B İ R H A S B İ H A L

Konya;06.03.2012


Suriye İndifadası ve Baas Katliamları



Suriye’deki Halk ayaklanması artık İndifadaya dönüşmüş durumdadır ve bundan böyle Tevhid ve Özgürlük Mücadelesi tarihine Suriye İndifadası başlığı altında yeni bir bölüm açılması zaruri ve haklı bir yaklaşım olacaktır.

Suriye İntifadasının daha başlarında 1 Temmeuz 2011 de İran ve Hızbullah’ın; Suriye Baas Rejimi Politikasına “Hudeybiye Antlaşması” emsal ve delil gösterilerek savunan K.Çamurcu ve taklitçi çömezlerine getirdiğimiz eleştiri şöyleydi. Tabii o günler Baas’ın katlettiği masum sivil sayısı çift(!) rakamlardaydı.Yani bu günkü gibi kitlesel katliamlar yaşanmıyordu.

“Arkadaşlar açıp önce Hudeybiye Anlaşmasının NEDEN yapıldığını, NE içerdiğini, maddelerğine bir bakın! Hudeybiye Anlaşması Müslümanlarla Müşrikler arasında bir DOSTLUK/Dayanışma,İttifak anlaşması değil, savaş ve çatışmayı bir süreliğine (10 yıl) erteleme, Haccı’da savaş yapmadan iki sene tehirden sonra yapabilme anlaşmasıdır. Yani SAVAŞI erteleme anlaşmasıdır. Müşriklerle bir başka düşmana karşı DOSTluk ,MÜTTEFİKlik anlaşması değildir. Bu ikisi arasındaki farkı Türkiyede en iyi bilenlerden birinin K.çamurcu olduğunu bilirdim.Bu Hudeybiye Antlaşması üzerindeki “istismar ve alet etme” konusu üzerinde durulmalıdır. Koca koca adamlar ekranlara çıkyor,röportajlar veriyorlar Resulullah sav Hudeybiye Anlaşmasını mülhid Baas Rejimi ile DOSTLUĞA /İttifaka delil gösteriyorlar! Bu bir cinayettir! Bu Peygamberi ve Vahyi istismardır. Türbünlere oynamanın tipik bir örneğidir.Yapılanın Hudeybiye Anlaşması ile hiçbir alakası yoktur! Bu kadar çarpıtmayı Suudlu mollalar bile yapmaz! Ayıbtır!

K.Çamurcu’nun  Stratejik analizlerini zevkle okuduğum olmuştur. Ama bakıyorum Suriye ile ilgili analizleri (!) sanki başka birinin elinden çıkmış gibi! Fikritakip’te okuduğum İran Muhalefeti lehine, İran Statükosunu kıyasıya eleştiren analizlerine ne oldu? Bu arada Fikritakip Sitesini tamamen kapatma(!) gerekçesinin ne olduğunu sormadan da edemeyeceğim!(Fikritakip,Arap Baharının ilk günlerinde sahipleri tarafından  tamamen kapatıldı.) Gelelim konumuza! Farzımuhal,İran’ın Amerika ile yada Siyonist rejim ile 10-15 yıl süreyle “saldırmazlık anlaşması” imzalaması Hudeybiye ile açıklanabilir. Saldırmazlık anlaşması tarafları “dost ve müttefik” kılmaya matuf anlaşmalar değil, belli bir süreliğine çatışmayı,savaşı dondurmaya matuf anlaşmalardır. İran 30 Yıldır mülhid Baas Rejimi ile dost! 30 Yıl sonra yine katliam yine dost! Üstelik mülhid baas rejimini koruyub, mazlum Müslümanları suçlayarak! Dolayısıyla Hudeybiye Anlaşması ile hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. Ama “zalime meyletmeyi” yasaklayan Allah’ın hukümlerine muhalefet olduğu kesindir. Olay karmaşık değil gayet açıktır. Asabiyete varan Tarafgirlik, konunun anlaşılmasını önlüyor. İran Mesulleri ne içerde nede dış politikada siyaset üretemiyor. 30 Yıldır Despotizm İranı bu noktaya getirdi. Yanlış siyaset,yanlış stratejik tercihler, ulusal endişeler; hata üzerine hata. Nasrallah’ta ister istemez bu siyaseti takip etmek zorunda kalıyor. Bizim buradan bu hatalara “maşallah ne iyi yapıyorlar!” diyecek halimiz ve yükümlülüğümüz de yoktur. İyi işlerine destek hatalarınada eleştiri getirmek şahidliğimizin gereği olmalıdır. Selam ve sevgiler sunarım.”

Aradan tam 7 ay geçti Suriye’deki katliamların boyutu değişti,daha kitlesel katliamlar söz konu olmaya başladı.Bu arada “Hudeybiye” istismarı sanki bir yerlerden “emir” almışcasına şıp diye kesildi, ayni taklitçi çevrelerce öldürülenlerin; “Emperyalizmin ajanları” yaftalaması ve  katliamcı Baasçılarında; “Direnişin Onurlu Üyesi” nişanı ile nitelendirilmeye başlandığına şahit olmaktayız.Hudeybiye Antlaşması örneği ile Mekkeli müşrikler konumuna indirgedikleri Baascı Rejimi, bu gün Direnişin Onurlu bir üyesi olarak kutsallaştırmaları,siyonizmle ve emperyalizmle mücadeleyi seküler bir düzleme indirgediklerinin resmidir. Zira Baas Rejimi ile ayni fotoğrafta velevki antisiyonist bir çizgide olsa bu fark etmez, görünmek demek dini değil dünyevi bir haldir.
İran’ın ve Hızbullah’ın; Baas Rejimini stratejik gerekçelerle yedeğinde taşımasının da bir sınırı olduğu muhakkaktır. İran Suriye’nin cürümlerine bir saatten sonra artık “dur” diyecektir.Ve bu kaçınılmaz olarak gelecektir. Baas Liderlerini geri adım atmaya zorlayacak,muhaliflerle masaya oturması için telkinlerde bulunacaktır. Muhalefette bu direnişi uzun zaman devam ettirmesi zordur. Böyle bir süre daha devam etsede  bir “ateşkes” mukadderdir. İran’ın şimdiden bu “manevranın” nasıl gerçekleştirileceği konusunda dışişlerinin kafa yormaya başladığı muhakkaktır. Zira İran Devrimden bu yana  İslam Dünyası nezdinde bu kadar yalnızlaştığı ve meşruiyetinin dibe vurduğu bir durumu yaşadığı vaki değildir.Ve işin ilginç yani  bu durum, düşmanlarının propaganda gücünden değil sadece  kendi yanlış politikasından kaynaklanmaktadır. O nedenle yarın kendine yönelik bir saldırının  İslam dünyasında  tepkisiz kalmasını istemeyeceği de açıktır.
Bu nedenle İran Suriye muhalefetini tanıyacağı ve Baas Rejimine de itidal tavsiyesinde bulunacağı bir siyaseti ortaya koymak zorundadır. Şimdilik böyle bir durumun görünürde hiçbir emaresi olmasa da, Orta Doğuda tüm rejimler gibi İran rejimi de hareket kabiliyeti hantal ve yavaş olduğu unutulmamalıdır. Bizim coğrafyada tedbirlerin hep son anda düşünülmeğe ve alınmağa başlanması gibi ilkel bir alışkanlık malumdur.
               
Ezber Bozmak İlim ve Hikmet İster!Ve Tabii Cesaret!

7-8 Şubat 2012 tarihlerinde Facebook’ta bazı arkadaşlarla bir tevafuk  sonucu,”Allah’tan başkasından medet”  konusu ile “Ya Rabbi cismimi cehennemde o kadar büyüt ki başka insanlar cehennemde yer bulamasın!” kabilinden Eba Bekr ra nispet edilen  söz üzerinde, dilimizin döndüğü, muktesabatımızın elverdiği ölçüde tavsiyelerde bulunduk. Aşağıda bu tavsiyelerimiz ve karşı cevapları göreceksiniz.
Kimse ezberinin bozulmasına olgunlukla rıza göstermiyor. Konforunu bozmaya cesaret edemiyor. Azıcık bir düşünme zahmetine katlanmıyor. Adeta “biz böyle duydu, gördük. Herkesde böyle inanıyor.” Diyerek doğruya ve hakikate  aşk bir yana en ufak bir ilgisi bile olmadığını ortaya koyuyorlar.Kafa konforları bozulmasında istediği kadar batıl düşünceler doğru varsayılsın!Kimin umurunda?! Oysa Din tahayyüldür. Vahiy insanların önce kavramlarını sonra tahayyüllerini inşaa eder. Tevhid akidesinin nüvesi olan Allah, Rab, Melik, İlah gibi kavramlar ancak Vahiyle inşaa olmuştur. Unutmamak gerekir ki tüm peygamberler gibi, kendisine risalet görevi verilmesi ile birlikte ilk vahiylerle birlikte Rasulullah’ta sav  bu kavramları yerli yerine oturttu,vahiyle içeriğini doldurdu ve anladı. Dini tahayyülümüzün inşaası için bizde; örneğimiz Rasulullah gibi Vahye teslim olacağız.Vahyin inşaasına direnmeden,”ancak,ama, falancı da şöyle dedi” ve benzeri itirazlarda bulunmadan izin vereceğiz.
Bu durum geçmiş ümmetlerin aynıyla başına gelmiş bir afettir. Ve Rabbimiz son ümmet Muhahammed Ümmetini konunun önemine binaen uyarmaktadır.Tevbe Süresi 31. Ayeti kerimesinde;” Onlar, Allah'dan başka bilginlerini ve rahiplerini de kendilerine Rab edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa onlar bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah'dan başka hiçbir ilâh yoktur. O, müşriklerin ortak koştuğu şeylerden de münezzehtir.” Buyrulmaktadır. Peki Yahudilerin “ahbarehum” yahudi din adamlarını,hristiyanların “ruhbanehum” hristiyan din adamlarını; “erbaben” Rabler edinmeleri nasıl olmuştur?Hatta ayette Meryem oğlu Mesihi de Rab edindikleri haber verilmektedir. Nasıl ve ne şekilde bu sapma tahakkuk etmiş?Bu iki ümmet başlangıçlarında Tevhid Akidesine sahipken hangi anlayış onları şirke bulaştırmış?Gelin onuda Rasulullah’tan örenelim!
Adiy bin Hâtem, Rasûlullah'ın
yanına girdi. Peygamberimiz şu âyeti okuyordu:
"Onlar, Allah'ı bırakıp
bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilâhlar) edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i
de... Oysa onlar, tek olan bir ilâh'a ibâdet etmekten başka bir şeyle
emrolunmadılar. O'ndan başka ilâh yoktur. O, bunların şirk koştukları şeylerden
yücedir." (Tevbe: 9/31) Adiy:
"Ya Rasûlallah, hıristiyanlar
din adamlarına ibâdet etmiyorlar, onları rab ve ilâh edinmiyorlar ki" dedi.
Rasûlullah şöyle buyurdu:
"Onlara haramı helâl, helâlı
da haram yaptılar, onlar da uymadılar mı din adamlarına?" Adiy:
"Evet" dedi. Efendimiz buyurdu
ki:
"İşte bu, onlara ibâdettir."
(İmam Tırmızı nakletmiştir.)
Bu nedenledirki, Rasulullah;”
“Bana nisbet edilen her şeyi, ALLAH’ın kitabına arz ediniz;
ona uyarsa ben söylemişimdir, ona aykırı ise ben söylememişimdir.
 Ben, ancak ALLAH’ın kitabı’na muvafık olurum; zira ALLAH, beni, onunla hidayete erdirmiştir.”
 Buyurmuşlardır. (İbn Abdilberr, Camiu beyani’l-ilm ve fadlih,II,191,Beyrut 1978; Suat Yıldırım “Hadisleri Kur’an’la karşılaştırma Meselesinin kaynakları” s.105 )  
Bu konuda meşhur bir rivayette şöyledir;
Sevban (r.a) Rasulullan’ın (s.a.) şöyle buyurduğun rivayet etmiştir:
 “Dikkat edin! İslamın karşısına musibetler, hezimetler çıkacaktır.” Orada bulunanlar, “ O zaman biz ne yaparız, ya Rasulullah!” dediler. Bunun üzerine Rasulullah “Sözlerime, Kitab’la karşılaştırın. Kitab’a uygun olan benim sözümdür, ben söylemişimdir” 
buyurmuşlardır. (Süleyman bin Ahmed Taberani, El-Mü’cemü’l-kebir, II,94, Bağdat 1978; .Nureddin Heysemi, Mecmaü’z-zevaid ve menbeü’l-fevaid,Muttaki,I,70;1982 beyrut baskısı)


MİT/ Emniyet Kapışması!

Mit ile Ergenekon (Galdio yada Özel Harp Dairesi) arasındaki çatışma 80 öncesinde ülkeyi 12 Eylül Darbesine getirmiştir. O dönemde Mit bazı yasadışı örgütleri kullanırken Özel Harp’te bazı örgütleri kullanmaktaydı. Öyleki bir Özel Harpçi subay;özel bir toplantıda bir tanıdığıma şu anektıtu anlatıvermişti;”Biz Özel Harp olarak tüm sol fraksiyonlara sızdık.Ancak Aydınlık Grubuna ne zaman sızsak elemanlarımız deşifre oluyor.” Aydınlık Grubu 12 Eylül öncesinin Doğu Perinçek Grubu. Aydınlık Gazetesi çıkartıyor ve bu gazete halen istihbarat birimlerinin bilebileceği malumat ve olayları sütunlarına taşıması ile maruftur.O dönemde Aydınlık onlarca Özel Harpçi’yi manşetten deşifre etti ve bu kişilerin tamamı 5-10 gün geçmeden teröre kurban gittiler. Recep Haşatlı bunlardan biridir. Özel Harple MİT arasındaki bu çatışma 1980 sonrasında da devam etti.
Mit elemanı Hiram Abas’ın hikayesi, gerek  Mit içindeki kirli ilişkileri anlamada gerekse Mit emniyet ve mit özel harp çatışması açısından önemli ipuçlarına sahiptir lakin konumuz bu değildir.Mitten ayrıldıktan sonra 1986 Ağustos’unda Hayri Ündül’ün MİT Müsteşarlığına getirildiği dönemde, MİT Müsteşar Yardımcısı olarak yeniden MİT’e döndü.1986 yılından itibaren dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın MİT’in sivilleşmesi operasyonunun sembol ismi oldu. Suriye’nin PKK’yı barındırması üzerine Müslüman Kardeşler Teşkilatı yöneticilerini Türkiye’ye getirtti. Abas’ın en önemli çalışması Dev-Sol örgütü üzerineydi.1988 yılında emekli oldu. 26 Eylül 1990'da İstanbul'da arabasının içinde, Devrimci Sol silahlı bir örgüt tarafından öldürüldü. Olay gerçek yönleri ile aydınlatılmadı. Perde gerisi karanlıkta kaldı,Abas faili meçhule gitti.
 Emniyet ise gerek asker, gerek jandarma ve gerekse Mit tarafından hep geri planda ayak işleri görevlerinde asayişi sağlayan bir birim olarak görüldü. Terörle mücadele de Özel Timlerin başarısı yine asker tarafından 28 Şubat Sürecinde tırpanlanarak karakol polisliğine indirildi.2002 AKP iktidarı ile birlikte Emniyet, sivil ve halka yakınlığı itibariyle hükümet tarafından kollandı, güçlendirildi. Özel Yetkili Savcıların, mafya ve çeteleşmelere karşı operasyonlarında ön almaya başladı. Cunta ve Darbe faaliyetleri kapsamında Ordu içindeki temizlik operasyonlarında aktif görev alarak ve de bu süreçte jandarma ile Özel Harbin etkinlik kaybetmesi ile Mit’in karşısında hatırı sayılır bir konuma geldi.
Eski ve yeni Mit müsteşarı ile önemli Mit görevlilerinin ÖY Savcı tarafından şüpheli/Sanık olarak ifadeye çağrılması, buna cevap olarak Hükümet tarafından İstanbul Emniyetinde Terörle Mücadele Şube Müdürü ile İstihbarat Şube Müdürünün görevden alınması,Mit-Emniyet çatışmasını birden Yargı-Yürütme çatışmasına dönüştürmüştür.Söz konusu  polis müdürlerinin  ÖY Savcıya verdikleri KCK ve PKK  içindeki Mit elemanları ile ilgili bilgiler dahilinde olduğu anlaşılmaktadır. Mit’in başına Fidan’ın getirilmesi ile  bu kurumun kendiliğinden “safralardan” temizlenmesini beklemek elbette ki saflık olurdu. 2007 den bu yana öyle anlaşılıyor ki, İktidarı yıpratma operasyonlarında Mit ön almağa başlamıştır.Ordu içindeki onca operasyonlara karşın bu güne kadar Mit hiçbir denetime,soruşturmaya ve yargılamaya tabi tutulmamıştır. Oysa bu kurumun son elli yılda hakkında onca ciddi iddialar bulunmuş bir yapı hakkında böyle bir soruşturmanın iktidarın Mit’te Fidan’la başlattığı normalleşmeyi hızlandıracağı açıkken, hem Fidan ve hem Hükümet acemilikten kaynaklanan bir acullükle Yargıyla karşı karşıya kalmışlardır. Oysa ÖY Savcının bu hamlesi Mit içindeki yasadışı oluşumların tasfiyesi için hükümetin elini güçlendirebilirdi. 
Mit’in kontrolünde yürütülen 2006 da başlatılan Oslo görüşmelerinde önemli bir aşamaya gelindiğinde 7 Aralık Reşadiye Saldırısı arkasından Karakol baskınları ve son olarak ta  Silvan Baskını ile ipler koptu. Hükümet anladı ki ne apo sözüne güvenilir bir aktördür ne de Kandil. Mit içinde de eski fesat yapı da barışı baltalamaktadır. Ve hem Mit içindeki bu kanserli yapı hem de Kandil; barışı değil çatışmayı istemektedir ve bu uğurda da işbirliği içindedir.Bu durum Türklerin geneli tarafından anlaşılmış durumdadır lakin Kürtlerin geneli bu gerçeği görememektedir. Ve kendilerini helak eden  terör çetesini ya desteklemekte yada  içinde bulunan kaosun yegane  sorumlusu yapıya başkaldırma yükümlülüğünü yerine getirememektedir.
            Tayyib Erdoğan cephesi taa başından itibaren akıl,vicdan ve cesaret merkezli siyasi/ideolojik stratejisi ile hem Mit/pkk eksenli cephenin oyunlarını bertaraf edecek fireset ve basirete sahip olduğunu kanıtlamış hem de Emniyet/Cemaat cephesinin.Mit’in belirleyici olduğu cephe normalleşme ve eski kirli defterleri hiç açılmamak üzere gömme amacına yönelik olarak ÖYMahkemeler ile CMK 250,251 ve TMK nun değiştirilmesini isterken,Emniyet Cephesi asla bunlara dokunulmamasını ve terörle mücadelenin şiddetle sürdürülmesini istemektedir. Tayyib Erdoğan Cephesi ise başlangıçta MİT cephesinin stratejisine onay vermiş lakin Apo-Kandil ekseninin dirayetsizliği ve ikili oynaması karşısında bu iki kesime güvenilemeceğini görmüştür. Şimdi Terör’ün elindeki süngünün; gerek dağda ve gerekse şehir yapılanması olan KCK nın elinden düşürülüp teslim alınıncaya kadar mücadeleye startverilmiştir. Eğer bu strateji başarılı olursa (ki olmayabilirde) 2012 Güzünde Yeni Anayasa için BDP ile muhatap alınacak birlikte; ÖY Mahkemeler ile CMK 250,251 ve TMK nun değiştirilmesi gündeme gelecektir. Böylece Kürt ayrılıkçılarının “silah sigortadır”  muskası ellerinden alınmış olacak, Devlet galip olarak barış elini müşfikçe uzatmış olacaktır. Aksi durumda ayrılıkçı Kürtlerin önünü almak mümkün olmayacaktır. Ancak bu strateji ile bu sorun kalıcı bir çözüme kavuşabilir. Küçük marjinal guruplar ise her toplumda olacaktır. Bu sürecin sonunda Emniyet ve bürokrasi içindeki bazı aşırı şiddet yanlısı bürokratlarda elbette ki tasfiye edilecektir.


Politik mutaassıbiyet Basiret ve Firaseti Dumura Uğratır!

Dini mutaassıbiyet olurda siyasi yada politik mutaassıbiyet olmazmı? Olur elbette! Aslında bunu biri birinden de ayırmak doğru da değildir.
Gerek İİC yönetiminin ve gerekse Hızbullah liderliğinin mutaassıb siyasi anlayışı,İranı içerde istibdata sürükleyib tüm dünyaya despotik bir görüntü vererek itibarsızlaştırırken, aynı şekilde Suriye Baas rejimini ölümüne desteklemesi ve özgürlük mücadelesi veren Suriye muhalefetini “emperyalizmin” tuzağına düşmekle suçlaması tüm İslam Dünyasında özellikle Hızbullah’ın yükselen sempatisini tepetakla inişe geçirmiştir.
            1982 Hama katliamının alel acele ve sessizce tüm dünyanın  haberi dahi olmadan bir oldu bittiye getirilerek gerçekleştirilmesi ve müçbir sebep sayılabilecek bir Tahmili Savaşın mevcudiyeti ve İran tarafının hiçbir zaman Baas rejimi muhaliflerini töhmet altında bırakacak bir imada dahi bulunmaması ile bu günkü İİC mesullerinin ve Hızbullah yönetiminin dili arasında 180 derece fark olduğu aşikardır.Hele de   ve ayni yıllarda Lübnan’da Şeyh Said Şaban Liderliğindeki Trablusta örgütlenmiş Hizbi Tevhid Cemaatini imha etmek maksadı ile aylarca muhasara altında tuttuğu ve şehirde kıtlık,hastalık baş gösterdiği bir ortamda İranlı mesullerin duruma müdahil olarak Baas rejimine telkinlerde bulunması,o günkü Cumhurbaşkanı Hamaney’in açıliyetli savaş şartlarında tek stratejik müttefiki konumundaki Suriye Baas rejiminin hiçte hoşuna gitmöeyecek bir konuyla ilgili Şam ziyareti ve akabinde Trablus kuşatmasının kaldırılması,Devrimin o günlerindeki Devrimin siyaseti ile bu günkü siyaseti arasındaki devasa uçurumu ortaya koyması bakımından bir göstergedir.Yani 30 yılda Tevhid,özgürlük ve adalet temelli İslam Devrim’ii nerden nereye gelmiş,ne yazıkki; içerde despotlaşırken dış siyasette ise halk düşmanı rejimlerin yanında kendini bulmuştur. Bu İran yönetiminin ve Hızbullah Liderliğinin  siyaseten başarısızlığını ve ne kadar kötü bir yönetim ortaya koyduklarının açık bir delilidir.Tabbi ki mutaassıb tarafgirlikle bu durumun anlaşılması mümkün değpildir.
            Düşünün ki bu gün Müslümanlar Suriye Baas Rejimi ve Diktatör Esad’ın üzerinde bile anlaşamıyor, bir kısmı bu rejimi ve liderini meşru görüp arkasında dururken, bir kısmı da zalim olarak görüp karşısında durmaktadır. Hamas’ın Suriye politikasındaki siyasi ve dini gereklilikleri karşılayan duruşu ise dikkate şayandır.Stratejik endişeleri önceleyen “Direniş Ekseninin” hiç olmazsa bu tavra benzer bir tutum izlemesi dini ve siyasi bir gereklilik değimlidir?Siyonizm’le ve arkasındaki askeri siyasi ekonomik güçle savaşım;Allah’ın yardımı olmadan ve Müslümanların kalpleri bir araya gelmeden yapılabilecek salt savaş araç gereçleriyle başarılabilecek bir  sonuç mudur? O halde Baas’ın son 30 Yılda Suriye’de başta Suriye İhvanına ve Filistinli mültecilere ve Suriye Kürtlerine karşı sergilediği insanlık dışı zalimce siyasetin görmezden gelinmesi, hiçbir şey yokmuş gibi davranılması İslam Ahlakı ile bağdaşırmı?
            Hele de bu zalim ve de Şiiliğin “galad”  sürümü bile sayılamayacak Nusayri azınlık nüfusa dayalı mülhid Baas Rejiminin sözde “reform”  aldatmacasını, bir halkın Kıyamına tercih etme gafleti sahiplerini itibarsızlaştıran, yalnızlaştıran bir hatadır. Böyle bir hatanın vereceği zararı ne Amerika verebilirdi ne de İsrail. Bahreyn de kaç şii katledilmişti ya da kaç şii ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştı ki, Bahreynli şii mazlumlara gösterilen ilgi, Suriyeli mazlumlardan gösterilmiyor.
Nasrallah; Lübnan askeri, siyasi, stratejik şartlarının penceresinden bakan bir lider. Onun İsrail karşısındaki duruşuna kutsallık atfetmek hem sempatizanlarının hem de eleştirenlerinin temel ve ortak hatasıdır. O Lübnan’ın bekasını düşünüyor ve gerek İsraille olan savaşımını ve gerekse Suriye ile olan ittifakını Lübnan’ın bekası bağlamında ele alıyor ve buna göre de siyaset ve strateji geliştiriyor. Bu güne kadar, İsraille olan münasebetlerinde yoğun bir dini siyasi dil kullanması, ümmet vurgusu yapması;  O’nun gerçekte daha çok siyasi bir aktör olmasını bu güne kadar gizlemiş olmakla birlikte, Suriye İndifadası gerçek fotoğrafı ortaya koymaya yetmiştir. Ulusal ve mezhebi endişelerin siyasetini öncelikle belirlediği söz konusu açıklamalarından anlaşılmaktadır. Kıyasıya eleştirdiği amerika ve emperyalizmin gerici arap rejimleri desteklemesine karşın ayni tavrı ulusal kaygılar ve mezhebi endişeler nedeniyle Bahreyn muhalefetine ve Suriye Baas rejimine karşı göstermektedir. Bu da siyasal dilde makyavelizm olarak nitelendirlmektedir.Yani ulusal çıkarlar ve mezhebi endi,şeler söz konusu olduğunda her şey mübahtır.Amerikanın suudi Rejiminin,Bahreyn ve Yemen’i desteklemesi ile Nasrallah’ın ve İran’ın Suriye Baas rejimi arkasında olması arasında siyaset ahlakı açısından hiçbir fark yoktur. Ve Nasrallah bu tavrından dolayı büyük bir prestij ve meşruiyet kaybına uğradığı da bir gerçektir.Dolayısıyla Nasrallah ve Hızbullah’ın Suriye  eleştirisi ne Nasrallah’ı  ve  ne de Hızbullah’ı “itibarsızlaştırma operasyonu” değil; bilakis Baas gibi mülhid ve eli kanlı bir rejimle “ahbap” olmak kendi kendini başlı başına bir itibarsızlaştırma nedenidir. Bırakın ahbap olmayı,bir zalimle ayni karede bulunmak bile kişiyi ve kurumları itibarsızlaştırmaya yeter. Boşuna mı demiş eskiler;’söyle arkadaşını söyleyeyim kim olduğunu’ diye.
Başta Suriye Halkından;en büyük acıları çekmiş Suriye İhvanından,Suriye Kürtlerinden,Suriye’de insan yerine bile konulmayan Filistinli mültecilerden ve kendisine büyük bir sempati duyan şii olmayan ve Sünni Müslümanlardan “özür” dilemedikçe ve Suriye Baas rejimi ile halihazırdaki siyasetini gözden geçirmedikçe;Nasrallah’ın ve Örgütünün İslam Dünyasının  büyük bölümündeki meşruiyeti ve halk desteğini sürdürmesi mümkün görülmemektedir.Bu desteğin daha şimdiden büyük bir erozyona uğradığı malumdur.Zira insanlık vicdanı; zalimlerle  ayni karede yer alan hiç kimseye kim olursa olsun meyletmez.   
Suriye’de bir dram yaşanıyor. Kim ne derse desin. Gerçek asla karartılamaz, üzeri örtülemez. Şehidin kanı karanlıkları aydınlatmaya her zaman yetmiştir. Suriye’deki “mülhid” Baas rejiminin katliamları; ne Filistin’de Siyonist rejimin zulmünden azdır nede Bosna’da Çetniklerin yaptıklarından!
İran’ın ve Nasrallahın Batılı müstekbirlerin kartşısında duruken Doğunun  müstekbirleri Çin ve Rusya ile mülhid Suriye Baas rejiminin cinayetkarlığın en acımasızlığının örneklerinin serildiği bir zamanda eli kanlı bu rejimin arkasında ayni safta bulunması,İslam Devriminin itibarını bozuk para gibi harcamak anlamına gelmektedir.

Din ve Siyaset / Halk ve Devlet

Devlet/Halk ilişkisi, siyasi erkin kurumsallaşmaya başladığı Süleyman as dönemine kadar gider ki Vahyin anlatımlarından Belkıs’ın Yönetimi ve Süleyman as Hükümdarlığı ile karşımıza çıkar.Sosyolojik ve arkeolojik  tarihi malumatlardan da kurumsallaşmanın İÖ 2-3 bine kadar uzandığını anlıyoruz. Şehir devletleri şeklinde başlayan kurumsallaşma ile birlikte güç ve siyaset,kral ve halk, devlet ve toplum ilişkileri başlangıcından günümüze kadar her sorun olmuştur.Bu sorun; altını,siyaseti ve gücü ele geçiren mütrefiyn ile halklar arasında;mütref sınıfın üstünlüğü, halkın aşağılanması ve istismarı çerçevesinde bir sosyo ekonomik siyasi yapının tesis edilmesi ile  nüksetmiştir. Ve bu süreç bu gün dünyanın her yerinde devam etmektedir. Ne var ki Batılı toplumlarda halkların lehine bir iyileşme söz konusuyken, Doğulu toplumlarda eğitim,sağlık,adalet,insan hakları,hukuk,siyasi katılım,sansür,baskılar v.b afetler yüzünden bir kaos söz konusudur.
“Onlara: «Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!» denildiği zaman: «Biz ancak düzelticileriz» derler.” (Bakara 11)  Kim bunlar? Kalplerinde hastalık olan ve Allah’ı ve iman edenleri aldatmaya yeltenerek; «Allah'a ve ahiret gününe inandık» dedikleri halde gerçekte iman etmeyenler. İstikbar ederek Allah’a ve halkına büyüklenirler. “O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevrip gitti mi) yeryüzünde fesad çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, fesadı (bozgunculuğu ve kışkırtıcılığı) sevmez.” (Bakara 205) Böylelerinin “İslam” demeleri de yada seküler baasçı,despot laisizm olmaları fark etmez.Hepsinin ortak özelliği halka karşı kibirli olmaları tepeden bakmaları, terbiye edilecek ve güdülecek bir sürü olarak görmeleri ve  çer- çöp kadar değer vermeleridir. Kendileri ise seçkindirler,liyakatlidirler,bilgindirler, halkın efendisidirler. Onlar buyurur halk ise boyun eğer. Böyle isterler. Bunun için sopa gerekirse sopa,dayak gerekirse dayak,işkence gerekirse işkenceyi siyaset aracı olarak kullanırlar.Düşünce özgürlüğü,sorgulama,muhalefet asla caiz değildir. Bunu ıslah etme adına, emri bilmaruf nehyi anil münker olarak görürler. Bunların “dindar olanlarında” Allah elçilerinin mütevaziliğini,şefkat ve merhametini,halkın en yoksulları gibi yaşama sünnetini göremezsiniz.Yoksullar onların sohbetlerine yanaşamaz.Kamuya açık vaazlarda varsıllar değil yine yoksullar zılgıtı yerler.Oysa tüm peygamberler sadece tebliğ etmişler kimseye zor ve baskı uygulamışlardır. Rasulullah’ın Medine döneminde kimseye baskı uygulanmamış,kimse namaza sopayla davet edilmemiş, kimsenin günah işleyip işlemediği araştırılıp takibat altına alınmamış,savaşa davet te bile gönüllülük esası gözetilmiştir.
“Meşru bir İktidar’ın istinat ettiği temel ayaklar;Hakikat (Yani Tevhid),Adalet,Merhamet,Ehliyet(Liyakat)(Ebu Talha Ailesi Kabenin anahtarları bu aileye tevdi edilmiştir Rasulullah tarafından),Meşveret Vahiy baştan sona bu beş konuyu anlatır ve  Allah’ın iktidarı da (el Muktedir) Allah’ın istediği beşeri iktidar da bu beş ilke üzerinde yükselmiştir. Bu beş ilke bir iktidarın meşruiyet ölçüsüdür. Böyle iktidarların ise arkasında Allah vardır. Allah zulmedenleri sevmez.
El Muktedir ismi Mekkidir ve risaletin 9 ncu yılında yani Hüzün ve Acı Yılında ve de Boykotun en şiddetli anında  gündeme gelmiştir: Allah el muktedirdir.Mutlak muktedir olan ancak Allah’tır. Güce dayalı bu iktidar çer çöptür.Selin önünde  savrulan. Hem aziz hem muktedir. Allah böyledir.El Azizdir ve El muktedirdir. Yani El Melik!
Mümin mutlak iktidarı da mutlak özgürlüğü de Cennette umandır ve görendir. Gerçekten de Cennette mü’minler cennete muktedirdir.Her aklından geçen önünde amade olacaktır.
Bu beş ilke üzerinde yükselen iktidar; öncelikle mahrumları, yoksulları, güçsüzleri önceler, onlara ilgi ve alaka gösterir. Zira merhamet bunu gerektirir.
Bu beş ilke üzerinde inşa olunmayan İktidar, şeytani bir iktidardır. Şeytan iktidardır ancak iktidarda olan kendini muktedir zanneder. Fravunileşme budur. Her Firavun kendini gerçek muktedir sahibi görür oysa o şeytanın memurudur. Allah’ın muktedirliğini göremeyen iktidarlar kendi iktidarlarını ebedi zannederler ve ceberutlaşırlar. Firavunun yaptığı da budur bugün Arap halklarına musallat olan despotların yaptığı da budur.
Nisa Süresi 59. Ayeti kerimesi;” Ey o bütün iyman edenler! Allaha itaat edin, Peygambere de itaat edin sizden olan ülülemre de, sonra bir şeyde nizaa düştünüz mü hemen onu Allaha ve Resulüne arz ediniz: Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanır mü'minlerseniz.. O hem hayırlı hem de netice i'tibarile daha güzeldir”
“sizden olan ulülemre de” itaat  etmek istenmektedir. İtaat edilecek Yöneticilerin, mesullerin”Sizden olması” demek; ümmetin/halkın onayladığı, hoşnut olduğu, seçtiği, adil, şefkatli, hizmet ehli olmayı şart kılar. Eğer yönetici böyle değilse yani despot,işbilmez,ahlaksız,adaletsiz ise zaten “bizden” değildir ki ona itaat edilmez. Cihadın efdalinin  zalim yöneticiye hakkı yüzüne karşı söylemek olması bundandır.Davud as Allah’ın “insanlar arasında adaletle hükmet” uyarısı (38 Sad 26) sadece ‘şeriat hükümlerini uygula’ anlamını aştığı açıktır. Zira zaten bir peygamber Allah’ın hükümleri dışında bir hükümle insanlara hükmetmezdi. Buradaki “adalet” hükümleri de içine alan ama daha çok aşan bir anlama sahiptir.Bu yüzden yüce Allah Resulüne: “Sen ve seninle birlikte Allah’a yönelenler, emrolunduğunuz gibi dosdoğru olun ve haddi aşmayın! Zira O, sizin yaptıklarınızı da görmektedir...”(Hud 112) buyurarak onlara, “Sakın ha, zalimlere meyledip dalkavukluk etmeyin! Yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka hiçbir dostunuz yoktur; sonra hiçbir yardım göremezsiniz!”(Hud 113)  uyarısını da yapmıştır.  Bir peygamber nasıl zalime meyleder? Zalimlerle işbirliği, ittifak, eylemlerini ve rejimlerini desteklemek şeklinde bir meyil mi söz konusu olan? Hayır! Kesinlikle böyle değildir. Bir peygamber böyle bir şeyi zaten risalet öncesi dahi yapmaz ve yapmamıştır.
            Dolayısıyla “sizden olan ulul emre” itaat demek; toplumsal mesuller sizlerin yani halkın rızası ile o makama gelmiş, sizin gibi Müslim ve mü’min, sizlere hizmet ediyor, müşkillerinizi gideriyor ve tüm icraatlarını da adaletle ve hoşnutluğunuzu gözeterek yapıyor o halde ona itaat edin!’ manasınadır. Zalim bir yöneticiye, namaz kılmağa devam ettiği müddetçe itaatten yüz çevirmeyin türünden bir anlayışın İslam’la bir alakası bulunmamaktadır. Kaldı ki günümüz devlet ve siyaset anlayışında, iktidarların halkın hoşuna gitmeyen, hukuk dışı uygulamaları zaten yargı denetimine tabidir ki zarar gören her yurttaş idarenin tasarrufunu yargıya götürme hakkına sahiptir. Beş yüz yıl öncesinin halk devlet ilişkisine kutsallık atfederek “İslam’ın yönetim şekli budur!” demek İslam’a büyük bir bühtandır.
İslam barışı,esenliği,hoşnutluğu,gönüllü kulluğu diler,dayatmayı,zorbalığı,savaşı,çatışmayı,ötekileştirmeyi değil. Davet dinin esaslarındandır. “Siz insanlara şahidler olun”  buyrulurken(bkz. 2 Bakara 143) Davet vurgusu yapılmaktadır. Doğru dürüst yaşanmayan bir dini kime önereceksiniz?Yada kim böyle bir dine icabet edecektir? O nedenle  Ceberut Kanun devleti değil, halka hizmet, şefkat ve saygı gösteren ahlak devleti İslam’a daha yakındır. Tarihte de böyle olmuştur.Ne zaman üstün ahlaka dayalı,adalet ve hukuk devleti oluşmuştur bir yerde zulümden kaçanlar oraya (Darusselam’a) yönelmiş hicret etmişlerdir.Nerede de baskı ve zorbalık vardır oradan da kaçış olmuştur.
             İnsanlığın geldiği bu noktada, insana ve halka verilen değer, fıtri olana daha yakındır. Bu nedenle İslam’a davetin özgürce ve sınırlandırılmadan yapıldığı ve insanlarında bu davete özgür iradeleriyle hiçbir zorlama olmaksızın icabet ettiği ya da reddettiği siyasi vasat Allah’ın imtihan vasatı olarak yarattığı yeryüzüyle örtüşmektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası