ŞUBATHASBİHALİ
"Müslümanlar
Hicri 1.yy dan 7 yüzyıla kadar ümmetin başına tebellaş olan Emevi ve Abbasi
despotizminin hükümferma saray mollalarının bakış açılarıyla oluşturulmuş
hilafet ve siyaset kuramı ile modern dünyada ne belirleyici olabilirler nede
sözlerini dinletebilirler.Bırakın bunları kendi ayakları üzerinde bile
duramazlar.İslam dünyasının bu gün içinde bulunduğu vasat bunun delilidir."
Atilla Morçol
Konya;16.02.2013
Bir Musibet Bin Nasihatten Evladır!
Keşke
Paris Suikastlarının failleri Muhaberat olsaydı ya da Fransız gizli servisi!
Klasik bir pkk infazını beklemiyor değildim. Ben %60 bir iç infaz olduğunu
düşünüyor ikinci olarak ta Fransa’nın DGS si ile Muhaberatın ortak bir
operasyonu olduğunu, ancak yine Pkk içinden tetikçilerle bu işin
gerçekleştirilebileceği kanaatindeydim.
Şimdi anlayabiliyor
musunuz neden pkk tasfiye edilmelidir!? İki de bir ortaya koyduğumuz, pkk/Bdp
nin Kürt Halkına BAŞ olma davasından başka bir emelinin olmadığı iddiasının, ne
kadar gerçekçi olduğu; şimdi daha iyi anlaşılıyor olmalıdır.
Taa
başından beri bu böyledir.
Saime
Aşkın Pkk nın iç infazlarında hayatını kaybetmiş Kürtlerden biridir. Sakine
Cansız’la birlikte Öcalan’ın despot yönetimini sorgulamış geri adım da
atmayınca idam edilmiş bir kurban. PKK’nin Merkez komite üyelerinden olan 12
Eylül darbesinden sonra Lübnan’a geçen Aşkın, Öcalan’ın diktatör yal yönetimine
muhalefet edenlerden. Bundan dolayı uzunca bir süre Öcalan sisteminin elinde
tutuklu kalmasına rağmen, tarifsiz işkence ve baskılara rağmen boyun eğmiyor.
Sonuçta öldürülmeye götürülürken olayı izlemek istemeyen Ali Haydar Kaytan’a
bakarak “Alçak kaçma! Sen de gel, izle! İzle de Anneler ne yiğitler doğurmuş,
gözlerinle gör!” diyerek hayal kırıklığı içinde ama kararlılıkla idealleri
uğruna son nefesini veriyor.
Sakine
Cansız o gün canını kurtarmış olsa da arkadaşı Saime Aşkın ve daha nice
yoldaşlarının akıbetinden kurtulmayı başaramadı. Sürgünde yaşadığı Pariste
infaz edildi, hem de bir düşman gibi kafasına sıkılarak!
Bumudur
Kürt Halkı için savaşmak!
Elbette
ki hayır!
Eski
Devlet faşizan bir siyaset güdüyordu da pkk demokratik bir örgütmüydü?
Kesinlikle hayır!
Teröre
son vermek Türkiye’nin demokrasisini güçlendirecek, sorunlar daha hızlı bir
şekilde çözülecek ve tüm Ülke; barış, huzur ve kardeşlik atmosferinde daha bir
vatan olacaktır.
Vatanseverliğini Hayatıyla Kanıtlayan Adam: HİRANT DİNK
Onun hain
bir kurşunla yere serildiği o anı ilk gördüğümde kendimden bir can yere serilmişçesine
yüreğim dağlanmış gözlerimden yaşlar boşalmıştı. Sadece ben değil eşimde
gözyaşlarına hâkim olamamıştı.
Hirant
Dink yurtseverlikte bu Ülkede parmakla gösterilecek bir vatanperverdi. O ölümü
göze alarak tüm tehditlere rağmen delik pabuçları ile yaşadığı vatanını terk
etmedi, Avrupa’da yada Amerika’da cazip bir yaşamı tercih etmedi. Onu hep
takdirle anacak,Ermenilere yapılan haksızlığın telafisi için ne gerekiyorsa
yapılması için çalışacağız.
Ulus
devlet projesi; koca bir imparatorluğu yerle bir ettiği gibi 90 yıllık
Cumhuriyetin de hala belini büken bir hastalığın müsebbibi olmuştur.
Parçalayan,
yok eden, düşmanlık üreten bir ideoloji bu coğrafyayı kasıp kavurdu.
Müslümanlar
çok çile çekti bu rejimden.
Önce bu
Ülke Ermenilerden arındırıldı. Bir facia yaşandı 1915 te. Ulusçu Ermeni
çetelerin kışkırtması, Türkçü İT Cemiyetinin emellerine çanak tuttu, bahanesi
oldu tehcirin.
Peşinden
Rumların mübadelesi ile Ülke; azınlıklardan arındırıldı. Müslüman çoğunluğu
İslam dininden uzaklaştırmak için Hıristiyan nüfustan arındırılması
gerekiyordu. Yahudi nüfusa dokunulmaması istisnai bir durumdu ve İTC içinde
iltimaslı olduklarına güçlü bir karinedir.
Düşününki Tükler daha
Orta Asya’dan çıkmadan bu Ülkenin kadim sakinleri Rumlar, Ermeniler sürülmüş,
Kürtler asimilasyona tabi tutularak kimlikleri inkâr edilmiş, katliamlar yapılmış,
Türk asıllı Müslümanların ise bu baskı ve zulümden payına düşen inançlarına
hakaret ve dini kimliklerinin inkârı ile İslam’dan arındırma siyaseti olmuştur.
Bu Ülke’nin kültürel
tarihi ve birikimi; Batı demokrasisini de aşan bir yönetim şeklini ve
felsefesini ortaya koyacak potansiyele sahiptir.
Elbirliği ile bu
topraklarda kurulacak Darusselam; sadece bu Ülke’de yaşamış ve yaşayan
halkların değil, tüm dünya halklarının örnek alacağı ve özlem duyacağı bir
dostluk ve kardeşliği muştulamaktadır.
Bu uğurda düşünsel her
çaba mutluluk vericidir.
Şiddet
Öncelikle Kalpleri Öldürür!
Müslümanların husus en
de aydınların şiddet konusunda artık bir karar vermeleri zamanı geldi ve
geçmektedir. İslam’a hizmette şiddet bir araç olarak kullanılabilir mi? Şiddet
yoluyla bir toplumu İslamlaştırmak mümkün ve caizmidir? Ya da toplumu zor ya da
güç kullanarak kurtarmaya soyunmak gibi bir yükümlülük, Allah tarafından Müslümanların
üzerine tahmil edilmişmidir? Tabii ki hayır!
Şiddet kalpleri
öldürür. Kalplerdeki nuru söndürür. Merhamet ve vicdanı ortadan kaldırır. Tüm
hasletlerin yerine; ötekileştirmeyi, kini, nefreti yerleştirir. Velev ki zulüm
ve tecavüzü def etmek gibi bir amaçla da olsa şiddeti esas alan bir mücadele
öncelikle karşı şiddeti körükler ve o şiddet karşı şiddeti; derken şiddet
karşılıklı biri birini besler. Ve kazanan şeytan la yanındaki şirk kazanır.
Şirk ve küfür çatışmadan beslenir. İslam ise sulhun egemen olduğu bir toplumda
Davetle beslenir. O nedenle Şirk ehli hep şiddete başvurarak çatışma ortamında
İslam Davetini çıkarttıkları kargaşa ortamında boğmak isterler. Ama aptal
dostlar ise şirkin ekmeğine yağ sürerler silaha sarılmakla. O nedenle boşuna
demişler; aptal dostun olacağına akıllı düşmanın olsun diye!
Kalplere kin, nefret ve
öteki girdiğinde artık o kalpte de sevgiye, merhamete, kardeşliğe, güzelliğe,
iyiliğe yer kalmaz.
Müslümanlara örnekliği Allah’ın buyruğu ile sabit; “..usvetun
hasenetun fî ibrâhîme…”(60/4) ve “..fî rasûli(A)llâhi usvetun hasenetun…”(33/21)
Allah elçilerinin örnekliğini doğru okumak şarttır. Aksi durumda bu örnekliği
de göremeyiz,Kuran kıssalarından da gerekli öğüdü ve dersi alamayız.Allah
Elçisi İbrahim as ve Allah Elçisi
Muhammed as, ne barışta ne de savaş alanında bir tek kişi bile öldürmemiş
olmalarının hiç mi bir anlamı yoktur!? Ya
Adem’in as iki oğlunun hikayesi boşuna mı anlatılır Kur’anda!?
“Onlara Adem'in iki
oğlunun gerçek olan haberini oku: Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban
sunmuşlardı. Birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı
kabul edilmeyen) Demişti ki: 'Seni mutlaka öldüreceğim.' (Öbürü de:) 'Allah, ancak korkup-sakınanlardan
(muttakilerden) kabul eder.”
“Eğer
beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi
sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.”
“Dilerim, kendi suçunla beraber benim suçumu da yüklenesin de cehennem ehlinden olasın ve budur cezası zulmedenlerin.”
(5/27-28-29)
Filipinler’den,Cezayir’e,Sudan’dan
Afganistan/Pakistan’a,Kafkaslardan Ortadoğu’ya şiddete bulaşan Müslümanlar
sadece mütecavizlerle savaşsalar bir diyeceğimiz yok,ancak bu insanların elini
daha çok Müslüman ve masum garibanların kanına uzatmışlardır.Bunlar bir çırpıda
her önüne geleni kafir ya da müşrik addetmişler,
“nere de bulursanız onların boyunlarını vurun!” anlamına gelen ayetlerin
muhatabı görmüşlerdir.Oysa bu ayetler Müslümanlara yakın ve uzak tehdit
oluşturan azgınlar içindir. ‘Sizinle savaşmadıkça’ onlarla savaşılmayacağını
emreden ayetlerin (Bakara 191-192) varlığı,misli misline mukabele etmeyi,aşırı
gitmemeyi,affetmenin ise daha hayırlı olduğunu bildiren ayetler bu çevrelerce göz
ardı edilmektedir.Nefsi müdafaa için sonuna kadar savaşmak dünyanın her yerinde
meşrudur ve insanlık vicdanına aykırı bir yönü de yoktur.Fakat İslam’a hizmet
amacıyla;’kafirdir’,’müşriktir’,’fasıktır’,’ facirdir’ diyerek; Müslümanlara
savaş açmamış,yakın ve uzak tehdit oluşturmamış,barışla yaklaşan gayri
Müslimlere savaş açmak Davetle bağdaşmaz ve bizatihi daveti etkisizleştirmekten
başka bir işe de yaramadığı açıktır.
Afganistan’da ki
sosyalist Babrak Karmal iktidarının daveti üzerine, SSCB Orduları 24.12.1979
tarihinde bu Ülkeye girdi. Girmesiyle de direniş başladı. Zaten birçok muhalif
İslamcı gurup bu sefer dağlara ve Peşavere çekilerek “Cihad” için örgütlenmeğe
ve hazırlanmağa başladı. Başta Amerika olmak üzere Nato hızla Direnişe silah,
mühimmad, istihbarat ve eğitim desteği verdi. Suudiler aracı rol oynadılar.
Usame bin Ladın bu çerçevede Cıa-Suudi
işbirliği ile Afganistan’a daha doğrusu Peşaver’e gönderildi. O günlerde
Peşaver Amerika’nın askeri/istihbari üssü durumundaydı. Cihadçı Afgan
guruplarının da komuta merkezleri
Peşaver’deydi.
Askeri destek o
denliydi ki SSCB nin ünlü Kızıl Ordusu 10 yılda 15.000 askerini kaybetti.
Mücahidlerce Sovyetlerin 450 savaş uçağı düşürüldü. Tabii bu dış askeri destek
olmadan ve özellikle de stinger füzeleri olmadan mümkün değildi.O günün medyası
Amerika ve Suudilerin Afgan Cihadına ne denli büyük destek verdiğini başarıyla
gizledi.Herkes Mücahid Grupların Kızıl Orduyu darmadağın ettiğini
zannetmişti.Ne zamanki 1988 Kızılordu çekilmeğe ve 1989 da da tamemen çekilince
Peşaverden Afganistana giriş yapan Taliban;başta CIA nın,Suudilerin ve Pakistan
İstihbaratının tam desteği ile Mücahid Gruplarını bir bir safdışı bırakmıştır.
Hikmetyar İran’a kendini zor atarak canını kurtarmıştı.Safdışı kalmayan bir tek
rahmetli şehid Ahmet Şah Mesut güçleri kalmıştı. Bu kahraman Komutan
Kızılorduyu Pençir’de sadece Allah’ın yardımıyla dize getirmiş bir komutandı
ve Taliban tarafından bir suikastla
şehid oluncaya kadarda masumiyetini korumuş bir mü’mindi.Allah rahmet eylesin.
Bilindiği gibi
Peşaver Pakistan'da, Hayber-Pahtunhva eyaletinin
merkezi olan şehir. Kâbil
Irmağı'nın kolu Bara
kıyısında, Lahor'un 385 km kuzeybatısındadır. Ünlü Hayber Geçidi'nin 15 km
güneyinde yer alan kentin stratejik yeri önemlidir. Anlamı «sınır kenti»
demektir. Geçmişte İpekyolu'nun önemli duraklarından biridir. Havaalanına sahip
ender Pakistan şehirlerinden biridir.
Dünyanın dört bir
yanından Müslüman genç Afganistan’da “Cihada” katılmak için önce Peşavere gider
oradan da uygun bir “Mücahid Gurup”la irtibat sağlar,gerekli eğitimi aldıktan
sonra da,Afganistan’a o gurubun çatışma bölgesine gönderilirdi.Türkiye’Arap
Ülkeleri,Pakistan,Hindistan,Afrika ülkelerinden 10 binlerce Müslüman genç
Afganistan’a geçmiş ve bir çoğu çatışmalarda şehid düşmüştür. Hayatta kalanlar
Afganistan’da yaşadıkları travmayı ve çatışma havasını hiçbir tedavi/rehabilite
ve destek almadan olduğu gibi kendi ülkelerine yansıtmışlar ve silahlı şiddetin
tohumlarını ekmişlerdir.Bunların bir kısmı Taliban,el Kaide gibi Suud
istihbaratı ve Cıa ile irtibatlı bir harekete dönüşürken,kimleri de Cezayir’de
İslami Selamet Cephesi (FIS) ne karşı darbeyle
başlayan 1990 lar da ki iç
savaşta karanlık GİA yı
oluşturdular.
Bu gün Afrika’da
silahlı “İslamcılar” ın neredeyse tamamı; Peşaver/Afganistan/Suudi/Cia hattında
şekillenmiş guruplardır ve İslam’dan anladıkları sadece İslam Devleti, halkı
kurtarmak ve İslam’ı egemen kılmaktan başkası değildir. İslam Devleti dedikleri
ise kendi hiziplerinin devleti, İslam’ın egemenliğinden kasıtları ise kendi sığ
dini anlayışlarından başkası değildir.
Dolayısıyla Müslümanlar
Şiddetle Davet arasında bir karar vermeleri gerekir.Kah şiddet yanlısı bir
tavır,kah davetten dem vurmak şahitlikle bağdaşmaz.Salih amel için hakikate
dayalı bir hikmet ve dini anlayış şarttır.
Hamaset ve barbarlık
Müslümanlardan başka herkese yakışır lakin Müslümanlara asla!
Sayın
Kemal Burkay’a Mektup
Hakpar Genel Başkanı olan Kemal Burkay,Facebook sayfasında şöyle bir başlık açıyor;
” Evet, silahların susması elbet çok gerekli ve bu olumlu olur. Ama silahların susması Kürt sorunun çözümü olmuş olmayacak. Sanki PKK silah bırakırsa, silahlar sınır dışına giderse bu iş bitecek gibi bir anlayış var. Bu böyle değil. Bu 200 yıllık bir sorun. Cumhuriyet döneminde sürekli var olan bir sorun. Kanlı bir şekilde bastırılmış bir sorun. Sorunu PKK’den ibaret görmek yanlış olur. Kürt sorununda çözümün adresi sadece PKK ve Öcalan değildir. Çözümün adresi Kürt halkının bütünüdür. Kürt sorununu çözmek için pazarlık yapmaya da gerek yok. Çözüm isteği tüm kamuoyunun ve tüm kesimlerin isteğidir. Çatışmalardan hem Türk halkı hem de Kürt halkı bıkmış durumda ve herkes sorunun çözülmesini istiyor.”
Kürtlerin 200 Yıllık
sorunu vardır da, Türklerin, Müslümanların, Rumların, Ermenilerin kaç asırlık
sorunları vardır acaba? Bağımsız bir Kürdistan diyenlerin Ermenilerin ve
Rumların Kürdistan’ın her bir karışında en az Kürtler kadar hak sahibi olduğunu
göz ardı edebilirmiyiz. Hele de Bu “arındırma” işi beyaz Türkler tarafından
yapılmış ve doğu ve güneydoğuda ki Kürtler de fiilen Ermenilere karşı kıyım
operasyonlarına katılmış, yerlerini ve yurtlarına el koymuşken. “Kürt Sorunu”
kronikleşmiş çözümsüz bir sorun gibi kitleleri karamsarlığa boğan yaklaşımlar,
hiçte aydınların, siyasetçilerin işi olamaz. Hiçbir sorun çözümsüz değildir.
Yeter ki iyi niyet olsun. İnsanlığın evrensel ilkeleri çerçevesinde sorunlara
çözüm arayalım.Bu sorunu çözmede en etkili yol olduğu gibi en ağır kompleks
sorunları bile basitleştirmeğe yeter.
Sayın Kemal Burkay’a
söz konusu bu değerlendirmesine cevaben şöyle diyorum;
“Sayın
Kemal Burkay.Siz uzun yıllar Avrupa'da yaşamış bir aydınsınız.Ve şiddet
yöntemiyle bir çözümün olamayacağını pratik etmiş bir siyasetçisiniz.200 Yıllık
Kürt Sorunu ve Çözümünden bahsediyorsunuz. Bu ülkede de yaşayan halklardan
Sadece Kürtlerin mi sorunu var? Asıl "Sorunu" Kürt, Türk, Ermeni,
Rum, Çerkez v.d. diye kategorize edersek, asıl sorunu içinden çıkılmaz hale
bizzat bu sorundan rahatsızlık duyan BİZLER sokarız. Bu ÜLKEDE herkesin SORUNU vardır.
Sorun sosyo ekonomik kültürel siyasal bir sorundur salt Kürtleri ilgilendiren
bir sorun değil tüm halkları ve bireyleri etkilemektedir.Ve bu sorunlar Erdoğan
ve Gül önderliğinde son 10 yılda büyük ölçüde çözüme kavuşturularak giderilmeğe
çalışılmaktadır ve çok büyük yol alındığı da malumdur.
Sizin
gibi Avrupa görmüş bir aydın ve Halkı için büyük ve acı deneyimler yaşamış bir siyasetçi;
sadece Kürt halkına yönelik etnisite temelli bir siyaset değil, tüm halklara
yönelik demokrasi ve özgürlük temelli bir siyaset yapmasını ve demokrasi ve
özgürlük temelli bir söylem geliştirmesini beklerdim. Yoksa yanılıyor muyum?
Türkiyeli bir Kürt Aydın ve Siyasetçi olarak Sizden beklentimiz; Türkiye’deki
Özgürlüklerin ve Demokrasinin gelişmesi, genelde tüm halkların, özelde Kürt
halkının daha bir aydınlanması, demokrasiyi daha bir içselleştirmesi için bir
siyaset ve söylem geliştirmektir. Ama görüyoruz ki Pkk nın ırkçı ve
bölücü/ayrılıkçı söylemlerinin silahsız bir versiyonu ile karşı karşıya
olduğumuz anlaşılmaktadır. Eğer bu gün Kürdistan denilen bölgelerde Roma
dönemine Miladi 7 yy dönecek olursak Kürtlerin ve Türklerin güneydoğu ve Doğu
Anadolu’da esamesi bile okunmaz. Unutulmamalıdır ki Anadolu Müslüman Türkler
tarafından Doğu Roma’nın hâkimiyetinden savaşla kazanılmış bir yurttur. Bu güne
değil de geçmişi kurcalayarak bir değerlendirme ve siyaset belirlenecek olursa,
Kürtler hiçte hoşnut olacağı sonuçlarla karşılaşmayacaktır.
Değerli
Taha Akyol’un “Bu Vatan Hepimizin” başlıklı yazısı erdem ve hikmet dolu bir
içeriğe sahiptir ve herkesin bu makaleden alması gereken dersler mevcuttur.
Çözüm;
Türkiye’den ayrıştırılmış bağımsız bir Kürdistan’mı dır SİZCE? Yoksa bir arada,
tüm halkların eşit yurttaşlar olarak özgürlük içinde; demokrasiyi hatta
Darusselam Yurdu oluşturarak tüm Bölge halklarına bu bağlamda katkı sağlayan,
örnek olan bir Ülke, bir vatan oluşturmak mıdır amacımız? Bu iki soruya
açıklıkla cevap vermek; 30 yıllık bir çatışma atmosferinde büyük bir ırkçı bir vurguna
maruz kalmış Türk ve Kürt halklarının özellikle de gençlerinin daha çok
ırkçılık bataklığına saplanmasına ya da bu sarsıntıdan kurtulmasına katkı
olacağı inancındayım. Selam, sevgi ve saygılar sunarım Sayın Başkan!”
Mısır ve Tunus Deneyimi
Maalesef
acı da olsa gerçek şudur;İslam dünyası tarihin gerisinde tökezleyerek ağır
aksak seyrediyor. Yönetim ve siyaset konusunda hala, Emevi ve Abbasiler sultanlarının
dinarla kotardığı siyaset fıkhı, İslam’ın esası zannediliyor.
İhvanın ve Nahta’nın bunca deneyimine rağmen
gerek Mısır’daki ve gerekse Tunus’taki
siyasi gelişmeler bir daha gösterdiki;Müslüman zihni baskıcı,dayatmacı,tekçi
bir siyasi algıya sahiptir.Her iki hareketin demokrasiden ve halkların
özgürlüğünden,çoğulculuktan,meşruiyetten,birlikte yaşamdan yana ortaya
koyabileceği bir şey de yok gibi görünmektedir.
Müslümanlar
Hicri 1.yy dan 7 yüzyıla kadar ümmetin başına tebellaş olan Emevi ve Abbasi
despotizminin hükümferma saray mollalarının bakış açılarıyla oluşturulmuş
hilafet ve siyaset kuramı ile modern dünyada ne belirleyici olabilirler nede
sözlerini dinletebilirler.Bırakın bunları kendi ayakları üzerinde bile
duramazlar.İslam dünyasının bu gün içinde bulunduğu vasat bunun delilidir.
İşte
İran’ın hali ortadadır. Otuz üç yıl önce İslam Devrimi 10 yılda despotizme
dönüştür ve bu gün; Tahmili Savaşın 8 yıllık başbakanı Mir Hüseyin Musavi ile
eşi Zehra Zehravand ve O dönemin Meclis Başkanlığını yapmış Kerrubi 3 yıldır
hukuksuz bir şekilde ve yargısız olarak
hapisteler.
Özgürlüğün,
saygınlığın, birey olmanın, haklarının güvence altında olduğunu tatmış modern
insanı tek adama biat ettirip, ölünceye kadar vesayetinde kalmayı izah etmek
mümkün değildir. Gerekli ve doğru da değildir.
Kurandan,
Rasulullah’ın uygulamalarından ve insanlığın tecrübelerinden yeni bir siyaset ve
yönetim, tüm beklentilere ve ihtiyaçlara cevap verecek din- devlet-halk ilişkisi,
temsiliyette demokrasiyi de aşan bir halkın kendi kendini yönetmesinde ileri
bir düzeyi yakalayan bir değişimi gerçekleştirmek şarttır. Bunun içinde
statükonun paradigmalarını bir kenara bırakmamız şarttır.
Geçmişin
taklidi ile günümüzü anlamak ve yönetmek hayaldir ve aldatıcıdır. Bir o kadar
da hüsrandır. İran Devrimi ile gözlemlediğimiz budur. Mısırda kısa bir sürede
ortaya çıkan engel bunun göstergesidir. Tunus’da bile bu gün yaşanan siyasi
çalkantının temelinde bu vardır.
Raşid el-Gannuşi,
Tunus'ta muhalefette bulunan Demokrat Yurtseverler Partisi Genel Sekreteri
Şükrü Belıyd'in öldürülmesi ile ilgili ilk değerlendirmesinde; ''İslam,
demokrasi ve batıyı bir araya getirmeyi başaran Arap Baharı devrimlerinin
düşürülmeye çalışıldığını ve bunun siyonist hareketin başını çektiği silah
tüccarları tarafından yapıldığını'' ifade ederek bu suikastın
kesinlikle başta iktidardaki
Nahta Hareketinin işine gelmediğini ama eski rejim güçlerine
bir fırsat yarattığının altını çizmiştir.
Gannuşi’nin yaklaşımı doğrudur.Ve siyaset-devlet-toplum algısı geleneksel
kesimlerinkinden çok farklıdır.
Bakalım
Tunus ve Mısır’da Müslümanların siyasi görüşleri ne kadar başarılı
olacaktır,toplumsal güçleri ne kadar arkasına alacaktır?Bu ayni zamanda bir
test niteliğindedir.Ve maalesef umut vermekten de uzaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder