Müslüman Toplumların
 Yönetim Şekli Üzerine
Bir Deneme

Zorba Kardeşin Karşısında Habil Olabilmek

            Fıtrat “barış/sulh” karakterlidir, çatışma ve kaos değil. Yani ‘Müslim’dir. Adem as dan bu yana gelmiş ve geçmiş tüm elçiler,resuller ve peygamberlerin barış eksenli bir Davet yöntemi izlemeleri bundandır. Dinde zorlama yoktur. Birey açısından da böyledir, toplumlar içinde. Savaş arızidir, barış ve kardeşlik esastır. Neticede insanlar birbirlerinin ya dinde kardeşidir yada beşer olarak kardeştirler. Baskı ve şiddetin yani Savaş’ın kapısı bir kez açıldığında bunun sonunun gelmeyeceği malumdur. Bu durumda artık şiddet ve zorbalık, siyasetin bir parçası olur. Habil’in idealist barışçıl tavrı, Kur’an da örnek gösterilir; "Eğer Sen Beni öldürmek için Eli’ni Bana uzatacak olursan, Ben Elim’i Sana uzatacak değilim. Çünkü Ben Alemler’in Rabb'i olan Allah'tan korkarım,Elbette Senin kendi Günahı’nı ve benim Günahım’ı yüklenmeni, böylelikle Ateş'in Ashabı’ndan olmanı isterim. Zulmedenler’in Cezası budur." demiştir. Nitekim Habil kardeşi tarafından katledilir ve Habil elini dahi kaldırıp şiddet kullanarak kendini savunmaz. Bu ideal bir tavırdır. Kimse Habil’in kaybettiğini iddia etmez/edemez. Ama Kabil konusunda tüm dünyanın ittifakı malumdur. Habil masumiyetini koruyarak; öldürmeyi, dolayısıyla şiddeti tüm insanlığın vicdanında mahkûm etmiştir. Gerçektende "şiddet ve katl" insanlığın tarih boyunca mahkum ettiği eylemlerden olmuştur.Bu Habil’in zaferidir. Ve insanlık tarihinin ilk barışçıl zaferidir. İslam savaşta bile aşırı gitmemeyi ikaz eder. Ne kadar zarar verilmişse o kadar. Affetmek fazilettir. Peygamberi Yöntem; Davettir. Davet ise barış ve esenlik temellidir. Tüm Tevhid Mücadeleleri tarihi boyunca, Davetin yönteminde savaşın arızi, Barışın ise esas olduğunu görmekteyiz. Davet esaslarının, siyasetin ve yönetim anlayışının; şiddeti, baskıyı ve istibdadı dışlayan, Barışı/sulhu esas alan bir temelde inşaa edilmesi Müslümanlar açısından bir zorunluluktur. Vahiyle çerçevesi çizilen Tevhidi dünya görüşü ve buna bağlı İslami yaşam tarzı ile hâlihazırdaki Müslümanların durumu arasındaki uçurumun/farkın kapatılması, büyük ölçüde buna bağlıdır. Siyaset barışçıl temelli ve hoşgörü karakterli olmalıdır. Kafirun Süresi bize bunu anlatır. Dinde zorlama yoktur. Birlikte yaşamamız bir zorunluluk ise sizin dininiz size bizim dinimizde bize.Biz sizin taptığınıza tapmayız sizde bizim taptığımıza. O halde anayasal bir düzen içinde herkes kendi sınırlarını  bilmelidir. Dayatma ve baskı çatışmayı doğurur. Bu ise düşmanlık,kin , kan ve gözyaşı demektir. İslam ise bunu salık vermez. Kendi söyleminin gücüne inanır ve 'hodri meydan' der. Allah'a Davet'ten dava güclü ve etkili  ne olabilirki? “Barış içinde tartışmaktansa, güç kullanmada ısrar edenler ve bunu reddedenler daha sonra orman kanuna yönelirler. Bu durumda, peygamberlerin hepsi aynı tavrı, yani Habil’in tavrını benimsemişlerdir. “Bize yaptığınız eziyetlere elbette katlanacağız.” (14/12) Bu şekilde peygamberler gerçek demokrasi ilkesini ortaya koymuşlardır. Modern demokrasilerin hatası, onların bir tiran ya da diktatör gibi öldürmeye ve saldırıya izin vermesidir. Doğru olan yol bu değildir; doğru olan yol, bir baskı oluşturmaksızın toplumun kendisi bir dönüşüm sağlayana kadar barış içinde hareket etmek, çaba göstermektir….Günümüzde Müslümanlar modern demokrasinin ilkelerini ve insan haklarını kabul etmiyor. Peygamberler tarafından ortaya konan insan hakları bariz bir şekilde “haklar” değil “görevlerdir”. Baskı yoluyla değil, ikna ve tartışma yöntemiyle doğru toplumu kurmak ve korumak bizim görevimizdir. Baskı kullananlar neredeyse diğerlerini de baskı kullanmaya çağırmaktadırlar. Bu durumda hem galip hem de mağlup orman kanununu uyguluyor olacaktır. Her ikisi de peygamberlerin bize öğrettiği gibi, cehennemde cezalandırılmayı hak edeceklerdir. Bunun sebebi, her iki grubun da İlah olarak Gücü kabul etmeleridir. Bu, pek çok insan için engel oluşturmakta ve çoğunlukla anlamayı da engellemektedir. Peygamberler, savundukları fikir yüzünden toplumun temsilcileri tarafından incitildiklerinde kendilerini savunma yoluna gitmemişlerdir. Bu yüzden biz de incitilmeye katlanmak zorundayız ve insanların inançları ve fikirleri uğruna incitilmedikleri bir millet olarak kendilerini geliştirmeleri için toplumu teşvik etmemiz gerekmektedir.( 7/88-89, 2/174 ve 10/71)” [1]

    Tağut : Demokrasimi, Despotizm mi?
            Despotizm dayatmacı ve baskıcıdır. Şiddet ve korkutma tabiatlıdır. Hukuksuzluk ve keyfilik  genel ahlakıdır. Sansür ve 'vurun konuşturmayın' anlayışına sahiptir. O nedenle despotizmin egemen olduğu  yönetimlerde zindanlar siyasi ve  düşünce suçluları(!) ile doludur. Kötü muamele, işkence, siyasi cinayetler vakai adiyeden ve yaygındır. Batılı demokrasiler de ise bu sayılanların hiçbiri yoktur. Olsa da lokal ve münferidtir. kanun ve nizam egemendir. Her görüşün  örgütlenme ve  kendini ifade etme hakkı anayasal güvenceye alınmıştır. Bu nedenledirki,İslamla uyum içinde olan ve yakışan yönetim anlayışı demokrasidir diyoruz. Ancak felsefi arkaplanı değil usul ve araçlarının kastedildiğini belirtmeme  bilmem gerek vermıdır!?
            Şirk,Tağut ve tağutilik, darun nedve, istikbar, istismar, cahiliyye, cahili toplum, darun nedve gibi kavramlar  Vahyi  bağlamında  ne manaya geldiği, neyi anlattığı tam olarak kavranamaması ile günümüzde neye tekabül ettiği noktasındaki kafa karışıklığı; sahici siyasi çözümlemeler yapmamızın önünde engeller oluşturuyor. On asır öncesinin fıkhi, kelami kalıpları ile bu günün insanını, toplumunu, siyasetini, hukukunu tanımlamak, düzenlemek, belirlemek mümkün görülmemektedir. Zira hala bu kavramların toplumsal tezahürleri üzerinde tartışmalar devam ettiğine göre açıkça ve net olarak ortaya koyulamadığı anlaşılmaktadır. Tağut, Darun Nedve, cahiliye, Firavun, Nemrut; siyasi ve idari olarak, halklar üzerinde ezici bir gücü, halkların inanç haklarını ipotek altına almayı, kesif bir zorbalığı temsil eder.[2] Günümüz dünyasındaki karşılığı ise totaliter, diktatör, istabdat yönetimleridir. Temel özellikleri; muhalefetin yasaklanması, inanç ve düşüncelerin yasaklanması, hukuksuzluk, işkence,yargısız infaz, sansür, baskı, hoşgörüsüzlük,  keyfi yönetim, nizamsızlık v.s. Buna karşılık, Tevhid, adalet, özgürlük, eşitlik, Tevhidi toplum, Ümmet,  Darul Erkam kavramları da 1400 yıl önceki sosyal ve siyasal hayatın pratiğinden doğan ve korunabildiği, nakledilebilen kadarıyla, rivayet edilebilmiş bilgi parçalarıyla açıklanmaya çalışılmaktadır. Emevilerin 80 yıl ve peşinden Abbasilerin 750 Yıllık Saltanatları döneminde oluşturulan dini anlayış ve fıkhın;  Vahyin önüne çektiği devasa duvar da; gerçeğin ne olduğunun Vahiyle ortaya koyulmasındaki çabalara en büyük engel oluşturduğu aşikârdır. Yani Vahyi ilkelere istinat eden bir siyaset, yönetim ve medeniyet anlayışını formüle eden bir program ortaya koyulamamaktadır. Bunda elbetteki  asabiyetlerin ve şovenist duygularında  rolü vardır. Allah’ın birleştirmeyi murat ettiğini parçalamak, ayrıştırmak, ötekileştirmek, Tevhidi İslam Anlayışının değil, Emevi İstibdadının ve Abbasi Nifakının eseridir. Bu günkü yansıması ise; mezheplerin, cemaatlerin, hizipçi anlayışların Ümmeti darmadağın, bölük pörçük etmiş olmasıdır. Artık bilinmeli ve anlaşılmalıdır ki, iktidarları halkın belirlemesi, seçmesi ve azletmesi, anayasal parlamenter yönetim şekli olarak demokrasi insani ve İslami olandır. Emevi ve Abbasi yönetimleriyle oluşturulmuş Halk/Devlet/din ilişkisi İslam’dan ve insaniyetten uzaktır. Bu anlayışın günümüz mümessillerinin devlet olma adına gerçekleştirdikleri mabetlerde, meskûn mahallerde dehşet verici yöntemlerle kitlesel katliamlara neden olan menfur eylemlerinin, Müslümanların ve gayrimüslimlerin gözünde ne anlama geldiği aşikardır. Şiddet putunun müritleri olan sapkınlara Barıştan bahsetmek beyhude bir gayret olacaktır.  Yine de Âdem’in evladı olduğumuzun, barış içinde şiddete başvurmadan tartışmayı, ikna ve hikmetle Allah nezdinde ki masumiyetimizi koruyarak Davet eksenli, Ahiret hedefli yeryüzü merkezli bir hayat kurmak mecburiyetimizin olduğunu anlamalıyız, anlatmalıyız.
1400 Yıllık Vahiy dışı ve Vahiyle bağdaşmayan yönetim pratiği ve geleneğinin İslam’dan zannedilmesi yanılgısı; Müslümanların aşması gereken en ciddi handigapı oluşturmaktadır. ‘Demokrasi küfürdür’ diyenlerin diktatörlerin, kralların, sultanların müstebit rejimlerine karşı ayni hassasiyeti gösterdiğini göremiyoruz. Gelenekten gelen bu tavır, zalim, fasık ve facir  sultanların, çocuk yaşta sultan ilan edilenlerin, siyasetçi ve ordu komutanlarının vasi adı altında Halifeliği(!) elegeçirmeleri hep meşru görülmüş ve kabullenilmiştir. Bu bir avuç yönetici elitin,  tağutlaşarak insanlara nasıl inanmalarını ve bunu zorla dikte eden totaliter rejimlerle ilgili olarak meşruiyet noktasında bir değerlendirme yapıldığını, sünni siyasi düşüncede göremiyoruz. Yapılan statükonun,olup bitenin meşruluğunu ilan etmek olmuştur. Yine ayni kesimler tarafından oluşturlan İcmai ümmet kuramı ile de; ilan edilen despotik yönetimlerin meşruiyetleri üzerindede bir layusellik zırhı oluşturulmuştur. Tüm bu vasat üzerinde, Müslümanlar Dünyadaki son iki asırdaki yönetim anlayışında meydana gelen değişimi anlayabilmiş, değerlendirebilmiş değildir.  Anayasal düzen, parlamenter sistem, Halkın yönetime katılması, iktidarı belirlemesini İslam dışı görenler, yönetimin zorla gasp edilmesini, babadan oğla geçmesini, despotik uygulamalarını, halkı tebaa, reaya olarak görmesi dinden zannedilmiştir. Halka yönetim karşısında reva görülen ‘koyun’ rolü bu kesimlerin pek hoşuna gitmiş gözükmektedir. Oysa İslam’mış gibi telakki edilen bu yönetim şekli; Emevilerde, Abbasilerde, Bizans ta, Iranın Kisrasında, Kara Avrupa’sındaki krallıklarda, Orta Asya Bozkırlarındaki Kabilelerde, Çin Hanedanlığında görülen ve birbirinden etkilenen, örnek alınan yönetim şeklidir ki İslam’la da alakası bulunmamaktadır. İslam halkın seçimini (Beyat) istişareyi, adalet ve özgürlüğü değişmez ilke ve prensip olarak koyarken, adaletsizliği, nizamsızlığı, keyfiliği, kanunsuzluğu nasıl İslami olarak nitelendirebiliriz!?
Konuyla alakalı  olarak günümüz İslam Düşünürü Cevdet Said’e  kulak verlim;Günümüzde Müslümanların bir sloganı var. “Demokrasi kâfirliktir” diyorlar. Ama bu insanlar tağut tarafından yönetilmeye razılar ve insanlara nasıl inanmalarını dayatarak tağut olmakta sakınca görmüyorlar.   Bu yüzden biri çıkıp da Arkoun’un dediği şeyin temelsiz olmadığını söyleyebilir. Biz Müslümanlar henüz tağut ve tağuta tapınma ile alakalı olarak dünya üzerinde meydana gelen değişimleri anlayamadık. İkbal’in dediği gibi; insanlar tağutu reddettiler, ama henüz Allah’a inanmadılar. Bu şu anlama geliyor ki gelişmiş ülkelerde insanlar tağut tarafından yönetilmeye tahammül edemiyorlar. Onlar kendilerini bundan kurtardılar. Fakat tağuttan kurtulması için başkalarına yardım etmek de onlara kalmış. Batı bunun gerçekleşmesini istemez. O, başkalarının kendi tağutluğunu açığa vurmasından oldukça korkar. başkaları tarafından kontrol ediliyor olmamız sebepsiz yere olmuyor. Acınılacak derecede anlayışımız kötüleşti. Başka ülkelerin bizimle alay etmesi onlara çekici geliyor. Gerçekten de diğer milletler bizi rasyonel insanlar olarak değil, mitolojik/mitik insanlar olarak görüyor. Artık kullanılmayan silahları bize sattıklarında bu, halen bizim mitolojik/eski bir çağda yaşadığımızı kanıtlamaz mı? Bir insan, dünyada olup biteni insanlara öğretmek konusunda insanları ikna etmenin değerini takdir etmediği zaman; bu, böyle bir insanın mitolojik bir çağda yaşadığını göstermez mi? …. Allah’ın yasası sadece kişisel düzeyde ki adaletin değil aynı zamanda sosyal düzeydeki adaletin ağır basması ile fark edilir. Bizlerin, bir insanın anlama kabiliyetini nasıl kaybettiğini görmeye ihtiyacımız var. Dogmatik akıl yapısı ve Ortodoks algı ile ilgili belli bir araştırma sunuyor. Bu, analiz etme ve anlama yeteneğini kaybeden insanın durumuna odaklanan modern bir araştırma örneğidir. Ortodoks ve dogmatik düşünceyi anlamak zorundayız. Çünkü biz İslam dünyasında, atalarından miras aldıkları şeylere yapışıp kalan ve gerçeklik ve tarih bilmeyen insanlarla iletişim içindeyiz. Objektif şartlar, tavırda bir değişiklik gerektirdiğinde aklı dogmatik kalmış biri, bu değişimi sağlayamaz. Ve İslam dünyasında tam da olan şey budur. Bu dogmatik ve Ortodoks zihinsel tutum, Muhammed İkbal’in bilimsel çağ öncesinde insanların durumuyla kastettiği ve Malik bin Nebi’nin 20. yüzyılın insan aklına ne kazandırdığından bihaber bir adamın ağzını bir şey demek için her açtığından sadece istihza duygularını harekete geçirdiğini söylediğinde kastettiği şeydir. Çok doğru ki, İslam dünyası kelimenin tam anlamıyla kültürel salgına maruz kalmış durumdadır. Fakat bu tedavi edilemez anlamına gelmez. “ [3]
            İran Devrimi şiddeti değil sevgiyi ve barışı esas alan bir devrimdi. Hatırlayın ki halka ateş eden askere halk bağırlarını açıyordu sadece. Ve onların ellerindeki barut kokan namlularına karanfil takıyorlardı. İşte bu Sevgi İbrahimi Dinlerin, Nuh’tan Muhammed’e tüm peygamberlerin azgın kavimlerine karşı kullandığı dildir.  Ve bu sevgi, merhamet ve barış temelli DAVET, İranda yankı buldu, Asker Şahı terk etti; Halkın ve Hakkın yanına döndü. Ve Şehinşahlık rejimi çöktü. Sevgi, merhamet ve Barış temelli Davet, Tahmili Savaşla topluma egemen olan hamaset ve güvenlik endişesi içinde toza dumana bulandı. Özgürlük, adalet, eşitlik yerini istibdata, baskı ve adaletsizliğe bıraktı. Bu nedenle de Muhteşem İslam Devrimi ne İranlıların sadrına şifa oldu nede Ümmetin derdine!  Neden mi? Mütefekkir Cevdet Said’e kulak verelim;  “ Şehitlerin en onurlusunun ne anlama geldiğini Müslümanların anlamaları daha ne kadar zaman alacak? “Şehitlerin en asili, zulmü karşısında gerçeği söylemek için zalim hükümdara karşı duran ve bu uğurda ölendir.”  İnsanların İran olayını anlamaları ne kadar zaman alacak? Onlar sokakları ve dükkânları ateşe vermediler. Sadece sokağa çıkma yasağını çiğnediler ki, bu da mükemmel bir sonuç vermiştir. İnsanlara peygamberlerin mücadelesini öğretecek kimse, o mücadelede bir şeyi ateşe vermez, çalıp çırpmaz. Kimse incinmez ve herkes güvendedir. Zalim bir sultana hakkı ve adaleti hatırlatmak… Yani günümüzde muhalefetin, söylemin gücü; ilim ve hikmet temelli olmasından gelir.  Buradaki safiyet Allah’ın yardımını; zoru kolaylaştırmayı getirir. Neyin peşindeyiz, neyi nasıl yapacağız, yöntem ve usulümüz noktasında Vahyin Rehberliğinde Halkın (Şura)  murakabesine teslimiyyet; sorunu basitleştirecektir. İşin içinden çıkılmazlığın nedeni;  Dünya ile Ahireti, vicdan ile nefsaniyeti bilerek birbirine karıştırmaktan kaynaklanıyor. Dünyevi hırs insanları Kabilleştiriyor. Oysa İslam; Habil gibi olmayı; barışçıl, tavizsiz, kararlı ve masumiyetin korunmasını öneriyor. Bu olmayınca insana Kabil gibi davranmak düşüyor. Kabile karşı Kabil; yani çatışma ve savaş.  Ne yazık ki, Müslümanlar bu günün Dünyasında tüm insanlığa karşı, Barışın ve esenliğin sembolü bir pratik ortaya koymayı başarabilmiş değildir. Müslümanların yaşadığı coğrafya ne yazıkki emniyetli/güvenli/ huzurlu/mutlu bir hayat sunmaktan çok uzaktır. Bu olumsuz  tablo; İslam Dünyasının Hicri 37 de Muaviye ile başlayan Sultanlık serüveninin hülasasıdır. Konuyla ilgili olarak Ahmet Özcan’a kulak verelim: “Bu karmaşık görünen meselelerin Mezopotamya-Akdeniz havzasındaki karşılığı, otorite-devlet ve insan ilişkisidir. Varoluşun efendi-köle diyalektiği içinde ve devlet-muhalefet denkleminde gerçekleştiği bu coğrafyada, bütün sorunlar politikleşmiş bir din diliyle ifade edilir. Devlet, tanrının yeryüzündeki gölgesidir ve bu nedenle kadir-i mutlak, tek, bölünemez ve bütüncül bir iradenin adıdır. Devlet bu bağlamda sadece dinsel bir otorite değil, dinin ta kendisidir. İnsan ise devletin kuludur. İtaat etmek, sorumluluklarını yerine getirmek, dirlik ve düzeni bozmamakla mükelleftir. Devlete isyan, itiraz, muhalefet, en büyük günahtır. Dinsel reformlar olarak İbrahim, Musa, İsa ve Hz. Muhammed’in mesajları, bu kadim denklemin bozulduğu yerden tamirini sağlamaya çalışmıştır; İtaat ama adalet koşuluyla, sorumluluk ama hürriyet koşuluyla, dirlik ve düzen ama zulmetmemek koşuluyla..Mezopotamya-Akdeniz havzasının temel çelişkisi, sınıfsal, etnik veya dinsel değil, politiktir ve politika işte bu koşulların taraflar arasındaki pazarlığından ibarettir. Devlet, bu koşullara uymazsa isyan meşrudur. İsyan bu koşulları talep etmiyorsa gayrı meşrudur. Tanrı-devlet, tanrı-kral, tanrının yeryüzündeki gölgesi, tanrısal düzen…Mezopotamya –Akdeniz uygarlıklarının en bariz vasıfları bu kutsal devlet telakkisi ile şekillenmiştir. Bu coğrafyadaki devlet kavramı, ona yüklenen bu anlam ve bunun tarihsel serüveni anlaşılmadan, hiçbir şey doğru anlaşılamaz.”   

     Din/Devlet /Halk Çatışması

            Din, devlet, halk arasındaki çelişki, tezat ve çatışmanın, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi vardır. Bu kadim sorun zulmün, adaletsizliğin, istismarın, istizafın, köleliğin, yoksulluğun da sebebidir. Allah’ın elçisi tüm peygamberler temelde bu sorunun tedavisi için çaba sarf etmişlerdir. Zira Tevhit,adalet,özgürlük,kardeşlik  bu çelişkiyi toplumdan söküp atacak ilahi ilkelerdir.
            İslam dünyasındaki buhranın temelinde tüm toplumlarda olduğu gibi din/devlet/ halk çatışması yatar. Eğer Peygamber Yönetici döneminden sonra (Saadet asrı) Müslümanlar siyaseti ve yönetimi doğru okuyabilseydi Ümmetin kaderi bambaşka bir mecrada tecelli edecekti. Rasulullah’ın yönetiminde Allah’ın murakabesindeki yönetim, O’nun sav vefatından sonra ayni şekil ve usulde devam edemezdi. Halkın Yönetimi; Halkın denetiminde halk tarafından atanan ve halk tarafından azledilen, usul ve esasları kanun ve nizamla belirlenmiş bir esasa göre yapılmalıydı. Halkın murakabesi[4] görmezden gelindi. Murakabesiz bir yönetim anlayışında karar kılındı. Rasulullah’tan sonra 30 Yıl geçmeden de murakabesiz, denetimsiz, Halka karşı sorumsuz yönetim keyfi yönetime,  sonra da ısırıcı melikliğe dönüştü. Oysa halkın seçimine başvurularak belli bir süreliğine yönetici seçmeyi başarabilseydi Ümmet, tarihin seyri bambaşka olacak Müslümanlar bu gün beşeriyetin Vasat ümmeti olarak şahitliğini sürdürmeye devam edecekti. Tüm zamanlar boyunca ters yüz edilmiş yada baş aşağı, ayakları yukarıda bir din /devlet/  halk ilişkisi gerçektende sadece Mezopotamya-Akdeniz Havzasının sorunu olmamış, “Güneşin Oğlu” kadim Japon İmparatorlarından Amerikanın Azdeklerine, Rus Çarlarından Avrupa derebeylerine ve İslam toplumlarına kadar dünya halklarının tepesinde tanrı adına hareket ettiğini iddia eden, kendilerine itaatin Tanrıya itaat olduğunu söyleyen, Tanrının yeryüzündeki gölgesi yalanını  iddia eden birileri, Adem evladına hep musallat olmuştur. İbrahim’i dinlerin başına gelen tahrifatın, saptırmanın, örtmenin hep istikbar ve istismar ehli mütrefler eliyle olduğunu görürüz. İstibdat, zulüm, istismar, istizaf;  Tevhid elbisesine bürünmüş şirkin  (mütref sınıfın) her toplumda ortak siyaseti olmuştur. İbrahimi Dinler; hep bu sınıfın tahrib, tadil, tahrif ve istismarına uğramıştır. Devlet ve Halk ilişkisi “efendi/Köle” ilişkisine indirgendiğinden, topluma egemen olan; savaş, kargaşa ve buhran  olmuştur. Allah,  siyasi otorite olan Yöneticileri Halkla murakebe etmeyi diler. Seçim ve şura; yöneticiyi seçip görevlendirme, denetim ve azletme işlevi görür. Bu işlevi elinden alınan Halk baskı altına girer, reayaya dönüşür, yönetim istikbar eder. Bu hep böyle olmuştur. Bunun istisnaları yönetici peygamberlerdir. İster yönetici olsun ister olmasın, peygamberler Allah’ın murakabesindedir. Hududullah içinde yönetici halk ilişkisi barış içinde toplumsal hayat demektir. Rasulullah’tan sonra bu durum görülemediğinden ne Halkın murakebesi ve nede Allah’ın murakebesi olmaksızın, yönetim bir tek kişinin insiyatifine bırakılmıştır. Peygamberlerin ölünceye kadar yönetici olmasında dini bir gereklilik tabiyatı gereği vardır. Ancak bir sultan/kral için böyle bir şey keyfilikten başka bir şey değildir. Kadim insanlık tarihi boyunca halkla(Nas) yönetici/mütrefiyn arasındaki çelişki tabiatı gereği olmuştur ve Allah bu diyalektik çatışmada hep Nas’ın yanında yer almıştır. Yine Çağımız mütefekkiri Ahmet Özcan’a kulak verelim; M.Ö. 2. binyıldan 19. yüzyıla kadar tarihin aktığı ana coğrafi bölge olarak bu havzalarda egemen olan çeşitli etnik-siyasi-dinsel güçlerin temel çelişkisi bu eksende kurulmuştur. İki tektonik plaka gibi, bu havzalarda temerküz eden güçler bir biriyle rekabete, çatışmaya, savaşa tutuşmuş ve bu büyük çatışmalar tarihin ana akışına yön vermiştir. Büyük göçler, nüfus hareketleri, dinsel-felsefi ekoller, politik oluşumlar, teknolojik gelişmeler, ekonomik ilişkiler, her şey bu ana akışın içinde şekillenmiştir. Bu iki blokun sentezi, terkibi, yani birleşme çabası, İbrahimi geleneğin temel politik hedefidir ve Musevilik, Hıristiyanlık, İslam gibi büyük dinlerin doğumu bu hedefin ifadesidir. Bu dinler insanın ontolojik soru(n)larına cevaplar vermiş ve tarihsel akışın çatışma değil, uyum, sentez yani barış ve adalet yolunda sürmesini sağlamıştır. Bu havzaların çatışması ise Brahmanizm, Zerdüştlük, Budizm, Yahudilik, Manicilik, Yezidilik, Babilik, kabalacılık, Batınilik, Haşhaşilik, Durzilik, Nusayrilik gibi bütüncül doğruların parçacıklarına tutunarak var olan onlarca heretik mezhep, meşrep ve tarik üretmiştir. Bunlar, çatışmadan doğan ve eksik, parçalı, fraktal doğruları bütüne karşı savunan trajik ekollerdir.İbrahimi dinler dirlik ve düzeni, heretik ekoller ise kaos ve karmaşayı ifade eder.Örneğin Museviliğin doğuşu Hitit-Mısır savaşını, Hristiyanlığın doğuşu sasani-Roma savaşını ve İslamın doğuşu İran-Bizans savaşını sona erdirmiştir. Ancak bir süre sonra bu ana savaşlar, bu yeni dinlere yaslanarak kurulan yeni düzenlerin iç savaşı olarak devam etmiştir. Museviliğin Esseni-ferisi ekolleri, hristiyanlığın Ortodoks-katolik yorumları, İslam’ın Emevi -Abbasi çatışması bu iç savaşlara örnek olarak yorumlanabilir. Sadece politik olarak değil, teolojik olarak ta bu iç çatışmalardaki tarafların düşünme biçimi, dünyaya, eşyaya olaylara bakış tarzları birbirinin yenilenerek devamı gibidir. Tarih tekerrürden ibarettir sözü boşuna söylenmemiştir.”[5]


Değerlendirme

            19. ve 20. YY İslam âlimlerinden Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Ahmet Emin, Mahmut Ebu Reyye, Hasan el Benna, Muhammed Gazali, Seyyid Kutup, Hasan Turabi, Yusuf El Kardavi, Gannuşi, Cemal El Benna gibi âlimler; sultanları çoban halkınsa sürü olmasını İslam ile bağdaştırmazlar. Buhari ve Müslim’de geçen  ‘fasık sultana’ itaati emreden isyanı ise yasaklayan rivayetleri Kur-an ve akıl ışığında yeniden tetkik etmeyi önererek bu tür hadislerin metin kritiğinin vahiy düzleminde yapılmasını elzem görmüşlerdir.
            Hasan El Benna ihvan-I müslimin’in 5. kongresin için yazdığı risalede; hilafetle alakalı olarak şunları söylemiştir: “Her yönü ile bireysel hakları koruma, Şura, Egemenliğin toplum kaynaklı olması, yönetimin halka karşı sorumlu olması, yöneticilere yaptıklarının hesabının sorulabilmesi ve bütün güçlerin sınırlarının tespit edilmiş olması gibi ana ilkelere dayanan anayasal yönetim sistemi dikkatlice incelenirse, bu sistemin İslam’ın öğretilerine ve yönetim şekline tamamen uygun olduğu görülecektir. Bu sebeple ihvan-I müslimin teşkilatı yeryüzünde islam’a en yakın yönetim sisteminin anayasal sistem olduğuna inanır ve başka yönetim sistemlerine itibar etmez[6]
            İslam düşünürü Muhammed Gazali Egemenliğin kaynağının toplum olduğunu söyler “ egemenliğin tek kaynağı toplumdur. Onun iradesine başvurmak ve o iradeyi Kabul etmek bir fariza ona karşı çıkmak ise boş inat ve yobazlıktır.
            Yine Ebul Ala el Mevdudi batılı demokrasi ve batılı teokratik yönetim şeklini reddederek İslâm’ın teokratik demokrasi yada ilahi demokratik yönetim” daha uygun olduğunu ifade eder. O halkın Allah’ın gücü ve otoritesi altında yönetime ve egemenliğe ortak olacağını söyler. Bu açıdan mevdudi’nin önerdiği yönetim hem teokratik hemde demokratiktir. Mevdudi yönetimin özgür seçimle halk tarafından belirleneceğini söyler. Ve şöyle der “ dolayısıyla İslami hilafet sistemi imparatorluk, papalık yada batıdaki haliyle teokrasi sistemlerinin aksine demokratik bir sistemdir. Ancak batılılar demokrasiyi tam bir özgürlük ve serbestlik olarak görürler. Oysa bize göre demokratik halifelik sisteminde halkın yöneticiliği Allah’ın kanunları ile kayıtlıdır.[7]
            İslam düşünürü Yusuf El Kardavi ise; Şura İslami yönetimin olmassa olmazıdır ve Allah’ın emridir der ve demokrasiyle ilgili olarak da “Demokrasinin küfür olduğunu ve İslam’a ters olduğunu söyleyenlerin demokrasiden haberleri yoktur. Onlar demokrasinin hedeflerini anlayamadıkları gibi üzerine oturduğu değerleri ve ilkeleride anlamamışlardır. Demokrasi, baskıcı ve totaliter zorbaların canına okuyacak yöntemler, usuller, mekanizmalar ve araçlar geliştirmiştir. Demokrasinin temel prensipleri aslında bizde zaten vardır. Fakat orada geliştirilmiş olan yöntem ve mekanizmalar bizde mevcut değildir. İslam’ın getirmiş olduğu prensipleri uygulayabilmek için başkalarının geliştirdiği yöntemleri almamıza engel teşkil edecek bir şey yoktur. Kardavi Demokrasiye, Hüküm Ancak Allah’ındır gerekçesiyle karşı çıkanlara; “ Bu düşünce doğru değildir, demokrasiyi savunanlar ille de Allah’ın hükmüne karşı çıkıyor değildirler, onların karşı çıktıkları şey; bir kişinin mutlak otorite sahibi olmasıdır yani burada tek kişinin otoritesiyle halkın otoritesi arasında bir seçim söz konusudur. Allah’ın hükmüyle halkın hükmü arasında değil.”[8]
            İhvan-I Müslimin’in Irak lideri Abdülkerim Zeydan egemenliğin topluma ait olduğunu söyleyerek fertler devlet başkanını seçme hakkına sahiptir halk o makama kimi seçerse devletin başkanı odur der; “Toplumun devlet başkanlığı seçme hakkını nasıl kullanacağı İslam şeriyatında açık naslarla belirlenmiş değildir bu ise bu hususun topluma bırakılmış olduğunu gösterir. Toplum zaman mekan şartlarını gözönünde bulundurarak bu durumu değerlendirecek ve karar verecektir. Ister doğrudan seçim ister dolaylı seçim yapabilir bize gore her iki yolda şeriatın kaydelerine uygundur.
            Tunus Diriliş Hareketinin lideri Raşid El- Gannuşi;  Şura’nın dinin esaslarından  ve Rabbani egemenliğin gereği olduğunu söyler. Şura ona gore toplumsal egemenliğin omurgasıdır. Toplumun yönetim emanetini ortaklık, yardımlaşma ve sorumluluk temelinde yerine getirebilmesi için şura zorunludur. Yasama ve yürütmenin ortak olarak yapılması topluma Allah tarafından  verilmiş bir niteliktir. Karar alma uygulama ve sonuçlarda bütün toplum ortaktır.” der. Gannuşi “ Demokratik sistemin aygıtlarının İslami değerlerin içerisinde çalışır hale getirilmesi ve böylece ortaya “İslami demokrasi” nin çıkması hiçte imkânsız değildir.” der.[9]
            Sonuç itibariyle insanlığın ortak aklının acı tecrübeler sonucu, geliştirip ortaya koyduğu yönetim araç ve usullerini Müslüman toplumlara uyarlamakta dini hiçbir beis bulunmamaktadır. Aksine Orta çağın karanlık dönemlerinden kalma, Halkı yöneticiye kul eden ‘tanrının yeryüzündeki gölgesi’ iftirasıyla mutlak itaati emreden yönetim şeklini ortadan kaldırması hasebiyle hâlihazırda; anayasal demokratik parlamenter sistem, Müslüman toplumlar için en uygun yönetim şeklidir. 


[1] Muasır İslam mütefekkiri Cevdet Said,Bir Söyleşi.
[2] 7 A’raf 127 “Firavun'un kavminden ileri gelenler dediler ki: "Sen (sihirbazları cezalandıracaksın da) Mûsâ'yı ve kavmini, bu ülkede fesat çıkarsınlar, seni ve ilahlarını terk etsinler diye bırakacak mısın?" Firavun, "Biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız. Biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz?" dedi.”

7 A’raf 123 “Firavun, "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!" dedi. "Şüphesiz bu halkını oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Göreceksiniz!"

10 Yunus 83”Firavun ve ileri gelenlerinin kötülük yapmaları korkusu ile kavminin küçük bir bölümünden başkası Mûsâ'ya iman etmedi. Çünkü Firavun o yerde zorba bir kişi idi. O gerçekten aşırı gidenlerdendi.”

[3] Muasır İslam mütefekkiri Cevdet Said,Bir Söyleşi.

[4] Halkın Murakabesi: Mutlak murakabe Allah’a aittir. Allah'ın (kendisini daima) gördüğünü bilmiyor mu (o)?(Alâk/14)Şüphesiz Allah, sizin üzerinize de gözetleyicidir.(Nisa/l) Peygamber yöneticiler Allah’ın murakebesinde Daveti ve  Davetin bir parçası olan yöneticiliği sürdürmüştürler. Peygamberlerden sonra Allah’ın murakabesi  Halk tarafından sürdürülür. Halk kendine en uygununu seçer, görevlendirir. Beğenmediğinde de azleder. Bu mekanizma  Rasulullah’tan sonra kurulamadığından Halk reayaya, yönetim sultanlığa dönüştü. Bu dönüşüm çok değil  Rasulullah’tan 30 yıl geçmeden başladı. Muaviye döneminde kurumsallaştı. Fıkıh fiili duruma göre oluştu. Toplumun en zalimide olsa, zer, zor ve hileyle yönetimi ele geçiren meşru yönetici addedildi.

[5]  Ahmet Özcan;Bagavad Gita; Yeni yüzyıl eski tarih/2010
[6] Hasan El Benna, Risale (İslamuna)
[7] Tedvinü’d-Dusturil İslami

[8] Kardavi, Essiyasettüş-Şeriyye.
[9] El Gannuşi, El Hurriyatul Amme Fitdevlet-il İslamiye

Yorumlar

  1. Ali UZUN 23-02-2011, 10:41:11
    Sayın Hamza ER, bahsettiğiniz bu güzel hedefler hangi yönetim şekliyle gerçekleşebilir? Hilafet/Saltanat modeliylemi,totaliter/despotik vesayetçi bir yönetim şekliylemi, halkın seçtiği,denetlediği ve azlettiği bir yönetetim şekliylemi? İslama yakışan nasıl bir yönetim şeklidir? Ben demokratik bir yönetim şeklinin İslama en uygun olduğu kanaatindeyim.


    Hamza ER 03-03-2011, 03:25:41
    selamun aleykum
    sayın Ali Uzun,
    Sizin bazı yorumlarınızı gözlemliyor, Demokratik yöntemin önemi üzerinde ısrarca durduğunuzu görüyorum.
    "bahsettiğiniz bu güzel hedefler hangi yönetim şekliyle gerçekleşebilir?"
    şeklinde bir soru sormaktasınız. Bu bir yönetim şeklinin gerçekleştirebileceği değerler değildir. Bu peygamberlerin yıllarca, ısrarla, hiç uzlaşmadan ve sapmadan devam ettikleri vahyin değerleriyle toplumu dönüştürebilme çabasıdır. Bu çaba için Kur'an'ın terbiye ettiği bireyler ve bu bireylerden oluşan öncü bir nesle ihtiyaç vardır.

    Yönetim biçimleri sorunuzu da doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Toplumlar tepeden inme ihtilalci, darbeci ve baskıcı idarelerle dönüştürülemez. O tür toplumlarda olsa olsa münafık yetişir.

    Demokratik yönetim şekli İslama uygun demişsiniz... Halkın seçtiği, denetlediği ve azlettiği sistem olarak görmektesiniz.
    Kusura bakmayın ama böyle bir işleyiş nerede var? ABD demokrasisi mi?Avrupa mı? Türkiye mi? Belirlenen ve hazırlananların insanlara sunulduğu, kirli maniplasyonlarla insanların kolayca yönlendirildiği, azınlığın çoğunluğa egemen olduğu veya çoğunluğun sesinin bir anda kesilebildiği anlayışlar uygun görülebilir mi?

    Ya da şöyle soralım, halk ne seçiyor, neyi denetliyor ve azlediyor?
    Üst çatısı ve sınırları belirlenmiş, yol haritalarının hazırlandığı bir ortamda bunları işletecek uygulayıcıları seçiyor, denetliyor -mu acaba- azlediyor...

    Kimse bu devletlerin temel esaslarını sarsacak taleplerde bulunarak halkın önüne çıkabilir mi?

    Şimdi soralım...
    Demokrasi sadece bir seçim sistemi mi?, kendi değerleri olan bir ideoloji mi? yoksa ideolojilere eklemlenip onları toplum nezrinde meşrulaştırarak, uygulanmasını sağlayan bir maske mi?

    Seçim sistemi ise, Müslümanlar için şu an bunu konuşmaya gerek yok. Ümmet oluştuğunda inşallah idarecilerini seçme şeklini adaletle belirler.

    Bir hayat tarzı, yaşam biçimi olarak kendince değerleri olan bir ideoloji ise, onu İslama uygun, yakın gibi değerlendirmek doğru olmaz, olamaz...

    Rabbim Hakk yolda yaklarımızı sabit kılsın ve adil şahitlerden eylesin.

    YanıtlaSil
  2. Selamunaleykum
    Sayın Hamza ER 08.03.2011
    “Demokrasi” kavramına salt yönetim şekli olarak anlam veriyor ve kullanıyorum. Batıda şekillenmiş ve uygulanmaya başlanmış bu yönetim şekli elbetteki Batılı dünya görüşü (Tahayyülü) nün giydirilmiş elbisesi ile arzı endam etmektedir. Müslüman Halkların da demokrasiyi uygulaması durumunda mahiyeti çok daha farklı olacaktır. Batıda bile ülkeden ülkeye uygulama farklılıkları söz konusudur.
    Öyle anlıyorum ki bahsettiğim; “Halkın seçtiği, denetlediği ve azlettiği bir sistem” e fazla bir itirazınızın olmadığı. Demokratik yönetim şeklinin temelinde bu olmasına rağmen pratikte sorunlar olduğu muhakkaktır. Sorun şudur, Halk bir avuç elit bir sınıfın yada zümrenin önünde sopayla güdülmesi gereken bir sürümüdür!? Yoksa ulemada, münevverde, umerada Halka ancak hikmetle Davetmi etmeli, hizmeti görevmi bilmelidir.? İnsanın olduğu her yerde düzensizlik,sapmalar, adaletsizlik hep olagelmiştir. Ademoğlu Allah’ın Vahyini bile tahrif etmiş, biteviye Tevhid İnancından Şirke saptığı malumdur. Elhamdulillah ki elimizde Vahiy (Kur’an) ve Rasulullah’ın Sünneti vardır ve bu ikisi muvahhidler için hidayettir. Rasulullah bizzat Allah tarafından denetleniyor, yönlendiriliyor ve düzeltiliyordu. O nedenlede Rasulullah bir model değil bir örnektir. Rasulullah acele etmiyor, gelecekle ilgili düşüncelere ve projelere gerek duymuyordu. Zaten Vahiy de inzale devam ediyordu. Ama O’ndan sav sonra durum değişmiştir. Vahiy kesilmiş, Allah’ın direk murakebesi, düzeltmesi, uyarısı son bulmuş, Vahiyden anlaşılanla insanlar biribirlerini uyarmaya,ikaz etmeye başlamışlardır. Yani artık Rasulullah gibi bir kemalat ehli olmayacağına göre, elli –yüz milyonluk ülkelerin, yada 1-2 Milyarlık bir İslam aleminin yönetimi insanların vicdanına terkedilemeyeceği aşikardır. Dünya Hayatının bir imtihan yurdu olduğu, ancak Davet ve Tebliğ ile yükümlü olduğumuz dikkate alındığında, dinde zorlamanın olmadığı, hayra da şerre de insanların özgür iradeleri ile yönelmesinin imtihan vasatının gereği olduğu, her toplum layık olduğu ile idare olunur v.b. İlahi kural ve sosyal kanunlar muvacenesinde, Tevhid/Davet/Emri bil ma’ruf, nehyi anil münker temelinde irşad ve inşaa devam ederken, Halkın yönetimi ile ilgili olarak ta İslamın neyi öngördüğü yada İslama nasıl bir yönetim şeklinin yakıştığı noktasında bir proje üzerinde çalışma zarureti olduğu kanaatindeyim.
    İslam ve Hayat’ ta bazı yazarların yazılarından anladığım kadarıyla ve Sizin de açıkça belirttiğiniz “Ümmet oluştuğunda inşallah idarecilerini seçme şeklini adaletle belirler.” Temenninizden ; siyaset bilimi açısından değerlendirme yapılabilecek bir yönetim anlayışınızın ve projenizin olmadığını anlamak tayım. Din/Tevhid/Davet’i; Siyasal konulara aşırı ağırlık vererek oluşturduğunuz dini anlayış ve yönteminize karşılık; Ülke ve Halkların yönetim şekline ilişkin bu günden bir önerinizin olmaması büyük bir eksiklik ve çelişki arzetmektedir. Bu sadece İslam ve Hayat Camiasına has bir durum değil, tüm müslümanların ortak sorunudur. Maksadım asla Sizleri incitmek değildir. Müslüman Halkların yönetim sorunlarını en şiddetli bir şekilde yaşadıkları şu günlerde İslam Siyasası açısından bir tartışmaya vesile olmaktan başka düşüncem yoktur.
    Selam ve Sevgiler sunarım. Ali Uzun

    YanıtlaSil
  3. ATIF OSMAN 18-03-2011, 09:51:42
    Sayın Ali Uzun Bey;
    Yazınızı okuduğumda yazının ana teması içerisine sıkışan bazı konulardan rahatsız olduğumu belirteyim. İslam ve modernizm arasında gidip gelmek... Bugün müslümanların öncelikli konusu nedir? Tevhidin şahidliği ve anlaşılması mı yoksa islami yönetim biçiminin tartışılması mı? Resulullah bizler için sadece örnek mi yoksa zaman içerisinde yaşanmış ve tüketilmiş model mi? Biz şunu biliyoruz ki tevhid kişiden, devlete hayatın her konusunda ve pratik hayatta bizleri ve toplumu şekillendiren ana temel dinamiktir. Tevhid aşamalıdır. Bizler hangi aşamada hangi aşamayı tartışıyoruz. Ben şuna inanıyorum ki (o günü görürmüyüz bilmiyorum) müslümanlar müşrüklerden ayrılır ve devlet olurlarsa bu devletin yönetim biçimi o günkü şartlarda zalim ve otokrat bir yapı olmayacaktır. Batının ortaya koyduğu şirk eksenli sözde halkın seçtiği elit gruplar tarafından kontrol edilen demokrasi sisteminden Allah'a sığınırım.

    Ali UZUN 21.03.2011
    Farklılıklarımız zanni ve içtihadi konularda ve lokal olmakla birlikte, müştereklerimiz elhamdulillah ki esastadır. Verdiğiniz cevaplardan anlaşılan o dur ki Kur'an da ve Sünnette etrafı çizilmiş, tanımlanmış bir yönetim şekli yoktur. Olsaydı bunu belirtirdiniz zaten. Konuyu açmamdaki maksatlardan önemlisi, değer verdiğim görüşlerinizle bildiğim bir konunun her ihtimale karşı test niteliğinde olmasıdır. Yönetimle ilgili ilkeler, emir ve yasaklar vazedilmiş olmakla birlikte nasıllığı ve ne şekilde olması konusu insanlara ve tecrübelere bırakılmış olduğu anlaşılmaktadır. Teşekkürler. Selam ve sevgiler sunarım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası