Nasıl Bir İslami Yönetim: Tarihi Vasat/İlkeler/Öneriler 

İslam yönetim anlayışına  getirdiği ilkelerin başında adalet gelir. Adalet,eşitlik (kıst) ,özgürlük konusunda İslamın gösterdiği hassasiyet; yönetimlerin   meşruiyetleri açısından bir göstergedir. Adalet ve kıst  ne anlama geliyor? Yöneticilerin halka karşı uygulamada muhayyer olduğu bir ilkemidir? Akide ile bir irtibatı varmıdır? Adalet Allah’ın ve mü’minlerin esmaından ve vasıflarındandır. Zulum mü’minin vasfı olamayacağı gibi insan menşeili siyasi otoritenin de siyaseti/ameli  olamaz. İslam Adalet, eşitlik (Kıst)  sevgi ve merhamet (Hikmet) temelli bir yönetim dilemektedir. İslam Devleti demek;despot,zora başvuran, ceberut bir devlet olamaz. Zira İslam barış demek, sevgi  ve selamet demektir. Dinde zorlamanın olmadığı  bir Dinin devleti, vatandaşlarına nasıl siyasetini dikte edebilir, istibdat uygulayabilir. Allah bireyi baskı ve zorlama altına almadan, gönüllülük temelinde İslama teslim olmasını, kendisine ibadetleri ve kulluğu özgür  iradesiyle yapmayı diler. İmtihanda zaten böyle özgür bir vasatı gerekli kılar. Aksi durumda imtihan vasatı Allah’a rağmen bozulmuş olur. Toplum denen Vasatta  aktif olan,insiyatif sahibi olan kendi rengini topluma verecek  iktidar mevkiine toplumun arzu ve isteği ile gelecektir. Eğer toplumda iyiler  yükümlülüklerini yerine getirmeyerek toplumun gerisine düşecek olursa  toplum, ehil olmayanları iktidar mevkiine getirecek, toplumla birlikte iyilerde bu musibetten  payını alacaktır. Böyle bir özgür vasat, iyileri daha iyi,aktif iyi, sürekli iyi hale getirecek ve ‘iki günü eşit olan ziyandadır’ ikazı manasını bulacaktır.   
 Adaletle ilgili ayetlere toplu olarak bir bakalım:

-Nisa 004.58-“Hiç şüphesiz Allah Emanetler’i Ehli’ne Teslim etmenizi ve İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman Adalet’le hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah Size ne Güzel Emir veriyor. Doğrusu Allah İşiten'dir, Gören'dir.”
-Nahl 016.90-“Elbette Allah Adalet’i, İhsan’ı, Yakınlar’a vermeyi emreder. Fahşa’dan Münker’den ve Zorbalıklar’dan sakındırır. Size Öğüt vermektedir. Umulur ki Öğüt alıp düşünürsünüz.”
-A’raf 007.29-“ De ki: "Rabb'im Adalet’le davranmayı emretti. Her Mescid yanında Yüzleriniz’i doğrultun ve Din’de O'nun için Muhlisler olarak O'na Dua edin. İlkin Sizi yarattığı gibi döneceksiniz."
- Şura 042.15-  “ Şu halde Sen bundan dolayı Dawet et ve emrolunduğun gibi İstiqamet tuttur. Onların Hewaları’na uyma. Ve de ki: "Allah'ın indirdiği her Kitab'a inandım. Aralarınızda Adalet yapmakta emrolundum. Allah Bizim de Rabb'imiz Sizin de Rabb'inizdir. Bizim Amellerimiz bizim sizin Amelleriniz sizindir. Bizimle sizin aranızda bir Tartışma konusu yoktur. Allah bizi bir arada  toplayacak ve Dönüş O'nadır."
-Maide 005.42-“Onlar Yalan’a kulak tutanlardır. Haram Yiyiciler’dir. Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüzçevirecek olursan Sana Hiçbir     Şey’le zarar veremezler. Aralarında hükmedersen de Adalat’le hükmet. Elbette Allah Adalet’le hükmedenleri sever.”
-Nisa 004.135-“Ey İman edenler, kendiniz, Anne-babanız ve Yakınlarınız aleyhinde bile olsa, Allah için Şahidler olarak Adalet’i Ayakta tutanlar olun. İster Zengin olsun, ister Fakir olsun, çünkü Allah Onlar’a daha Yakın’dır. Öyleyse Adalet’ten dönüp Hewanız’a uymayın. Eğer Diliniz’i eğip büker ya da yüzçevirirseniz, elbette Allah, yaptıklarınızdan Haberdar'dır.”
-Maide 005.08-“Ey İnananlar, Adalet’li Şahidler olarak Allah için Haqq’ı ayakta tutanlar olun. Bir Topluluğa olan Kininiz Sizi Adalet’ten alıkoymasın. Adalet yapın, bu Taqwa’ya daha yakın’dır. Allah'tan ittiqa edin. Elbette Allah yapmakta olduklarınızından Haberdar'dır.”
-Sad 038.26-"Ey Dâwud, gerçek şu ki, Biz Seni Arz’da bir Halife kıldık. Öyleyse İnsanlar arasında Haqq ile hükmet, Hewa’ya uyma. Sonra Seni Allah'ın Yolu’ndan saptırır. Elbette Allah'ın Yolu’ndan sapanlar, Hesap Günü'nü unutmalarından dolayı Onlar için Şiddetli bir Azab vardır." (dedik)”
-Enam 006.152- "Yetim’in Malı’na O Ergirlik Çağı’na erişinceye kadar o en güzel dışında yaklaşmayın. Ölçü’yü ve Tartı’yı Doğru olarak yapın. Hiçbir Nefs’e Gücü’nün kaldırabileceği dışında birşey yüklemeyin. Söylediğiniz zaman yakınınız dahi olsa  Adil olun. Allah'ın Ahdi’ne de Wefa gösteirin. İşte bunlarla Size tawsiye etti. Umulur ki Öğüt alırsınız."
-Furkan 025.19-"İşte Sizin söylediklerinizi yalanladılar, Artık  geri çevirmeye veya Yardım’a gücünüz yetmez. Siz’den Zulmedenler’e, Ona Büyük bir Azab taddıracağız."
-İsra 017.33-      Haqlı bir neden olmaksızın Allah'ın haram kıldığı bir Kimse’yi öldürmeyin. Kim Mazlum olarak öldürülürse Onun Welisi’ne Yetki vermişizdir, O da Öldürme de Ölçü’yü taşırmasın. Çünkü, O gerçekten Yardım görmüştür.
017.34-      Erginlik Çağı’na erişinceye kadar, O da en Güzel bir Tarz olması dışında Yetim’in Malı’na yaklaşmayın. Ahd’e Wefa edin. Çünkü Ahid bir Sorumluluk’tur.
017.35-      Ölçtüğünüz zaman Ölçü’yü tam tutun ve Dosdoğru bir Tartı’yla tartın, bu, daha Hayırlı’dır ve Sonuç bakımından daha Güzel’dir.”
-Enfal 008.25- “Ve Sizler’den yalnızca Zulmedenler’e isabet etmekle kalmayan bir Fitne’den ittiqa edin. Bilin ki gerçekten Allah, Sonuçlandırması pek Şiddetli olan’dır.”
-Yunus 010.13-“ Andolsun, Siz’den önceki Kuşaklar’ı, Elçiler’i kendilerine Apaçık Belgeler getirdiği halde , Zulme saptıkları ve İman etmeyecek oldukları için Yıkım’a uğrattık.İşte Biz Suçlu bir Topluluğu böyle cezalandırırız.”
-Hud 011.113-   “Zulmedenler’e meyletmeyin, yoksa size Ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka Welileriniz  yoktur, sonra Yardım da göremezsiniz.”
-Şuara 026.227-“Ancak İnanan ve Salih Çalışmalar’da bulunanlar ve Allah'ı çokca zikredenler ile Zulm’e uğratıldıktan sonra Zafer kazananlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl bir Inqılabla/dönüşle devrileceklerini pek Yakında bileceklerdir.”
-Şura 042.39-  “Ve haklarına Tecawüz edildiğinde Birlik olup karşı koyanlar’dır.
042.40-      Kötülüğün Karşılığı Onun Misli olan Kötülük’tür. Ama kim affeder ve Islah ederse artık onun Ecr’i Allah'a aittir. Gerçekten O Zalimler’i sevmez.
042.41-      Kim de Zulme uğradıktan sonra Nusret bulacak olursa artık Onlar için aleyhlerinde bir Yol yok’tur.
042.42-      Yol ancak İnsanlar’a zulmeden ve Yeryüzü’nde Haqqsız yere Tecawüz ve Haqqsızlıkta bulunanlar’ın aleyhinedir. İşte bunlar için Acıklı bir Azab var’dır.”
-Müminun 023.27- “Böylelikle Biz O’na: "Gözetimimiz altında ve Wahyimiz’le Gemi yap. Nitekim bizim Emrimiz gelip de Tandır kızışınca, O’nun içine ikişer Çift ile, içlerinden aleyhlerine Söz geçmiş olan dışında Aile’ni al, Zulmedenler konusunda Bana muhatap olma, çünkü Onlar boğulacaklardır" diye wahyettik.”
-Nisa 004.29-Ey İman edenler, Mallarınız’ı Siz’den karşılıklı Anlaşma’dan doğan bir Ticaret’ten başka Haqsız neden ve Yollar’la yemeyin. Ve Nefisleriniz’i öldürmeyin. Şüphesiz Allah Size çok Esirgeyen'dir.
004.30-Kim Haddi aşarak ve zulmederek böyle yaparsa Biz O’nu Ateş'e göndeririz. Bu Allah için pek Kolay’dır.
-Yunus 010.52-      Sonra o Zulmedenler’e: "Sürekli Azab’ı tadın" denilecek. Kazanmakta olduklarınız dışında bir başka Şey’le mi cezalandırılacaksınız?"
010.53-      "Bu bir Gerçek mi?" diye Sen’den haber soracaklar.
               De ki: "Hem de , Rabb'ime andolsun ki, Elbette Gerçek’tir ve Sizler aciz bırakacak olanlar da değilsiniz."

010.54-“Zulmeden her Kişi, Arz’dakilerin Tümü’ne Sahip olsa bunu elbette Fidye olarak verirdi. Onlar Azab’ı görünce Pişmanlıkları’nı gizlerler, oysa Onlar Haqsızlığa uğratılmadan aralarında Adalet’le hükmedilmiştir.”

                 Yönetim Modeli
 
            Rasulullahın davetin Mekke döneminde  devlet olma iddia ve amacında olduğuna dair tek bir sözü vaki değildir. Aksine bu dönemde; davetten vazgeçmesi halinde Mekke oligarşisinin kendisine krallık,emirlik gibi tekliflerine çok sert ve net reddiyeleri vardır.
            Kur’an da ise devlet olma yükümlülüğü ile ilgili tek bir ayet bulunmamaktadır. Veliyyül Emr konusu devlet otoritesi olmadan da müslümanların oluşturacağı cemaat hayatında  uygulayabilecekleri bir husustur. Kur’anda Medine döneminin ilk döneminden sonra  gelen  bazı hüküm ayetleri; siyasi bir otoriteyi gerekli kıldığı (Yani devlet erkini) şeklinde yorumlanabilmektedir. Rasulullah’ın insanları ve devlet ve Kabile başkanlarını İslama davet etmesi yanında birlikte bir siyasi devlet, imparatorluk, birlik kurma amacına dönük en ufak bir işarete rastlanmaması manidardır ve bu durum İslamcı geleneğin illada “devlet ve siyaset “  kompleksiyle çelişmektedir. İslamın bir kısım cezai müeyyideleri, medeni hukuk sahasına giren miras ve evlilik gibi anlaşmaları takip gibi devlet nizamını gerekli kılan uygulama vasatı bulunamadan müslümanlık yaşanamamış mı sayılacaktır. Yani Mekke döneminde hayatını kaybetmiş bir Sümeyye ve eşi Yasir ra   İslam Devleti altında yaşamamış olmalarının eksikliğini görecekleri düşünülebilirmi?!  Bu onların ve bu gün Dünyanının her hangibir bir yerinde Baqara 177 ayetteki Birre eren mü’minlerin durumuna  halel getireceği iddia edilebilirmi?!Devlet teşekkülü  mü’min olmanın asli bir gereğimidir. Birre ulaşmak için islam devleti bir gereklilikmidir. Yada islam devleti olmadan bir mü’min mü’min olamaz, birre  ulaşamazmı? Hadleri uygulama vasatı oluşturamamak, mü’min olmaya engel bir durumumudur? Öyleyse Vahiy süreci neden bir ay bir yılda değilde insan ömrünün neredeyse yarısına tekabül edecek 23 yıl gibi uzun bir zaman diliminde tamamlanmıştır? Ahkam ayetlerinin de çoğunlukla  Medine’nin ikinci Yarısında nazil olması bu açıdan ne anlama gelmektedir? Bu sorulara akliselim ile verilecek cevap daha doğrusu tefekkür; İslamcı/Siyasi İslam  ekolünün ‘İslam Devleti’ önceliğinin Vahiy ve Nebevi Sünnette bir temelinin olmadığı sonucuna götürecektir.

            Rasulullahın vefat etmeden önce Kendisinin yerine geçecek bir Halifeyi seçmemesi yada seçme yöntemini ve usulünü göstermemesi ilginçtir. Bu konuda gerek Şia’nın ve gerekse Sünni ekolün imamet ve halife teorileri Rasulullahın vefatından sonra oluşturulmuştur. Sakifedeki tartışmalar ve sonuçları; zanni, tartışmalar sonucu oluşturulan ictihadi sonuçlardır. Sakifedeki toplantı, Sünniler açısından Halife seçiminde en önemli referans olmakla birlikte, Halife Ali’den sonra tarihin hiçbir döneminde uygulama olanağı bulamamış ve halifelik hep babadan oğula ya da kardeşlere geçen bir siyasi miras konusu olmuştur. Kur’an da  Rasulullah’ın vefatından sonra yönetimin nasıl ve ne şekilde ve kimin elinde olması noktasında bir hüküm bulunmamaktadır.  Gerek Rasulullah’ın ve gerekse Allah’ın bu konuda bir saptama ve emir buyurmaması, yönetim konusunu İslamın genel ilkeleri doğrultusunda ümmete bırakıldığını göstermektedir.  Ümmet yönetim konusunu İslamın  bu konudaki ilkeleri, tecrubeler, halihazırdaki kavimlerin yönetim şeklini dikkate alarak kendi akıl ve tecrübeleri doğrultusunda ancak İslamın genel ilkeleri bağlamında bir yol izleyecektir ve böyle de yapmıştır. Ebu Bekr’in Sakifedeki ilk beyat ve sonrasında Mesciddeki genel beyatın mahiyeti ve esasları, şekli ile ilgili Kur’an ve Sünnette hiçbir delil bulunmamaktadır. Konu tamamen zanni kıstaslar çerçevesinde ceryan etmiş, hatta aceleye getirilerek etraflıca bir tartışma ve istişareye bile girilememiştir. Nitekim Ebu Bekr’in Ridde Savaşlarından sonra Medinede mimbere çıkarak üç gün üstüste ümmete “beni azledin”  diye müracaatının altında “acaba usulde bir yanlışlık yaptıkmı?” endişesinin yattığı açıktır. Kur’an da bu konuda bir yol ve yöntem vaz edilmemiş olmasının temelinde ideal bir toplum ve ülke tasavvuru ( Ümmet ve Darusselam) öngören Allah; ideal toplum ve ülke  tasavvurunu da  23 yıllık vahiy süreci ile inşaa etmeyi, murat ettiği  arınmış, mukarreb, ıbadurrahmanlara bırakmıştır.  Birre ulaşmış mukarreblerden oluşmuş bir toplumda, aslında devlet ve yönetim mekanizmasına bile gerek bulunmamaktadır. Ancak toplum içinde herkesin ayni olgunlukta olması reel bir gerçeklik olmadığından eşitlik ve adalet, iyilik ve özgürlük, hukuk ve nizam gereği devlet aygıtına gereksinim duyulmuştur.  Kuranda ve Nebevi Sünnette Devlet olmayla ilgili bir yükümlülükten ve hedeften bahsedilmemesinin sebebi budur. Eğer lüzum ve gerek duyulması halinde bu ihtiyacın iki büyük emanet;[1] Kur’an ve Itret ile zamanın icapları ve insanlığın ortak tecrübeleri ile oluşmuş bir pratikten istifade ile halledilmesi gerektiği aşikârdır. Yönetim ve devlet konusunda olup bitenlere, sünni aklın özelde Ehli Hadisin masumiyyet zırhı giydirerek; Ashabı Kiramın eleştirdiği, tanımadığı hatta kılıç çekerek savaştığı zanni ve içtihadi uygulamaları ‘Vahiy’ gibi algılama yanlışı[2] İslam Ümmetinin hiçbir derdine çare olmamış, aksine meşru olmayan zalim yönetimlerin sözde meşruiyetine payanda olmaktan öte gitmemiştir.

            Peygamberin denetlenememesi ve sorgulanmaması, dini ve akidevi bir zorunluluk olması yanında bu ilke ondan sonra da, genel olarak uygulamalara konu edilmiş, zalim sultanlara bile itaat gerekli görülmüştür. Yeterki yönetici; Allah’a isyan etmeyi emretmemiş olsun. Halife Osman’ın muhaliflerinin eleştirilerine ve “istifa et “ baskılarına verdiği;”Kendini azlet sözünüze gelince; Allah’ın giydirdiği diğerlerinin arasından bana tahsis edip lutfettiği bir gömleği asla çıkarmam!”[3] Şeklindeki cevabı ilginçtir ve daha sonra iktidarı ele geçiren ümeyyeoğulları halifelerinin temel şiarı ve dayanağı olacaktır. “Bizi Allah bu makama getirdi” anlayışı,Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ile birleşince “Halifeye” karşı gelmek yada muhalefet etmek Allah’a karşı gelmek ve muhalefet etmekle bir tutulmaya başlanlandı.Bunun da muhalefetin özgürlüğünü ortadan kaldırdığı,yönetimi despotlaştırdığı,istibdatın yolunu açtığı[4] aşikardır..Nitekim Muaviye Sultan olup egemenliği ele geçirince Kufe’de  halka şöyle seslendi:” Ey Küfeliler!Sizinle başınıza emir olmak, başınızı eğdirmek için savaştım!Gönlünüz olmasa da Allah bunu bana lutfetti!”  Halka rağmen Allah’ın lutfetmesi anlayışı Allah’ın Nas’ın yanındaki duruşunu tersyüz edip müstebitin yanında olduğunu iddia; İslamın yönetim anlayışını toz duman eden bir fay hattı niteliğinde olmuştur. Bu anlayışa göre, Nas; müstebit idareciler, sultanlar ve fravnlar için yaratılmıştır! Bunlar, halk istemesede halkın tepesinde istedikleri gibi vaziyet edeceklerdir. Oysa Allah bu durumu ortadan kaldırmak için, elçiler ve kitaplar göndermiştir. Tevhid elbisesine bürünmüş cahiliyenin bir çehresiyle karşı karşıya kalınan kapı böyle açılmıştır. Halka dayanmayan ve halkın denetiminde olmayan tüm rejimler İstibdatı araç edinmiş yönetimlerdir. Başlangıçta böyle olmasa bile zaman içinde totaliterizme kayma, despotizmi ve istibdatı siyaset aracı olarak kullanma karakterine sahiptir. Müslümanların İslam diye hangi yönetim şeklini savunduğu iyi analiz edilmelidir.  Yezidin Ridde Vakasında Medine de 10.000 Müslümanı katletmesi, katledilenler içinde 80 sahabi olması ve bu kanlı katliamla Bedir Ashabının kökünün kazınması Halife Osman dönemindeki kırılmanın nerelere geldiğinin ibretle göstermesi açısından önemlidir. Emevi Sultanı Abdulmelik ve meşhur komutanı Zalim Haccac’ın  zalim siyasetine karşı ayaklanan Abdurrahman bin el Eş As hicri 81 de Irak, Basra da halkın desteğini alarak ayaklandı. Kanlı bir şekilde bastırıldı ve sadece zindanlarda 120.000 Müslüman işkence altında katledildi. Burada şu soruyu sormak bir yükümlülüktür; Bu denli zulüm ve kanlı siyaseti yönetim aracının esası haline getirmiş bir hilafet anlayışı nasıl oluyor da bir kısım Müslümanlar tarafından meşru görülebiliyor!? Öte yandan,bu anlayışı ve meşum zulmünü ortadan kaldırarak, halkın hoşnutluğu esasını getiren seçimle iktidar olmayı, iktidarın muhalefetle ve yargıyla, parlamento ve kamuoyu ile denetimi, halk iradesinin yönetimi belirlemesini, hukuk ve nizamın egemen oluşunu, Müslümanlar nasıl şirk olarak tanımlar akıl alır gibi değildir. İslamcılar totalitarizm/Despotizm/İstibdattan yana olmadıklarını, Halkın/Nasın yanında olduklarını açıkça Dünyaya deklare etmek zorundadır. Aksi durumda ne iktidara gelebileceklerdir, nede Dünyayı gerçekçi bir şekilde okuyabileceklerdir. Tarihin gerisinde kalış budur.
            Allah tarafından fiili olarak denetlenen ve yönlendirilen Ümmet önderliği, Rasulullahın vefatından sonra bu yetkileri elinde bulunduran Halifelerin denetlenmemesi ve sorgulanmaması ile bir boşluğa düşüldü. Hata ve yanlışları Allah tarafından vahiyle anında düzeltilen bir ululemr olmadığından, halkında denetimi ve sorgusu olmadığından çok kısa bir zaman sonra yani Hicri 35 te  Halife Osman katledildi, Hicri 36 da da  Cemel Vakası gibi bir facia ve  bir siyasi kırılma yaşandı. Ne iktidarın yetkileri bir disiplin altına ve dini kurallara bağlandı, nede muhalefet hukuku belirlendi. İktidar, yönetim ve muhalefet bir Nizama bağlanmadığından, taraflar kendi nizamlarını kendileri belirlediler. Çatışmada kaçınılmaz oldu. Adalet ve zulüm üzerine, hayatın her alanını kuşatan  Kur’andaki onca  ayete ve  uyarı mekanizmasına rağmen, bu fay hattı öyle bir vasat ürettiki,Allah adına hükmettiklerini iddia eden sultanların hatta her sürü[5] sahibi mükellefin  halka ve ehline nasıl zulmettiği,zulmetmek için bahaneler uydurduğu herkesin malumudur.
            Rasulullahın kendinden sonraki Halifeyi işaret ve tayin etmemesi manidardır. İlahi bir görevlendirme ile seçilmemiş her beşeri yönetim gibi denetim ve sorgulamaya tabi olmasına mebnidir. Buradaki incelik  ilk Halifeler zamanında ümmet tarafından anlaşılmış olmakla birlikte daha sonraki ihtilaflar ve çatışmalar sonucu kutsiyet örtüsü altına alınarak Yönetim  eleştirilemez,itaatten  yüz çevrilemez  hale getirildi. Allah dinde/kullukta zorlama yoktur buyurken, Müslümanlar halifelere zorla hatta zerle beyat dayatılmış aksi durumda zindanla hatta Kerbelada olduğuı gibi Peygamber Evladı;  ölüm yada beyat tercihinden birine zorlanmıştır. Yöneticilerin yönetimi ele geçirmesini  Allah’ın bir iradesi sonucu olduğunu ve  Halifelerin Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğu anlayışı ister istemez bir despotizme yuvarlanma potansiyeline sahiptir. Zira Elçiler hariç kimse Allah’tan vahiy almadığına göre işbaşına gelen yönetici Halk tarafından denetlenecektir. Bu denetiminde yolu kapanırsa denetimsiz bir yönetim güç ve kudret vehmi ile firavunlaşacaktır. Bu bozulma ve fitne potansiyeli hep göz ardı edilmiş gerekli tedbirler ve düzenlemeler yapılmamıştır. Siyasi gelişmeler Rasulullah’tan sonraki önderlik tarafından, halkın itaati, yönetimin denetlenmezliği ve sorgulanmazlığı, ilk iki Halife dönemi hariç temelinde cereyan etti. Sünni anlayış tam bir itaat kültürüne doğru evrilirken, Şia muhalefet kültürünü yeğledi. Her iki yönelişin kendi referanslarını ‘mevzuu hadis’ fabrikasıyla ürettiği aşikârdır. Gerek Şia kaynaklarında gerekse Sünni kaynaklardaki, özellikle de yönetim ve siyaset konusundaki onca mevzu rivayet bu maksatla üretildiği anlaşılmaktadır.
            Rasulullah’ın buyurduğu;”Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz!” sözü Siyaset ve yönetimin şekil, usul ve esaslarını ümmetin içtihat’ına bıraktığına bir işaret olabilirmi? Hadislerde ve Kur’an’da yönetimle ilgili olarak bir toplumu ‘a’dan ‘z’ ye yönetecek komple bir yönetim sistemi oluşturacak detaylar olmadığına ve aksine bu konuda büyük bir boşluk olması ilginç değilmi?  Rasulullah’ın Yemen Valisinin daha Mü’min bile olmamış eski Vali Bâzân’ı  yerinde bırakması nasıl izah edilebilir. Böyle olması yani yönetimle ilgili olarak sadece ilkelerin vazedilmiş olması; Allah’ın Nas’a verdiği değeri göstermesi bakımından önemlidir. Yönetim şeklinin Nas’a bırakılması, Ku’ran ve Sünnet (Kİ Sünnetin model değilde örnek olması dikkate alındığında) ile  belirlenmeyen yönetim şekli ve esasları; zamana, tecrübe ye,şartlara,imkanlara göre içtihatla belirlenmesinin maslahata ve hayatın gerçeklerine daha uygun olduğu anlamına gelmektedir.

            Hatırlanacak olursa; Ebu Bekr, büyük bir fitnenin kıyısından kıl payı sıyrılmayla sonuçlanan bir oldubitti ile Halife seçildi. Ridde olaylarından sonra Halife ebu Bekr üç gün üst üste Mimbere çıkarak Halktan AZLİNİ istedi. Muhalefetin başı olarak Ali ra bunu kabul etmeyerek Halk desteği ile meşruiyetine ikna olan Halife görevine devam etti. Ebu Bekr’in azl talebinin altında seçilme şekli, zekât vermeyenlere ve İslam’dan dönenlere karşı yapılan savaşlarda büyük kayıpların kendini endişeye sevk etmiş olması açıktır. Bu nedenle meşruiyetinin tescilini istemiş ve gönül rahatlığı ile görevine devam etme yolunu yeğlemiştir. Halifenin endişesinin, Halifelik Makamını bir ihtimalde olsa meşruiyet sıkıntısı olabileceği endişesi olduğu açıktır. Zaten o gün bunu dillendiren muhaliflerin varlığı da bilinmektedir. Ömer’in Halifeliği döneminde Sakifedeki Halife seçimini dile getirerek böyle bir Halife seçiminden men ettiği ve Ümmetin haberi olmadan beyat alan halifenin katlini önermesi bunu göstermektedir. Halife Ömer’in seçimi Ebu Bekr’in tayin etmesiyle olmuştur. Bu Onun bir içtihadıdır. Ne Kur’an’a ne de Nebevi Sünnete istinat eder. Ebu Bekr’in seçilmesinde olduğu gibi. Halife Ömer kendisinden sonraki Halife seçiminde birden fazla aday belirleyerek bunlarda birinin seçilmesini ehli hal vel akte bırakmıştır. Yaşlılar Konseyine! Bu da bir içtihadtır. Öteden beri Arap ve mevali kabilelerinin kabile başkanı seçmede kullandıkları bir yöntem örnek alınmıştır. Ali’nin seçimi ise tam bir Halk İradesi ile olmuştur. Halk Ali’ye gelerek Onu Halife olmaya adeta zorlamışlar ve beyat etmişlerdir. Tüm Halife seçiminde ortak olan yön Halkın İradesine başvurulmasıdır. Ebu Bekr de, Ömer’de Osman’da ve Ali’de Halkın İradesine müracaat edilmiş olması Beyat edip etmemede halk özgür hareket etmesi Despot, totaliter zihinde Müslüman zihin arasındaki farkı ortaya koyması açısından önemli bir ayrıntıdır. Dört Halife dönemindeki Müslüman zihni Vahiyle inşaa edildiğinden Halife seçiminde Halkın reyine/Beyatine özel önem vermesi, Allah’ın Nas’a verdiği değer, halkın özgürlüğü, yönetimin halk için olma halka hizmet amacına mebni olması, istismarı, istibdatı, istikbarı çirkin görmesi, adaletle hükmedilmesinin emredilmesi gibi konularla ilişkilidir. Kur’an ve Nebevi Sünnet, Risalet sonrası devlet yönetiminin ilkelerini ortaya koymuş, nasıl ve ne şekilde olması, iktidar ve muhalefeti, halkın yönetimi denetlemesini, muhakeme usul ve şeklini Müslümanlara /Ümmete bırakmıştır. Rasulullah sonrası vahiyde kesildiğinden sorunlara ne şekilde nasıl çözümler bulunacağı ümmetin anlayışına, bilgi ve görgüsüne yani aklına bırakılmıştır. Rasulullah’ın vefatı günü başlayan Sakife de ki tartışmalar ve devam eden sorunlar hep bu boşluğun Ümmet tarafından doldurulmasından kaynaklandığı açıktır. Halife Osman’ın son dönemlerinde ümmetin muhalefetine rağmen dediğim dedik tavrını muhakeme edecek ve azil mekanizmasını otomatikman işletecek bir sistem/Nizam kurulamamış olmasıda ihtilafların büyümesine ve yönetimin Halife Ali’den sonra ehil ellere geçmemesiyle sonuçlanmıştır.
            Halifenin görev süresine bir sınır getirilmemiş olması sadece o günkü siyasi ve kültürel nedenlerdir. Kur’an’da ve Nebevi Sünnet’te bununla ilgili bir nasta yoktur. Görev sürelerinin belirlenmemiş olması siyasi ve askeri zorunluluklar nedeniyledir. Dolayısıyla sürenin belirlenmesi de belirlenmemesi gibi toplumsal maslahatla belirlenecek bir konudur. Halife Osman dönemi, Halifenin görev süresinin belirlenmemesinin  ne denli olumsuzluklara neden olduğunu göstermesi bakımından ibret verici olaylarla doludur. Yaşlanmış bir Halifenin etrafındakiler tarafından istismara açık olduğu/Olacağı/olabileceği  aşikardır.
            Halife Osman’ın dediği gibi, beytül malın harcanması ve devlet görevlilerinin halkla ilişkileri, halkın istek ve arzuları, şikâyetleri dikkate alınacaksa; Halife ne işe yarar?  Gerçekten böylemidir? Halife yani mü’minlerin emiri, mü’minlere canı çektiği gibi mi hükmeder? Onların istek, arzu ve şikâyetlerine uyup uymamada muhayyermidir?[6] Eğer böyleyse İslam dışı bir yönetimden farkı nedir? Öyle anlaşılıyor ki, Rasulullah’tan sonraki olaylar ve gelişmeler, siyaset, yöneten ve yönetilen ilişkileri; bir imtihan vesilesi olarak ihtiyaçlara binaen insanların ortak aklına bırakılmış olmasından ve ortak aklın gerekli tedbirleri ve düzenlemeleri tam olarak alamamasından kaynaklanmıştır. 
            İlk üç Halifenin (Osman’ın ilk dönemini de dikkate alırsak) Raşid Halifeler döneminde Hilafetin meşruiyeti Halkın onayı ve Biatı iledir. Buna azami dikkat edilmiştir. Aksi durumda Hilafetin gaspı sözkonusu olur ki hiçbir mü’min buna cesaret edemez. Ebu Bekr’in üç gün üstüste “beni azledin” demesi bu hassasiyettendir. Hilafetin saltana dönüşmesi ile meşruiyet halkın desteğinden kaderci bir söyleme dönüştü. Ziyâd b. Ebîh, ‘el-Betrâ’ di­ye meşhur olan hutbesinde: “Ey insanlar! Biz sizin yöneticileriniz olduk, Allah’ın bize verdiği güçle sizi yönetmeye devam ediyo­ruz...” demektedir. Mu’âviye, oğlu Yezîd’in veliaht olarak tayinine muhalefet edenlere karşı şöyle demiştir: “Yezîd’in durumu Al­lah’ın takdiridir, kulların kendi işlerinde seçim hakları yoktur.” Yani Halifelik Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak nitelendirilmeye dolayısıyla halkın buna hiçbir itiraz edemiyeceği bir düzleme indirgendi. Aslında bu anlayış Osman’ın son dönemlerinde kendisi tarafında  muhaliflere karşı dillendirdiği bir durumdur. Abbasilerin kurucusu  Ebû Ca’fer el-Mansûr hutbesinde şöyle demişti: “Ey insanlar! Ben Al­lah’ın yeryüzündeki otoritesiyim, onun tevfiki ve desteğiyle sizi yönetiyorum, O’nun malının bekçisiyim, O’nun arzusu ve irade­siyle o malda tasarrufta bulunuyorum ve O’nun izniyle o malı ve­riyorum...” diyerek meşruiyetini Allah’ın yeryüzündeki otoritesi/Gölgesi olma iddiasına bağlamıştır. Bu her iki meşruiyet algısı istibdada ve totalitarizme açık hatta teşvik eden bir anlayıştır. Halkın sürüleştirilmesini getirmiştir. Muhalefet biryana Konuşmaya bile korkan bir ahali haline getirilen bir toplum din adına istismara, istibdada, istikbara açık hale getirilmiştir.
Sultanlığın başlamasıyla yönetim alanında derin kırılmalar yaşandı. Bu kırılmaların zalim sultanların uydurma rivayetleri teşvik ve organize etmesiyle yaşandığı bilinen ve böyle olması da gayet doğal bir gelişmedir. Fıkhın genel istikametinde bu uydurma hadislerin adalet ve zulümle ilgili Kur’an Hükümlerinin önüne geçirilmesi yada ilgili ayetlerin bu uydurmalara göre tefsir edilmesi şeklinde olmuştur. Sahihi Müslim de yer alan ve Huzeyfe bin  el-Yeman’dan nakledilen şu rivayet ilginçtir;” Benden sonra benim hidayetimle hareket etmeyen, sünnetimi takip etmeyen hükümdarlar gelecektir.Aralarında kalpleri insan bedenine bürünmüş şeytanların kalpleri gibi olanlar bulunacaktır.’Ya Rasulullah  öyle bir zamana yetişirsem ne yapayım?’  Buyurdu ki;’ Hükümdarın buyruğunu dinle ve itaat et.Sırtını kamçılasa,malını gasp etse dahi dinleyip itaat et!”  Oysa bu ve bunun gibi rivayetlerin karşısında itaati değil, başkaldırı ve mücadeleyi emreden rivayetler ve Allah’ın Kur’andaki hükümleri göz ardı edilerek fıkıh  bu tür rivayetler üzerinde dizayn edildi. Gasp cürümünde hükümdarlar lehine fıkıhta bir istisna ve muafiyet alanı oluşturuldu. Ayni gasp fiilini işleyen gaasıb sıradan bir şaki olduğunda; ona ölüm pahasına karşı durulması, bu uğurda ölümün şehadet olduğu anlayışına karşılık, ayni cürmü işleyenin sultan olması durumunda itaattin emredilmesi ve fıkhında bu yönde dizaynı, adalet ve zulüm anlayışında bir muğlaklığa sebebiyet vermiştir. Her çoban artık sürüsüne karşı zulümle adalet arasında keyfi bir yol tutturmaya başlamıştır. Oluşturulan Saltanat fıkhı; despotizmi ve istibdadı meşrulaştırmıştır. Bu gün Halkı Müslüman olan Ülkelerde hala daha totaliter rejimlerin hayatiyetlerini devam ettiriyor olmasının altında Halkların din anlayışlarındaki bu evirilmenin etkisinin  büyük olduğu aşikardır. Öyleki bu gün Müslüman halkların din karşıtı seküler rejimlere boyun eğmelerinin ve hatta dini vecibelerini terke zorlayan (Baş örtüsü yasağı gibi) uygulamalara karşı tepkisizliğin temelinde, zalim yöneticilere karşı itaati emreden fıkıh anlayışıyla beslenen kültürün varlığı yadsınamaz.

“Unutmayın ki, hepiniz birer çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz: İnsanların başındaki idareci bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evi ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanı olup o da onlardan sorumludur. Unutmayın, hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”[7]  Burada dikkat edilmesi gereken husus, toplumda tek bir kişiye çobanlığın verilmemiş olması, sorumluluğun her bir ferde dağıtılmış olmasıdır. Gücü ve etkisi nispetinde her bir fert eli altındakinden sorumludur. Ki bu o günkü  toplumsal yapının Müslim yada gayrimüslim fark etmez siyasi,sosyolojik gerçekliğine uygun ama daha ileri  bir benzetme ve tanımlamadır. Tanrı Kâinatın Çobanı olarak nitelendirilirken, sultan/kral da toplumun Çobanıdır. Toplum bir sürü olarak görülürken Kral/Sultan tek yetkili ve sorumlu çoban durumundadır. Halifenin “Tanrının gölgesi” yakıştırması buradan gelmektedir. İslam bu sosyal ve siyasi anlayışı revize ederek herkesi etkisi oranında çoban kılmıştır. Sorumluluğu paylaştırmış, bireyi eşya olmaktan çıkartmış, özne haline getirmiştir. Ailesinden, mahallesinden, aşiretinden sorumlu olan bireyler elbette ki toplumsal sorumluluklardan izole edilemez.

Devlet ve yönetimi yani siyaset;  dünyaya ait işlerdir. İslam bu alana şiddetli bir ifadeyle Adalet/Kıst prensibini/ilkesini koymuştur. Yönetim/siyaset konusunu  “Siz dünya iş­lerinizi daha iyi bilirsiniz.” hadisine katmaktan başka çare yoktur. Hz. Ebû Bekir, kendisine biat edildiğinde bunu vurgulamış ve şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ben sizin hayırlınız olmadığım hâlde başınıza geçtim. Eğer benim doğru yaptığımı görürseniz destek olun, yanlış yaptığımı görürseniz düzeltin.”  ‘Nasılsanız öylece yönetilirsiniz’ ilahı mesajının anlamı yönetim konusu size aittir. Ma’rufta birleşirseniz marufa muhatap olursunuz. Hilekarlık, arsızlık, istismar peşinde koşan bir toplumsanız istismara muhatap olursunuz. İyiler iyileri tercih eder. Kötülerde kötüleri. Bu açıdan toplum yönetiminin, yasama ve yürütmeye yetkili meclislerin Halk tarafından seçilmesi ilahi mesajada uygundur. Dinde zorlamanın olmaması, nasılsanız öyle yönetilmek, dünya işlerini halkın daha iyi bilmesi halk iradesinin önemine işaret olarak yorumlanmalıdır.

            İslamdaki Yönetim tarzı ile ilgili  davranışlar hukuki naslardan ziyade ahlaki temellere oturan kural ve davranışlardır. Hilafet modeli Kur’andan ve Rasulullah’ın tavsiyelerinden neşet etmiş bir yönetim şekli değildir. Böyle olsaydı, alelacele Beni Saide sakifesinde toplanılmaz ve tartışılmazdı. Zira Kur’anda ve Resulün emir ve tavsiyelerinden ne yapılacağı bilinirdi. Demek ki Rasulullah’tan sonra oluşturulan yönetim şekli, Müslümanların zannı, akli ve tarihi, sosyal tecrübelerinden, birikimlerinden çıkarttıkları bir sonuçtur. Hatta Ensar’ın ve Muhacir’in yönetim/siyaset ile ilgili mülahazaları çoğunlukla İslam öncesinden gelen ve halen toplumun hafızasında saklı kalan kabileci anlayışlarına istinat ettiği bir gerçektir. Yönetimin Kureyş’ten olup olmaması ile ilgili tartışma bunu göstermektedir. Hatta Kureyş’ten olmak bile yetmiyordu Haşimi ya da Ümeyyeoğullarından olmak gerekiyordu ki bu da eski cahiliye dönemindeki töreler gereği idi. Nitekim Ebu Bekr’in Halife olmasına Ebu Sufyan’nın itirazı buna dayanmaktaydı. Bu anlayışın Kur’an ve Sünnete istinat etmesi durumunda Osmanlı Hilafet’ini batıl kılacağı açıktır. Oysaki öyle olmamış Osmanlı hilafeti Hilafet tarihinin en iyi örnekliğinden birini  sunmuştur. Dolayısıyla Rasulullah sonrası dönemde yönetim/siyaset alanındaki uygulama ve anlayışların  icma kapsamına alınarak vazgeçilemez, değiştirilemez,sorgulanamaz bir konuma getirilmesi,naslaştırılması; Allah’ın hükümlerinin yanına bir başka hüküm ihdas etmek anlamına gelir ki, bu durum; İslam Milletinin Kur’an ve Nebevi Sünnet gibi iki değerli hazineye sahip olmasına rağmen özgün bir sosyo ekonomik,politik bir İslam sistemi/Nizamı ortaya koyamamasına sebep olmuştur. Zaten bu anlayışın batıl olduğu İslam Alemini getirdiği halden de bellidir. İslam’ın asli kaynakları olan Kur’an ve Nebevi Sünnette yönetim modeline ilişkin bir emir ve nehiy göremiyoruz. Bu alan adalet, kıst, özgürlük, eşitlik, ma’ruf, güzel ahlak, isar v.b. ilkeler çerçevesinde Müslümanlar tarafından inşaa edilecektir. Toplumların tarihi seyri içinde teşekkül etmiş tecrübeleri, siyaset bilimi, İslam’ın ilkeleri en uygun yönetim şeklini kurmaya toplumu yetkili kılmıştır. Bunun adının demokrasi[8],cumhuriyet, kırallık, hilafet v.s olması çok da önemli değildir. Demokrasi derken kastettiğimizin a dan z ye Batıdaki sosyo ekonomik kültürel, politik yaşam tarzı olmadığı izahtan varestedir. Yönetimin Halk İradesine bağlı olması, halkın seçimi ile yönetimin/İktidarların belirlenmesi, iktidarı denetleyen bir parlamentonun ve Yüksek Yargının olması, muhalefetin iktidarı özgürce denetlemesi, takip etmesi, belirli dönemlerde halkın iradesine anayasa gereği müracaat edilmesi, hukukun ve nizamın  üstünlüğü, insan haklarına riayet, hak arama yollarının serbestliğini kasteddiğimizin anlaşılması lazımdır. Yoksa Batının süfli hayat felsefesinin ve pratiğinin kastedilmediği açıktır.

Kim ne derse desin ülkelerin ve toplumların sosyo ekonomik, tarihi, kültürel, siyasi yapıları birbirinden farklılıklar oluşturmaktadır.  Bu farklılıklar tüm İslam Ülkelerinde sorunların çözümünde ve bir islam toplumu oluşturmada ayni sosyal/ideolojik reçeteye izin vermemektedir/Vermeyeceği açıktır. Dolayısıyla İslam’ın sabitelerinden/İlkelerinden hareketle, her ülke ve toplum için farklı farklı reçeteler sunulması kaçınılmazdır. Bu farklılıklar zannidir, aklidir ve içti hadidir. Bu itibarla bu reçeteler kabul edileceği gibi red de edilebilir. İslam’da muhalefet yoktur anlayışı bu açıdan da batıldır. Tarihten bu güne kadar, iktidardakilerin zanni ve akli tasarruflarına karşı çıkan muhalefeti dini gerekçeler öne sürerek susturması kabul edilir bir durum değildir. Ve bu durumun dini istismardan başka bir anlamı da bulunmamaktadır. Unutulmamalıdır ki, dört Halife ile tanımlanan Hilafetle Saltanatı birbirinden ayıran üç unsur vardır; 1- Adalet/Meşruiyet 2- Hilafeti belirleyen akil adamlar meclisi/Şura  3- Halkın beğenmesi/ Kamuoyu desteği. Bu üç unsur sadece hilafetle saltanatı birbirinden ayıran beyyine değil İslam’ın öngördüğü bir yönetim şeklinin üç ana unsurudur.

            Laisizmin Batıda bir zaruretten doğup doğmadığı İslam dünyasını çokta ilgilendirmiyor. Devletin insanların bedenine, Kiliseninde ruhuna egemen olmasına karşın  Batıda neşvünema bulan laikliğin, Müslüman toplumlarda bu denli hararetle savunuluyor olmasının hiçbir bilimsel temeli bulunmamaktadır. Zira, “ dinde zorlama yoktur”  İlahi Hükmü ve Nebevi Sünnet ile 1400 yıllık İslam toplumlarının tarihi tecrübesi ile sabittir ki, karşılıklı saygı ve hoşgörü içinde herkesin hak ve yükümlülüklerine uyması durumunda İslam toplumları dini inanç ve felsefeler ile  inanç ve ameli pratiklerinin  teminat altına alındığı tüm açıklığı ile görülmektedir.
             Son olarak batı medeniyeti ve demokrasi deneyimi ile ilgili olarak radikal İslamcı geleneğin en önemli  beyinlerinden merhum Şehid  Seyyid Kutup’un değerlendirmeleri dikkate değerdir. “Şimdi bu uygarlığa ilişkin yargımız ne olacaktır? Uygarlığın zirvesine ulaşan ülkelerde yıkılışa doğru yönelen, insanlık için en büyük tehlike oluşturan, çılgınlık, ahlaksızlık, sapıklık ve psikolojik her türlü hastalığa ortam hazırlayan bu uygarlık hakkında yargımız ne olacaktır?
Hakkında idam kararı mı vereceğiz? Doğrusu, suça ve onun şartlarına eşit bir hüküm! Başta Alexis Carrel olmak üzere feryat ve imdat çığlıkları atan Batılıların bu uygarlık hakkındaki yargısı budur.
Fakat hemen belirtelim ki bu uygarlık hakkında idam kararı vermek, insanlık için en iyi çözüm değildir. Her şeyden önce bu sanayi uygarlığı hakkında idam kararı vermeye yetkili değiliz. Çünkü bu uygarlık insanlığın tarihinde yeri ve önemi olan doğal bir üründür. Bu dünyaya başka gezegenden gelmediği gibi rasgele ve kendiliğinden de ortaya çıkmış değildir. O halde, bu uygarlık, tarihin uygun bir zamanında insanlığın doğal bir ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkmış, kökleri derinlerde olan bir uygarlıktır. Bu nedenle idam kararına layık değildir. İnsanlığa karşı işlediği bu kadar korkunç cinayetler nedeniyle hakkında idam kararı versek bile, bu kararı kabul etmeyecektir.” Görülmektedir ki Seyyid Batı Medeniyetine önemli rezervler koymakla birlikte Onu toptancı bir yaklaşımla üzerini çizme taraftarı değildir. Bu yapılsa bile bunun bir anlamı ve faydasının  olmayacağının altını çizmektedir.  Ya demokrasi ile ilgili görüşleri? Seyyid Kutup bu konuda ise,  Yoldaki İşaretleri bir manifesto olarak kabul eden  bazı aşırı  takipçilerinin aksine  farklı düşünmektedir. O demokrasiyi ‘şirk’ ve ‘Cahiliye’ olarak değil, geri kalmış İslam toplumları için reform ve bilinlenmeden sonra müspet etki yapacak bir araç olarak görmektedir: "karnını doyurmak için çöp bidonlarından topladığı yemek artıklarındaki kurtçukların bağırsaklarını kemirdiği insanların kol gezdiği bir topluma Demokrasi gelse ne olur, gelmese ne olur, çünkü böyle bir toplumda zenginler, ağalar, paşalar, seçkinler, güçlüler vd. bunlara gidecek ve oylarını rüşvetle, aldatma ile, tehdit ve korkutma ile, yalan dolanla alacak ve parlamentoya gidecek, tekrar tekrar seçilmeleri için de yasaları çıkarları doğrultusunda oluşturup çıkaracak ve çıkarlarına hizmet eden bu çark böyle dönmeye devam edecek" Fakirlik,açlık,yoksulluk,bilinçsizlik ve eğitimsizliğin egemen olduğu bir vasatta ‘seçim’ sisteminin işe yaramayacağı görüşündedir. Totaliterizm, istibdat ve despotizmin yarattığı ayrıcalıkları,korku ve baskıları,aldatma ve istismarları  olumsuzlamaktadır.
Son Değerlendirme

      Müslüman siyaset bilimciler,İslam düşünürleri ve alimleri; İslam'ın Tevhid, adalet,eşitlik ve özgürlük temeline yakışır bir yönetim şekli üzerinde kafa yorma zamanı geldi de geçiyor bile. 1400 Yıl öncesinin dünyasında  geçerli ve başka da bir örneği olmadığı  hakim yönetim şekilleri krallık, sultanlık gibi mutlak monarşiliğin  adalet ve meşveret elbisesi giydirilerek uygulanmış olması, hala daha bu sistemin alternatifsiz olarak uygulanması gerektiği anlayışının bir dogma haline gelmiş olduğunu göstermektedir. Bu günün dünyasında bu monarşik yönetim şeklinin İslamın mutlak  ve vazgeçilemez yönetim şekli olduğunu iddia etmek, meseleyi ne aslen ne şeklen anlayamamaktır. Daha da önemlisi müslüman halkların Batı toplumları karşısında hep ikinci,üçüncü kompartımanda  kalmasını kendi elimizle sağlamış olmak anlamına gelmektedir.  İslam Aleminin hali hazırdaki  edilgenliğinin temelinde  bu vardır. Ve etken duruma gelmesi  İslamın ruhu ile uyumlu  bir yönetim şeklinin  müslümanlar tarafından  ortaya koyulması elzemdir.  Anlaşılması gereken en önemli husus,  toplumların  krallık,sultanlık, halife, imam, velayeti fakih gibi isimler adı altında  şekillenmiş şahıs bazlı  otoriter  vesayetlerden artık hoşlanmıyor ve  toplumların ruhuna  zor geliyor olmasıdır. İslam toplumları siyasal alanda bi,r devrim için harekete geçmelidir. Bu devrim siyasi erki ele geçirmek değil, yönetim alanında ortaya konulacak örneklik açısından olmalıdır.  Bu yeni anlayışın öncüleri, Halkın takdirini ve güvenini  kazanmış  siyasetçi, alim, fazıl, aydınlardan oluşan  münevverlerden oluşacaktır.  Halk desteği ile halkın  halk için yönetimi  amaçlanmalı, bu amaca yönelik yapılanma ile  Tevhid, Davet, adalet,  eşitlik, özgürlük  temelli bir sistem, sadece  Müslüman Halkları değil tüm dünya halkları için cazibe merkezi oluşturacaktır. Aksi takdirde, sultanlıklar, krallıklar ve  fakihlerin vesayetinde  istibdat, baskı, nizamsızlık, keyfilik altında bir siyasi atmosfer müsliman halklara egemen olacaktır. Bu durmun en ciddi  etkisi, İslamın Davet ilkesini  bloke edip işlevsizleştirmesi oladuğu/olacağı artık anlaşılmalıdır. Müslüman Halkların islami yaşam tarzından hızla uzaklaşmasının temelinde büyük ölçüde bu vardır. 
     Üzerinde durulması gereken  bir başka  önemli husus ta; İslam Hukukunun/Şeriatının  uygulama anlayışındaki   zaafiyet ve trajı komik örneklerdir. Bu anlayışın yönetim şeklinden  ayrı olması düşünülemez.  Arabistan daki krallığın, şeriatı uygulama anlayışının elbetteki asık suratlı  ve  çarpık olması   gayet normaldir.  Despotik bir krallıktan ancak  çarpık bir hukuk uygulaması tezahür edecektir.  Müstebit bir yönetimin elinde, rHalklara Rahmet olan  İslam ve Şeriat, baskı aracına dönüşecektir. Oysa Medine i Fazıla'da Rasulullah'ın adil, eşitlikçi, özgür yönetim anlayışı altında geçen döneme  "Asr ı Saadet" denmesi boşuna değildir. 
          Şu sorular sorulmalıdır;  Şeriatı insandan ve Halklardan üstün  kabul  eden bir yönetim anlayışı ne kadar İslamidir?  Yöneticileri sorgulamayan ve yargılamayan bir Şeriat Yönetimi  ne kadar meşrudur? 
         Abraham Linkoln'ün  daha 1863 tarihinde halka hitaben yaptığı ünlü Gettysburg  konuşmasında;"Tanrının şahitliğindeki bu Ülkenin  yeni bir özgürlük doğuşu yaşamasını sağlayalım ve Halkın, Halk tarafından Halk için  yönetimi olduğu bu Devlet yeryüzünden  silinmesin!" tespit ve temennisi  daha bu konuşmadan yüz yıl öncesindeki Feodal yönetimler altında raiya olarak yaşayan halkların durumuyla mukayese edildiğinde  yaşanan devrimin  boyutu ortadadır.


[1] Sekaley Hadisi muteber şia ve sünni kaynaklarında mütevatir/sahih rivayet olarak geçer.”…Kur’an ve Sünnetimi en iyi bilen ıtretim!”
[2] İcmaı Ümmetin ; Dinin kaynaklarından sayılması, tarihi ve zanni olanın naslaştırılmasıdır ki  tüm tevhidi dinlerin  asli mecrasından  sapmasının başında gelen  sebeblerden biridir.
[3] Taberi;Tarihur-Rusulu ve’l – Muluk,2.cilt 488. sayfa.
[4] Günümüz Şiasında ki  Velayeti Fakihe, vahiy ve nebevi sünnette hiçbir işareti olmayan  anlam  yüklemelerinin, muhalefeti,eleştiriyi ortadan kaldırdığı, yönetime kulluğu beslediği ortadadır. Zamanın İmamı (!) ile görüşen,onunla iştişare eden bir  Rehber’in  hangi sözüne,hangi icraatına,hangi tavsiyesine  ‘hayır’ denebilir? İrandaki sorunun kaynağı burada yatmaktadır. Osman’ın yaşlılığı döneminde başlayan süreç; sünni,şii ayırdetmeden  yönetim/devlet olgusunu  kutsallaştırmış, dokunulmazlık ve eleştirilmezlik zırhına sokmuş, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi konumuna getirilerek putlaştırılmıştır.
[5] “Unutmayın ki, hepiniz birer çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz: İnsanların başındaki idareci bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evi ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Köle, efendisinin malının çobanı olup o da onlardan sorumludur. Unutmayın, hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” Buhârî, “Cum’a”, hadis no: 844; Müslim, “İmâre”, hadis no: 3408.,

[6] Bilindiği gibi Halife Osman’la O’na  Başkaldıranlar arasında şöyle bir diyalog geçmiştir: “Hangi hakkınız çiğnenmiştir? Allah’a yemin olsun ki, kendisi hak­kında ihtilafa düşmediğiniz selefinin (Ömer’i kastediyor) seviyesi­ne ulaşma konusunda kusur etmedim. Mal artacağı kadar arttı, bu artan konusunda istediğimi yapma hakkına sahip değilsem, niçin halife oldum?” İsyancılar, onu ablukaya aldıklarında ona şöyle de­diler: “Fasık görevlilerini başımızdan uzaklaştır! Canımız ve malı­mız konusunda güveneceğimiz kimseleri tayin et! Ve haklarımızı bize geri ver!” Hz. Osman şöyle cevap verdi: “İstediklerinizi ta­yin edip istemediklerinizi görevden alacaksam ya ben kimim? O zaman her şey sizin elinizde demektir! “Allah’a yemin olsun ki, ya dediğimizi yapar, fasıkları görev­den alırsın ya da seni öldürürüz. Gerisini sen düşün.” Osman da, “Allah’ın bana giydirdiği bu gömleği asla çıkarmam”
[7] Buhârî, “Cum’a”, hadis no: 844; Müslim, “İmâre”, hadis no: 3408.,
[8] Demokrasi müslümanlar arasında, batıdaki uygulanışı,hayat tarzı ve Batılı Ülkelerin dış siyasetleri açısından  alerji uyandıran bir kavrama dönüşmüştür. Batı karşıtlığı, demokrasi karşıtlığına, demokrasi karşıtlığı İslam Ülkelerinde totaliterizmin beslenmesine zemin hazırlamış ve devamını sağlamıştır. Mısırda Hünü Mübaret Faşizminin tek alternatifi demokratik muhalefet bu nedenlerle bir türlü ortaya koyulamıyor ve bu Rejim oğul Mübarekle devam etmekle Halk iktidarına dönüşmek arasında bir bir dengede durmaktadır bugün.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası