri kalan acizlerle beraber olmaya razı oldular. Kalpleri kapanmıştır, anlamazlar.” 9 Tevbe 87
4- Fakihler (Anlayışta Derinleşen Kişiler) Oluşturur: Toplumun geniş katmanlarını aydınlatacak, uyaracak münevver kişiler oluşturur. Fakih” adı ile anılan bu münevverler, toplumdan kopuk ayrı bir sınıf değildir.
“Müminlerin tümünün savaşa çıkması gerekmez. Onlardan bir grup, çıktığında, bir grup da dinde derin bir kavrayış edinmek ve diğerleri geri döndüğünde onları sakındırmak için kalabilir.” 9Tevbe 122
5- Toplumsal Bilinç Oluşturur: Topluluklar insanlar gibi özellikler gösterir. Bireysel anlayışın yanında topluluklarda bilinç şeklinde topluluk fıkhı ortaya çıkar. Bu topluluğa güç ve dinamizm katan, topluluğu başarıya ya da başarısızlığa götüren özelliktir.
“Onların kalbine Allah’tan çok siz korku salıyorsunuz. Bu da onların anlayışsız bir topluluk olmalarındandır.” 59 Haşr 13
“Allah, anlayışsız bir topluluk oldukları için onların kalplerini uzaklaştırmıştır.” 9 Tevbe 27
 “Müminleri savaş için hırslandır. Sizin sabırlı yirmi kişiniz onlardan iki yüz kişiyi yener. Sizin yüz kişiniz kafirlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar anlayışsız bir toplumdur.” 8 Enfal 65
Özellikle son kısımdaki “Toplumsal Bilinç”, diğerlerinin oluşmasında ve gelişmesinde önemli bir faktördür. Toplumda yankı bulmayan akademik kalmış ve belli bir sınıfa mahsus bırakılmış fıkıh(!) çalışmaları, kolaylaştırmak bir yana kısır  tarihi tartışmalara neden olur.  Fıkhetmeyen bir toplum, karşılaştığı sorunlarda basiretsizlik gösterir, cesareti kaybolur. Fıkhını geliştirmemiş bir toplum fakih  yetiştiremeyeceği gibi, gerçek anlamı ile fakih olarak öne çıkmış bir çok kişi de, cahili bir toplum tarafından değerlendirilmez. Diğer yandan fıkıh yoksunu toplum içerisinde yüzeysel değerlendirmeler ve geleneksel tepkiler önemli bir gündem kaybı oluşturur.
Çoğu durumda fıkıh’tan söz edildiğinde İslam hukuku anlaşılır.
“Fıkıh, Kişinin hak ve vazifelerini bilmesidir.” Ebu Hanife
Bu gerçekte doğru bir tanımlama olmasına karşı hukuk anlayışının da özüne döndürülmesi gerekir.
“Fıkıh, İslam toplumunda meşruiyet kriterlerinin belirlenmesidir” George Makdisi, The  Rise of Colleges
Meşruiyet, güç sahiplerinin halka vermesi gereken bir hesap olmalı ki, yaklaşımlar daha isabetli olsun. Melikiyet dönemlerinin hukuk anlayışında, merkezde devlet olarak tanımladıkları kendi iktidarları vardır. Hukuk adaletin sağlanmasından çok, iktidarın sürekliliği ve güvenliği için şekillenir ve fıkıh/anlayış da bu çerçeveye hapsolunur, daha doğrusu gerçek anlamından kayar. 
“Fıkıh usulü, teorik bir spekülasyon ve retorik bir meşrulaştırma aracıdır.” Sherman Jackson, Fiction and Formalism. Toward a Functional Analysis of “Usul al-Fıkh”
Sherman Jackson gibi Batılı düşünürlerin de fark ettikleri bu durum gerçekte ters çevrilmiş bir meşruiyet anlayışıdır. Bizim bahsettiğimiz “Toplumsal Fıkıh”, “Devlet” denilen güç aygıtı’nın değil “Toplum” merkezli bir anlayıştır. Şimdi meşruiyet, halkın devlete sorumluluğundan daha çok yönetimlerin halka sorumluluğu olarak ele alınmalıdır. Batı düşünce sisteminde, siyasal yönetimler bazında oldukça gelişkin halk vurgusu, hukuk bağlamında hala rasyonel ve otoriter bir anlayıştadır. Allah’ın bir sıfatı olarak “Hak” sözcüğünün türevi “Hukuk”, yine yaratılış türevi “Ahlak” ve “Halk” arasındaki bağlantılar, bizim fıkıh anlayışımızın temel dinamiğidir. Bu bağlantı “Rasyonalist Batı Düşüncesi” için de temel noksanlıktır.
“Fıkıh, hukuk ile ahlakı birleştirerek İslam hukukuna eşsiz bir karakter kazandırır.” Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık
“Fıkıh, insan irade ve tasarrufunun ötesinde, objektif bir anlam olarak keşfedilmeyi bekleyenbir varlık alanıdır.” Bernard Weiss, Exotericism and Objectivity in İslamic Jurisprudence”
Hukuk ahlaki boyutu ile birlikte ele alındığında, toplumsal yaptırım gücü de oluşturacak geniş bir anlama sahiptir.
İslami duyarlığa sahip bireyler ve guruplar arasında diyalog, iletişim ve istişare hangi hukuk çerçevesinde işliyor?
Müslüman topluluk, bu konuda nasıl bir otokontrol ve düzeltici tepkilerle bunu şekillendiriyor?
Genellikle tartışma ve sataşmalardan zevk alan ve hukuku hiçe sayan bir anlayışla, üzüntü içerisinde (sorumluluklarından) kaçan anlayış at başı yarışıyor. Bu sözünü ettiğimiz “Toplumsal Fıkıh” anlayışı ile aşılmak zorundadır. Kendi iç hukuk’unu tanımayan, bunu değerleri ile birleştiremeyen, toplumsal fıkıhsızlık denilebilecek yapı önemli bir sorun’dur. Otokontrol diyebileceğimiz toplum tavrı, en iyi işleyen bir mahkemeden daha etkili ceza ve ödül hukukunu oluşturur. Bunun için de hiyerarşik bir devlet yapılanması ve iktidar şartı da yoktur. Zira iki kişi arasında oluşan iletişimden itibaren toplumsallaşma, sorumluluk paylaşımı ve yaptırım güçleri oluşmaya başlar.
ÇATIŞMA VE BATIDAKİ İZDÜŞÜMÜ, FUNDAMENTALİZM
Fıkıh noksanlığının Batı toplumlarında yansıması, “Fundamentalizm” şeklinde ortaya çıkar.
Fundamentalizm, gerçekte İncil'in “Kelimesi Kelimesine okunup savunulması ve hayata uygulanması için başlatılan Protestan bir akımdır.
Türkiye laiklerinin “Dini esaslı asli ilkelere dönmek ve bu ilkelere katı bir biçimde bağlı olan diğer görüşlere karşı toleranssız ve laiklik karşıtı dinî hareket veya bakış açısı.” kolaycı tanımlaması ile etiketleme ve yargılama seviyesizliği içinde hoyratça kullanılıp harcananmış tır. Genel anlamı ile “Fundamentalizm” İslam ile uyuşmayan bir kavramdır. Çünkü mevcut İncil İsa’nın hayatını aktaran insanların yazımı olup Kuran üslubundan farklıdır. Buna karşılık bu tanımlama Batı toplumunda sosyolojik olarak ortaya çıkan bir durum olup, Doğu ve Batı kültürel değerleri arasında sıkışmış toplumumuzda da belli oranda tanımlayıcıdır. Bu açıdan kavramı biraz incelenmekte yarar var.
Fundamentalistlerin iki ana düşünce temeli vardır: 
1-            “Değişmezlik” düşüncesi: Kavram Amerika'da Evanjelik Protestanlar tarafından geçen yüzyıl kullanılmaya başlar. İncilin yorumları yerine; Esasına, sürekli ve değişmez bir yapıya sahip fikir ve değerlere bağlılığı ön plandadır. Ama ilginç bir şekilde, harfi harfine kitaba göre yaşamak yerine İncili daha eylemci bir bakış açısıyla, yani uygulamaya yönelik okurlar. Burada asıl problem ilk kısımdaki durağanlık değişmeyen yaklaşımlardır.
2-            “Çatışmacılık” düşüncesi: Fundamentalistlerin ana gayeleri dünyada ilahi iradeyi hakim kılmaktır. Karşı çıkanları görüş ayrılığının ötesinde, amaçlarını engelleyen kafirler olarak görürler. Bu şekliyle fundamentalizm Mesih gelecek, Armagedon savaşı çıkacak üzerinden çatışmacı bir dünya görüşüdür.
Sosyal ve siyasal bir akım olarak bu düşünce tarzındaki “Değişmezlik” bizim fıkıh anlayışımızla, “Çatışmacılık” ise çok kültürlü yapımızla çelişmektedir. Ve maalesef bazı İslami akımlar ciddi bir şekilde bu iki olumsuz özelliği taşıyorlar. Fıkıh üreterek hareket alanını genişletme çalışmaları, ilkelerden taviz olarak değerlendiriliyor. Vesayete girmeme ve müdahene (yağcılık) yapmama üzerine şekillenmesi gereken siyasi tavır, yanlış okunarak çatışmacı bir zihniyete dönüştürülüyor.
Mücadele de, topluma çıkış yolu sunamayan ve zulme karşı etkin tavrını koyamayan hareketlerde eleştirilerin içeriye döneceği ve kısır tartışmalarla kendini tüketeceği açık bir sosyolojik kuraldır. 
Çıkış yolunun aşırı idealize edilmesi, toplumsal zemininin bulunmaması da o hareketi marjinalize eder, yalnızlaştırır.
Kısır tartışmacı ve kavgacı polemikler, fıkhını oluşturamamış kesimlerin özelliklerindendir.
“-Bizim ilahlarımız mı daha iyidir, yoksa o mu? diyerek... Bunu sana sadece tartışmak için söylüyorlar. Zaten onlar kavgacı bir toplumdur.” 43 Zuhruf 58
“Kavgacı bir toplum, düşmanlıkta aşırı giden, tartışmayı ısrarla sürdürmede uzmanlaşmış bir toplumdur. Çünkü onlar daha baştan itibaren Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin ne demek istediklerini anlamışlardı. Ama sözlerini çarpıtmış, genellik ifade edişinden yola çıkarak zihinleri bulandırmaya, birtakım kuşkular ortaya atmaya çalışmışlardı. Buradan hareketle şu inatçı tartışmaya girmişlerdi. Nitekim, samimiyetten yoksun, yönünü kaybeden, gerçek karşısında büyüklenen, bir sözcükte, bir ifadede bulunan bir kuşkuya ve gerçeğe ters düşen bir açığa dayanan herkes bu yola başvurur. Bu yüzden Allah Elçisi  amacı gerçeği ortaya çıkarmak olmayan, sadece nasıl olursa olsun üstünlük sağlamayı hedefleyen tartışmaya girmeyi şiddetle yasaklamıştır.” Seyyid Kutup, Fizilal Kuran Zuhruf 57-62
FIKIH TOPLUMUNUN ÖNÜNDEKİ ENGELLER VE SONUÇLARI
Meselelerin yanlış zeminlerde tartışılması, analizinin iyi yapılmaması, ortam koşullarının ve faktörlerin (etkenlerin) bilinmemesi ile yapılacak değerlendirmeler fıkıh noksanlığıdır. İyi analiz, tali faktörlere kadar kapsamlı çalışma fıkıh’ın gücünü arttırır ve problemlerimizin çözümü de kolaylaştırır.
Fıkhetme özelliğini oluşturmamış, “Hareket Fıkhı” veya “Toplumsal FıkIh” geliştiremeyen kişi ve topluluklarda savrulmaya neden olan değişik problemler:
1- Kolaylıkla yozlaşırlar, başka hareketlere entegre olurlar. Gündem belirleyemeyen, sürekli başkalarının ortaya koyduğu tezlere sarılan yapılara dönüşürler.
2- Sloganik tavırlar oluşmaya başlar. Bu diğer görüşleri etiketleme ve itham şekline dönüşür. Saldırganlığa dönüşen süreç yaşanır, ilkeler mermilere dönüşür. Kuran ayetleri düşünülen ve hayata çözüm üreten okuyuş yerine, fıkhetme sürecine girmiş Müslümanlara karşı kullanılır.
3- Muhafazakar, savunmacı yapılar oluşur. Öyle ki temiz kalma, taviz vermeme ve uzlaşmama gibi eğilimler bile, kendi içinde muhafazakar tavırlara yol açar. Sürekli kendi dışında oluşan bütün gündemlere reddiye üzerinden siyaset üretir.
4- İçine kapanmaya neden olur. Toplumdan kopuk gettolaşmış bir Din oluşur.
5- Muhatapların zararlarının tespitinde zaaflar ve ciddi hedef sapmaları ortaya çıkar.
6- Toplumsal talep ve algı olamadığı durumlarda Fakih özellikte kişilerde problemler ortaya çıkar. Bunların bir kısmının yüzeysel meselelerle uğraşarak kendilerini geliştirip yenilemeleri zorlaşırken, diğer bir kısmı ise kendilerini toplum üstü algılamaya başlar toplumsal yaşamdan uzaklaşırlar.
7- Bir kısım Müslümanlar Zalimlerden daha fazla zaaf sahibi Müslümanlara düşmanlık besler, hatta kendisi gibi düşünmeyen diğer Müslüman guruplarla mücadeleye öncelik verirler.
8- Hareketin sürekliliği aksar, başarı ya da kısmı başarılara rağmen kendi üst müstekbir sınıfımız oluşur.
HAREKETİN İÇİNDEKİ FIKIH
Hükümlerin, yasaların, ilkelerin, belli dönemde şekillenmiş pratiklerin/uygulamaların üzerine bina edildiği değerler, bunların algılanma biçimleri ve hayata yansıtılmaları daha önemlidir. Bir çok düşünce ve arayışımız, aşırı rasyonalize etmek, tarihselcilik, fazla ideolojik okumak ya da fazla alegorik/mecazi okumak şeklinde algılanabilir. Bu akımların çıkış noktalarında haklılık payları da vardır. Her gaybi ve tarihi bilginin, bizim yaşantımızda bir karşılığı ya da yansıması vardır. Sorun haddin/hududun aşılıp, aşılmadığıdır ki, bu da Müslümanların birbirleri üzerindeki borçlarıdır.
Fıkıh doğrudan pratiktir ve pratiğin içinde gelişir. Kendisi ortaya pratik koyamayan, buna karşılık başka kesimlerin hareket tarzlarını eleştirmekten başka bir şey yapamayan yapılar ciddi bir fıkıhsızlık batağındadırlar. Bu tip yapılar, toplumun problemlerini iktidar sürecinin sonuna öteleyecek sanal hedefler oluştururlar. Sonuçta, cahili yapılardan beraat gibi zaruri bir süreci yaşayan, ama bunun savrulması ile toplumdan kopan kesimlerde, yaşanan hayatın sorunlarına karşı duyarsızlık oluşur.
“Harekete geçmeyenler,  harekete dönük olarak yaşamayanlar, uzun süre kitaplar arasında donuk incelemeler ve araştırmalarla uğraşsalar bile, dinin özüne ilişkin olarak hiçbir şey kavrayamazlar. Gerçekleri gün yüzüne çıkaran aydınlık, bu dini insanların hayatına egemen kılmak için hareket eden, cihat hareketine katılan kimselere görünebilir.
Bu dinin fıkhı, ancak hareket yurdunda ortaya çıkabilir, gelişebilir. Dinin özü, harekete dönük bir hayat biçimi olarak yaşaması gerekirken, yerinde oturan bir fıkıhçıdan alınamaz, öğrenilemez.
İslâm fıkhı, İslâmi hareketin ürünüdür. Önce tek başına Allah'a boyun eğme olayı gerçekleşmiştir. Önce sadece Allah'a itaat edilmesi gerektiğini kabul eden, cahiliye yasalarını, gelenek ve göreneklerini bir kenara bırakan, insan aklının ürünü yasaların hayatın herhangi bir yönüne egemen olmasına imkân vermeyen bir toplum oluşmuştur. Sonra bu toplum, şeriatın özünden kaynaklanan ayrıntılara ilişkin hükümlerin yanında, şeriatın genel ilkeleri doğrultusunda pratik olarak yaşamaya başlamıştır. Bu toplum, Allah'ın dininin egemenliğini gerçekleştirmek için pratik hayatını sürdürürken, pratik hayatında yenilenen durumların etkisiyle ortaya çıkan ayrıntıya ilişkin sorunlarla da karşılaşmıştır. İşte sadece bundan dolayı fıkhi hükümler çıkarmaya çalışmıştır. İslâm fıkhının gelişmesi bu noktadan başlamıştır. İşte bu fıkhı ortaya çıkaran etken, bu dinle birlikte hareket etme olayıdır. Gelişmeyi sağlayan bu harekettir. Fıkhı uygulayan canlı Müslüman toplum, pratik hayatı ile iç içe oluşlarının ürünüdür.” Seyyid Kutup, Fizilal Kuran Tevbe 122
Karşılaşılan sorunlarla iktidar olanakları olmadan nasıl baş edilir?
Tavır almak ile kurumsal cahili yapılara eklenmenin karıştırılmasından kaynaklanan problemler savrulmanın ya da soyutlanmanın ana sebebidir.
Savrulmanın bir kanadında iktidarın kutsanması oluşur. Organik olarak iktidarların gölgesinde ve onlara eklemlenerek hareket ortaya koymak, bunu bir hareket metodolojisi görmek çürümenin, yozlaşmanın başlangıcıdır. Ama bu pratik hayatta karşılaşılan problemlerde iktidarlarla çeşitli kesimlerle manevralar, destekler ya da diyalogları tümüyle kapatma anlamına gelmez. Aksi halde, kadim biçimde sorunu yaşayanlarca, adil bir iktidar’ın olmadığı/olamayacağı, İslam düşüncesinin sürekli muhalefette kalacağı şeklinde diğer bir savrulma gerçekleşir.
Her iki durumda pratikten kopmayla sonuçlanacaktır. Müslümanların dışındaki kesimlerin (sosyal ya da siyasi konular dahil) fıtri doğruları mümkündür ve bunlara karşı çıkmak daha önce vurguladığımız çatışmacı zihniyetin ürünüdür.
 “İslâm toplumunda Allah'ın şeriatını uygulamaya kararlı ve O’ndan başkasına boyun eğmeyen  bir Müslüman toplumun varlığı zaruridir. Bundan sonra -ama kesinlikle önce değil- kendisini ortaya çıkaran toplumun boyuna göre, ayrıntılı bir İslâm fıkhı oluşur. Ama kesinlikle önceden hazırlanmış bir "giysi" olarak değil. Çünkü her fıkhi hüküm -tabiatı itibariyle- genel şeriatın, belli bir oranda, belli bir kalıpta ve belli koşullarda pratik durumlara uygulanışının kurallaşmış ifadesidir. Bu durumları İslâm çerçevesinde -uzağında değil- ortaya çıkaran oranını, şeklini ve koşullarını belirleyen hayatın akışıdır. Bunun için derhal bu durumların "boyuna" uygun, "ayrıntılı" hüküm belirlenir. Kitapların sayfaları arasındaki kalıplaşmış hükümlere gelince, bunlar, pratik olarak İslâm şeriatının egemenliği esasına dayalı olarak süren İslâmi hayatın var olduğu dönemlerde ortaya çıkan belli durumlar için belirlenmiş, ayrıntılı biçimde konulmuş kurallardır. Bunlar ortaya çıktıkları dönemde donuk ve "kalıplaşmış" kurallar değil, canlı ve hayat dolu kurallardır” Seyyid Kutup Fizilal Kuran Tevbe 122
Konuyu biraz daha açıp örnekleyelim;
İran devriminin hareket fıkıhı, neredeyse kusursuz bir seyir takip etmiştir. Devrimin lideri eklemlenmeye ve sistem içi bir eleman olmaya hiç yanaşmaz, ama Musaddık benzeri hareketleri sınırlı destekler. 1979’da devrimin son safhasında, vesayet içermeyen bir teklif dahi geri çevrilecektir. Zira artık kılıçlar çekilmiş, geri dönüşü olmayan çatışma başlamıştır. Hareket fıkhındaki bu tutarlılığa rağmen, toplumsal fıkıh ve üretken fıkıh anlayışındaki noksanlıklar nedeni ile devrim sonrasının problemler ortaya çıkar, artık iktidar kutsallaştırılmıştır.
Lübnan İslami hareketi, pratikte karşılaşılan saldırgan dış tehlikeye karşı eylem fıkıhı gerçekleştirir. Vesayet dayatmak bir yana, otoritesine boyun eğen Laik/seküler, ulusalcı ya da sosyalist hareketlerle ittifak yapar. Bu Lübnan gibi oldukça heterojen/farklı kesimlere sahip toplumdaki başarının anahtarıdır.
Allah Elçisinin Mekke mücadelesinde bir sahneyi hatırlayalım; Velid b. Muğire Mekke müşriklerine bir öneri getirir; ”Bu mesaj bütün Arapları birleştirir ve düşmanlarımıza üstünlük sağlar. Gelin ona tabi olalım, Araplar Muhammed’i öldürürse kurtuluruz yok eğer başarılı olursa biz de güçlü oluruz”  Mekke’nin kibirli eşrafı bu teklifi kabul etmez, kabul edecek olsa öz aynı kalmak kaydı ile tarih farklı yazılabilirdi. Bu farazi bir durum denilirse, Kuran da anlatılan önceki Elçilerin mücadeleleri bu örneklerle doludur
“Sizi gruplara ayırarak birbirinizle denemeye kadîr olan O’dur. Belki anlayış gösterirler diye ayetleri nasıl açıkladığımıza bir bak!”6 En’am 65
“Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları gördüğün zaman Kuran’dan başka bir söze dalana kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan bunu sana unutturursa, hatırladıktan sonra, artık zalim toplulukla beraber oturma.” 6 En’am 68
“Allah’ın Resulünün yanındaki kimselere infakta bulunmayın ki dağılıp gitsinler, diyen münafıklar anlayamazlar. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah’ındır” 63 Münafikun 7
İşte en önemli nokta da burası, fıkhı kaybetmek nifak ve zulüm üretir.
Son olarak Allah Elçisinin hareket tarzı, Vahyin sürekli teşvik ve çıtayı yükseltmesi ile gerçekleşir. Bu bir yerde takılıp kalmadan çıkış yolları ve yeni hareket sahaları açarak  gerçekleşir.
“Biz, senin göğsünü genişletmedik mi?
Ve yükünü indirip atmadık mı?
Ki o belini bükmüştü.
Senin zikrini yüceltmedik mi?
Zorlukla beraber kolaylık vardır.
Öyleyse bir işi bitirince diğerine giriş.
Ve yalnızca Rabbine rağbet et.” İnşirah 1-8
Ancak fıkhetmek üzerinden okunan/takip edilen Kuran, toplumsal başarı ve sonrasındaki istikrarı getirir.
“Sana vakitten sorarlar, de ki; Evlere/barınaklara yanlış kapıdan/vasıtalardan girmeyin, doğru kapıdan/vasıtalardan girin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.” 2 Bakara 189

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası