Nasıl Bir Devlet- Abdulvahhab el-EFENDİ- Zakir Aydın

İSLAMİ YORUM Dergisi 
 
Abdulvahhab el-Efendi ve kitabı “Nasıl Bir Devlet?”
Abdurrazık’ın kitabı ile ilgili yaptığımız değerlendirme yazısını, “Yirminci yüzyılın başında ‘hilafet’ kavramı hakkında yürüyen tartışmalar üzerine Abdurrazık, incelediğimiz ‘İslam’da İktidarın Temelleri’ kitabını yazmıştı. Yüzyılın sonuna doğru (1991) Abdulvahhab el-Efendi ‘İslam devleti’ kavramı etrafında 20.yüzyıl boyunca sürdürülen tartışmalara dönük Türkçeye ‘Nasıl Bir devlet?’ adıyla çevrilen kitabıyla katıldı.” cümleleriyle bitirmiştik. Bu yazıda el-Efendi’nin bu kitabı yazdığı ortamı, kitabı yazma amacını, ortaya koyduğu tez ve düşünceleri, aldığı tepkileri ve kitabın oluşturduğu etkileri ortaya koymaya çalışacağız.
Kitabın Yazıldığı Ortam
El-Efendi’nin kitabını yazdığı dönem (1991) hilafet tartışmalarının ikinci plana düştüğü ve tartışmanın daha çok “İslam devleti” kavramı çerçevesinde yürütüldüğü bir dönemdir. “Hilafet”ten ümitlerini kesen Müslümanlar, yeni şekillenen Dünya coğrafyasının “ulus devlet” çerçevesindeki oluşumunun da etkisiyle İslam-siyaset ilişkisini veya devlet talebini “İslam devleti” kavramı üzerinden devam ettirdiler.
Bu dönemin başlangıç ortamında İslam toprakları sömürgeleştirilmiş ve Müslümanlar ilk kez başsız kalırken, İslam da devletsiz bir dine dönüşmüştür. Asıl özelliklerini yitirmiş de olsa, varlığıyla rahatlatıcı bir unsur olan hilafetin tarihten silinişi ve tekrar geri çevrilmesinin neredeyse imkânsız olduğunun anlaşılması, Müslümanlar üzerinde travmatik bir etki yaptı. Ortaya, cemaatler/gruplar tarafından temsil edilen, devlet olmayı hedef haline getirmiş hareketler çıktı. Bu hareketler tüm enerjilerini İslam devletini kurmaya yoğunlaştırdılar. Takiyyuddin en-Nebhani, Mevdudi ve Seyyid Kutup’un fikri öncülüğünü yaptığı “İslam devleti” ideali, yukarıdan aşağıya vatandaşlarına din üzerinden gerekirse özel hayatlarına müdahale etme hakkına sahipti. Elindeki güçlerle hayrı teşvik ve kötülüğü yok etmek için mücadele etmeliydi ve totaliter bir yapıda olduğu çok açıktı. Öncü bir cemaatin (erdemli oluşları tartışılmaz ideal fertlerden oluşan bir öncü cemaat!) kontrolünde olmalıydı. Bu nedenle halkın kontrolüne veya egemenliğine verilemeyecek kadar yüce bir nitelik taşıyordu. Demokrasilerde olduğu gibi halk egemenliği olursa bu, Allah’ın egemenliğine zarar verirdi. Bu yüzden Allah’ın kayıtsız egemenliği esas olmalıydı.
İşte bu esaslara dayanan “İslam devleti” ideali, aslında Batı tipi otoriter yönetime taraftar, hatta totaliter ve biraz da faşist ulus-devlet tipine İslam ideolojisinin giydirilmiş haliydi. 
Yine “İslam devleti” ideali, tarihin bir tür kutsallaştırılmasıdır. Tarihteki öncüllerini ve örnek edindiği uygulamaları referans alır, onları idealleştirir ve bugünün ulus-devlet sınırları içinde bunların tekrar uygulanması hususunda dayatmacı davranır. Bugünün koşullarını dikkate almadan geçmişi bugüne taşıma isteğinden dolayı “İslam devleti” ideali anakroniktir.
Ferdi ve sosyal ihya ile ilgilenen, ruhu uyandırmayı ve kalpleri harekete geçirmeyi amaçlayan ve bu nedenle istediği devletin niteliğiyle fazla ilgilenmeyen el-Benna’dan sonra Kutup, cahiliyenin sorunları olarak gördüğü bugünün problemleriyle hiç ilgilenmedi. Ona göre, İslam devleti kurulduğu anda tüm bu sahte sorunlar zaten ortadan kalkacaktı. Bu nedenle Müslümanlar siyasi bir program ortaya koymaksızın, İslam devletini kuracak öncü bir toplumun oluşması için mücadele etmeliydiler. Bu düşüncenin etkisinde kalanların çoğunun zihninde, İslam devletini kurduklarında kendilerini hazırda bekleyen her şeyin çözümünün içinde gizlendiği bir yönetim sisteminin varlığı yer etmişti.
Pakistan’da devlet kurmaya daha yakın bir konjonktürle karşı karşıya olan Mevdudi ise “hakimiyetin Allah’ın olduğu bir devlet” özlemi içinde, toplumun en faziletlisinin devlet başkanlığını üstlendiği, bu başkana danışmanlık yapmaktan öte bir yetkisi olmayan bir meclise sahip bir tür tek adamlı totaliter “İslam devleti” önerisi yaptı. Meclisin çoğunluğunun görüşü de olsa başkan kendi görüşünü uygulamaya koyabilirdi. Aslında böylece İslam devletinin başkanına fiili bir diktatörlük hakkı tanınmış oluyordu. Halk, cahilliğinden dolayı kabul etmese bile “İslam devleti” hakiki çıkarlarının olduğu şeyleri onlara dayatma hakkına sahipti.
Bu tartışmaların da etkisiyle sömürge sonrasında kurulan ve “İslam devleti” kavramını kurucu ideolojisi haline getiren kimi devletler (Pakistan, İran, Sudan gibi), modern ulus devlete ait argümanların dışına çıkamadılar. Üstelik bunların İslami oluşları ve altına imza attıkları uygulamalar da hep tartışma konusu oldu. “İslam devleti” ideali kendisine asla sağlıklı bir uygulama imkânı bulamadı.
İşte bu tartışmaların yapıldığı ortamda el-Efendi “İslam devleti” fikrini “şok” bir tesirle eleştirmek için bu kitabını yazdı.
Neyi Amaçlıyor?
El-Efendi’nin bu kitabı yazmadaki öncelikli amacı; özellikle İslami çevrede var olagelen İslam tarihi ve ilkeleri hakkında bazı ciddi yanlış anlaşılmalar bulunan “İslam liderliği” konusunu hak ettiği anlayışa kavuşturmaktır. Kitabında ikili bir hedefle hareket eder. Bir yandan “İslami bir yönetim hakkındaki tartışmadan yeni anlayışlar ortaya çıkararak, sosyal bilimi geliştirmek” isterken, diğer yandan “modern sosyal bilimden yeni anlayışlar çıkararak, Müslüman’ca tartışmanın seviyesini yükseltmek” ister.
Bunu da “şu ana kadar İslam muhaliflerinin tekelinde bulunan eleştirel bakış açısını, İslam idealiyle samimi bir bağlılıkla bütünleştirerek” yapmak istemektedir. “Müslümanlar şimdi kendi İslami miraslarına yönelik, tamamen kendilerine ait eleştirel bir yaklaşım geliştirmek mecburiyetindedirler.” “Biz Müslümanlar” der el-Efendi “kendimizin ve tarihimizin en katı eleştirmenleri olmalıyız. Müslümanların bulundukları konumun eleştirisinde, pek çok kimseyi düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri için şok etmeyi ümit ederek acımasız oldum.” El-Efendi arzu ettiği şok etkiyi “İslam devleti” fikrinin kökenlerini ve gelişimini eleştirel bir bakış açısıyla bu kitabında inceleyerek gerçekleştirmek istemektedir.
Kitabıyla “düşünen Müslümanları” hedef kitlesi olarak seçmiştir. Ancak bizim dışımızdakilere söylediklerimizde de ikna edici ve güven verici olmamız gerektiğini ısrarla belirtir.
Tezleri ve Düşünceleri
El-Efendi’nin kitabı boyunca ortaya koymaya çalıştığı görüş ve tezlerini kitaptaki sistematiği dikkate almadan maddeler halinde şu şekilde ortaya koyabiliriz:
1- Temel Tezi: “İslam devleti” idealinin reddi
El-Efendi’ye göre “İslami siyaset tartışmalarının tutarlılık kazanabilmesi için, ‘İslami devlet’ kavramından tamamen vazgeçilmesi gereklidir.” Kitap boyunca ortaya konmaya çalışılan en temel tez budur.
Bunun başta gelen nedeni, “İslam devleti” ile kastedilenin özünü, otoriter yönetim taraftarlığının oluşturmasıdır. Ziyaüddin Serdar’ın ifadesiyle: “İster Taliban ve el-Kaide gibi ‘aşırı’ gruplardan, isterse İran ve Lübnan’daki Şii cemaatlerden veya İslami hareketin muhafazakâr üyelerinden gelsin, ideoloji olarak İslam hemen her zaman zorbalık ve despotizm örtüsüne bürünmüştür. Bir ideolojiyi bir ulus devlet çerçevesine koyun, merkezine de ilahi vasıflara sahip şeriatı ekleyin, işte size totaliter bir ‘İslam devleti’nin formülü.”
Günümüz İslami siyasi düşüncesi, İslam devletinin halkı İslam’a göre yaşamaya zorlama hakkına sahip bir devlet olduğu gibi çok önemli bir yanılgı üzerine bina edilmiştir.
Geçmiş dönemlerde İslam toplumunun liderleri ve âlimler, çok fazla özgürlüğün Müslümanların doğru yoldan sapmalarına neden olacağından endişelendiklerinden kötümser bir çizgide hareket ettiler ve halkı İslam’a göre yaşatmak için İslami eğilimli despotlara destek verdiler. Kaos çıkar endişesi otoriter yönetimlerin asgari özelliklere sahip olması şartıyla desteklenmelerine yol açtı.
Bu bakış açısı özgürlük kavramına şüpheyle yaklaşan ve halkın özgür iradesine karşı son derece güvensiz olan “İslam devleti” taraftarlarınca miras alındı ve çareyi, halkı doğru yolda tutacağını ümit ettikleri katı otoriterlikte aramalarına yol açtı. Oysa bu otoritelik ve yukarıdan yapılan baskıyla halkı İslam’ı yaşatmaya zorlamak, daha İslami bir hayatın ortaya çıkmasına yol açmayacak, tersine gizli ahlaksızlık ve ikiyüzlülük teşvik edilmiş olacaktır. Bugün şeriatın yürürlükte olduğu İran bu meselenin tipik bir örneğidir. Görüntüde şeriatın kuralları yürürlüktedir, ama gizli ahlaksızlık hat safhadadır.
Çünkü “şeriat empoze edilemez. Empoze edilirse o artık şeriat olmaktan çıkar. Şeriat baskıyla gelirse, ikiyüzlülük halini alır.”
Bu otoriter bakış açısının kaynağı “İslam devleti” fikrinin modern devlet kavramından esinlenerek ortaya atılmış olmasıdır. “Modern devlet” kavramı “İslam devleti” kavramına kaynaklık eden bir sınırlama ilkesidir. İslamcılar modern devlet kavramını otoriterlik yönüyle farkında olmadan kabul etmişler ve bunu çok kolay bir biçimde İslam’a mal edebilmişlerdir. Oysa yine kaynağı Batı olan devletin sınırlanması ve halk tarafından denetlenmesi esasına dayalı diğer görüş ve kavramların benimsenmesi ve içselleştirilmesi hiç de kolay olmamaktadır.
2- Klasik İslami Siyaset Teorisinin Eleştirisi
“İslam devleti” kavramının “modern devlet” kavramıyla bu sorunlu ilişkisinin yanı sıra, klasik İslami siyasi teorinin bütün muğlâklıklarını ve zihin karmaşalarını da üzerinde taşıyor olmak gibi sorunsal bir yönü daha vardır. “İslam devleti idealini taşıyanlar” der el-Efendi “kendilerinden öncekiler gibi, Peygamberî görüşü ilahi baskı ve yardımla yeniden oluşturacak ve kuracak, eşi benzeri bulunmayan erdemde müstebitin, bir çeşit Mehdi’nin çıkmasını arzuluyorlar.” Bu Mehdi’nin mitolojik bir mehdi olmasıyla, günümüz şartlarında ortaya çıkması mümkün olmayan, her yönüyle mükemmel ve tam donanımlı bir lider olması veya onlarca yıldır oluşturulmaya çalışıldığı halde bir türlü oluşturulamayan “öncü cemaat” olması arasında bir fark yoktur. “Bu tavır mevcut (İslamcı) despotlara çok büyük fayda sağlıyor, İslam rüyasının günün birinde gerçekleşmesine değil.”
El-Efendi’ye göre “İslam devleti” kavramından niçin vazgeçilmesi gerektiğinin bir diğer gerekçesi de bunun oldukça ütopik bir model olmasıdır. “İslam devleti” savunucuları “olması gereken” kısmına takılıp kaldıkları için “olan şey” den bihaber kaldılar. Herkesin gözünü diktiği peygamber dönemi ve Raşit halifeler döneminde ortaya çıkan model ancak kendi tarihi koşullarında düşünülürse uygulanabilir modellerdir. Bu dönem özellikle peygamberin hayatta olduğu dönemle Ebu Bekir’in halifeliğiyle Ömer’in halifeliğinin ilk dönemleri ancak bir şehir devletinin koşullarına uygun bir modele sahipti. Koşullar değişip topraklar genişleyince yeni sosyolojik koşullarda bu model yetersiz kaldı. İşaretlerini Ömer döneminde verip kendisini Osman döneminde gösteren problemlerin geri planında aslında bu gerçek yatmaktadır. İlk dönem için bile yetersiz kalan bu modeli “İslam devleti” savunucuları bugüne uyarlamaya çalışmaktadırlar. Oysa bu mümkün değildir.
“Hilafet ideali bir serap değil, yeterince gerçek bir idealdir. Ama onun gerçekliği, onu mümkün kılan şartlardan ayırt edilemez. Hilafet ideali, cumhuriyetçi şehir-devlet kategorisine ve onun vatandaş anlayışına aittir; bu da onu çoklu etnik imparatorluklarda işlemez hale getirir. Bu ideal aynı zamanda hem idare edilenlerin hem idare edenlerin üzerinde son derece ağır ahlaki taleplerde bulunur.” İş daha öte, tüm dünyanın iç içe girdiği günümüze gelince konu imparatorluklar çağından çok daha karmaşık hale gelmekte ve “hilafet” idealiyle yoğrulan “İslam devleti” fikri hepten ütopik bir fikir haline dönüşmektedir.
“Müslüman düşünürler Raşit Hilafet idealini, ümmetin son nefesine kadar peşinde koşması gereken bir miras olarak lanse ettiler. Aynı zamanda bu düşünürler iki tezat kabulle hareket ettiler. Bir yandan, bu dünyanın iflah olmaz olduğunu varsayıyorlar ve bırakın peygamberi, Hz. Ebu Bekir ya da Hz. Ömer gibi insanlarla dahi karşılaşılmayacağını ileri sürüyorlardı. Öte yanda, ancak bir peygamber ya da veli olabilecek bir yöneticinin detaylı tasvirini yapıyorlardı.” Raşit hilafet idealiyle bezenmiş “İslam devleti” idealinin en büyük açmazı hükümet kurallarının ancak azizler için düzenlenmesi yanlışıydı.
Diğer bir problem de Raşit halifelerin icraatlarının izolasyon içinde yorumlama görüntüsüdür. Bu nedenle dönem içi farklılıkların doyurucu bir izahı yapılamadı. Çünkü hepsi altın çağın uygulamalarıydı.
Klasik teorinin en büyük eksiği koyduğu yüksek standartlarla imkânsız gerçeği aşmaya çağıran bir idealizme sahip oluşudur. Kötümser bir şekilde buna ulaşmanın imkânsızlığı da itiraf ediliyordu. Oysa “imkansızlığı talep eden ahlaki teşvik, ahlaksızlığı teşviktir.” Bu yüzden “siyasette İslam ahlakının gerekliliklerini pratik terimlerle açıklamalı ve pratik, bu taleplerle uymazsa hiçbir bahane kabul etmemeliyiz.”
Geleneksel teori, toplumsal sorumlulukları farz-ı ayn ve farz-ı kifaye olarak ikiye ayırdı. Siyaset alanını da farz-ı kifaye olarak kabul etti. Yani yönetme işini birileri üstlendikleri anda tüm ümmet sorumluluktan kurtuluyordu. Bu nedenle tarihte ümmet çoğunlukla depolitik davrandı. Ancak hilafetin kaldırılmasıyla Müslümanlar adına yönetme işini üstlenen kimse kalmayınca tüm ümmet sorumluluk ve günah altına girdi. İşte çağdaş İslamcı gruplar bu temelde gelişti. Yerdeki sancağı kaldırmak için harekete geçtiler. Oysa yeni ortaya çıkan koşullarda toplumsal sorumluluk farz-ı ayn ve farz-ı kifaye terimleriyle ifade edilemeyecek kadar farklılık arz etmektedir. Yeni dönemde farz-ı kifaye terimi “farz-ı cemai” terimi ile yer değiştirmelidir. Toplumsal vazife tüm ümmetin her daim sorumlu olması gereken bir alan olmalıdır. Birilerinin vazifeyi üstlenmesiyle toplum depolitize olmamalıdır.
Hobbes’cu düşünce kadar klasik İslami siyasi düşünce de “İslam devleti” idealinin totaliter bir anlayışla gelişmesine yol açtı. “Bazı Müslümanlar” der el-Efendi “halifeye, toplumu bilinçlerine karşı gelmeye zorlama hakkını vererek, hilafetle Tanrı’yı aynileştirdiler. Bu, halifeyi bir aziz, toplumu da bu hikmetli azizin güdümünde yeteneksiz ve günahkar bir raiye (sürü) olarak gören anlayışın bir ürünüydü. Sürüden esirgenen hürriyet, çobana tanındı ve çobanlar giderek bir kurt haline geldiler.”
* * *
İşte el-Efendi “İslam devleti” kavramının bu sorunlu yönlerini ortaya çıkartmak için eserine modern Batı’da ve İslam tarihinde görülen devlet anlayışlarının analiziyle başlıyor. “İslam devleti” kavramıyla ilgili birinci temel problemin mutlakıyetçi devlet anlayışı olduğunu göstermek için modern devletin ortaya çıkışını Machiavelli, Hobbes, Locke, Bentham, Mill, Hegel, Roussea, Marx, Weber gibi düşünürlerin görüşleri çerçevesinde ele alıyor. İbni Haldun, Makyavel ve Hobbes’un savunduğu görüş; devletin düzen sağlamak adına ahlaki sınırları çiğneyebileceği, baskı yapabileceği görüşüdür. Çünkü baskıcı bir düzen olmazsa kaos kaçınılmazdır. Oysa Locke, Bentham, Mill gibi liberallere göre ise kötülüğün kaynağı toplum değil devlettir. Bu nedenle devlet minimize edilmeli, kontrol altında tutulmalı ve halk tarafından denetlenmelidir. “İslam devleti” savunucuları Hobbes’cu paradigmaya meyillidir ve vesayet peşindedirler. Kitleleri sınırlamak ve kontrol altına almak istemektedirler. El-Efendi’ye göre İslami teorisyenler “devletin önemsizleşmesini ve faziletli topluma dayanılmasını savunmaktan çok, fıtraten fazilet konusunda imtihan olunan kitleleri sınırlayacak vesayet planları geliştirmeye kafa yormuşlardır.”
El-Efendi ardından İslam tarihindeki devlet anlayışlarını Raşit hilafet döneminden başlamak üzere hilafetin kaldırılması dönemine kadar inceliyor. Daha sonra Mustafa Kemal, Efgani, Reşit Rıza, Abdurrazık, Azad, el-Benna, Kutup, Mevdudi, Humeyni, Şeriati, Turabi ve Gannuşi gibi isimlerin görüşleri çerçevesinde çağdaş dönem İslam siyaset düşüncesi tartışmalarını değerlendiriyor. Bununla da klasik dönem İslam siyaset anlayışının “İslam devleti” kavramının ortaya çıkmasındaki etkilerini ortaya çıkartmaya çalışıyor.
Bu değerlendirmelerin sonucunda vardığı nokta, “İslam devleti” kavramından tamamen vazgeçilmesi ve bunun yerine bu kavramın/olgunun taşıdığı sorunları barındırmayacak yeni bir kavramsallaştırmaya gidilmesidir. El-Efendi’nin önerisini sonraki maddelerde özetleyeceğiz.
3- Özgürlük ve Demokrasi
El-Efendi eseri boyunca özgürlük ve demokrasi kavramlarını sık sık vurgulamaktadır. “Müslüman toplumları mevcut açmazlarından kurtarabilecek tek şey var”, iddiasında bulunuyor el-Efendi: Demokrasi. Ona göre demokrasi asli ve vazgeçilmezdir. Müslüman toplumlar, İslami taleplerin serbestçe tartışıldığı ve yeniden biçimlendirildiği İslam’a, demokratik ortamlarda ulaşabilirler.
Aynı şekilde el-Efendi’ye göre “İslam devleti arayışı önce özgürlük arayışıyla başlamalıdır. Düşünce, eylem, günah işleme, tövbe etme ve son olarak kişinin kendisini ve huzurunu Allah’a itaatte bulma özgürlüğü. Ancak o zaman gerçek İslam toplumu ve onun ürünü olan gerçek İslam devleti ortaya çıkabilir. O halde Müslüman’ın savaşımı, bir şey için bireylerin herhangi bir eyleme zorlanmama hakları, başka bir deyişle demokrasi için olmalıdır. Bu özgürlük içinde toplum kendisini bulacak ve ahlaki durumunu düzeltecek, ardından da peygamberi toplum modeline dayalı bir devlet kuracaktır.” “Hürriyet, zorunlu olarak bütün sınırlamaların, hatta ahlaki sınırlamaların yokluğu demek değildir. Özgür olmak, bazı liberalizm yorumcularının ima ettikleri gibi ahlak dışılık da değildir.”
El-Efendi despotik bir devlet yerine özgürlükçü bir devlet istemektedir. Kişilerin dinin kurallarına rızalarının dışında zorlanmadıkları bir model öngörmektedir. Bunun sağlanabileceği ortam da ancak demokratik bir ortam olabilir. Bu yüzden “Müslüman topluluklar özgürlüğe ve demokrasiye fazlasıyla öncelik vermeliler ve daha yaratıcı formüller bularak modern ulus-devlet adlı deli gömleğinden kurtulma yoluna gitmeliler.”
“Yıllardır var olagelen ve değişmeye devam eden, insanlara somut faydalar veren demokrasiler, halifelik hakkındaki yüzyıllardır süren bir tartışmanın kurbanı yapılıp göz ardı edilemez. Ve İslami kaynaklar (şura, icma vs.) üzerinden, demokrasi için dolambaçlı, anlaşılması güç meşrulaştırmalar yapmaya gerek yoktur. Çünkü apaçık gerçek şu ki, demokratik düzen, kıyaslanamayacak ölçüde despotizme, tek adama dayalı ya da kliklere dayalı düzene tercih edilir. Ve demokrasinin dile getirdiği değerler, İslam ile uyum halindedir. İslam, asırlardır insanoğlunun benimsediği değerlerden farklı bir söylemle gelmedi. Ve insanoğlunun değerlerine, yeni ya da alışılmadık tanımlar getirmedi.”
4- Evrensel Bakış Açısı
El-Efendi kitabında sadece Müslümanları ve İslam Dünyasını değil tüm Dünyayı dikkate alan bir bakış açısı geliştirmeye çalışmaktadır. “Biz Müslümanlar için” der el-Efendi, “global bir cemiyet içinde yaşadığımızın, ideal ve inançlarımızın, insanlığın bütününün tetkiki altında olduğunun farkına varma zamanı gelmiştir. Düşündüğümüz ya da yazdığımız zaman, bu kalabalık gezegende yaşayan diğer insanları da gözetmeliyiz. İslami özelciliğimizden taviz vermeksizin, muhalefet perspektifinden baktığımız global kültürün ortak realitelerini de göz önünde bulundurmalıyız.”
Bu, aslında sınırlı alanlarda Müslümanların derdine şifa olacak önerilerde bulunma çağrısının ötesinde tüm insanlığa şifa olacak ortak çözümler önermek anlamına gelmektedir. Böylesi bir çağda ve insanlığın gelmiş olduğu noktada ilişkileri “zimmî”, “darü-l harp”, darü-l İslam” gibi kavramlarla belirlemenin mümkün olmadığı ortaya çıkmıştır. İslam’ın liberal demokratik Batı-güdümlü uluslararası sisteme yegâne alternatif olduğu çok açıktır. Komünizmin çöküşü bunu çok daha belirgin hale getirmiştir. “Uluslararası düzende adalet ve eşit yönetim aramaları Müslümanların omuzlarında bir sorumluluktur.”
İslam’ın kısır “İslam devleti” ideallerinden kurtarılıp uluslararası düzende alternatif bir modele dönüşebilmesi için; “İslam toplumu, bütün mensuplarının ve bütün insanlığın manevi kurtuluşu için çalışmak zorundadır.” “İslam sadece muhtaç olduğu bağımsızlık ve iktidara ulaşmak için değil, aynı zamanda ahlaki bir güç olmak için de uluslararası düzende büyük bir güç haline gelmek zorundadır.” Sadece zengin olmak veya güçlü silahlara sahip olmakla uluslararası düzende yer alamayız. Batı’nın kapısında dilencilik yaparken aynı zamanda onun hareketlerinin yargılayıcısı olamayız. İhtiyacımız olan şey güçlü bir davadır. Güçlü bir adalet savunusu ve insanlığı doğru yola yönlendirme misyonu bu davanın öğeleri olmalıdır. Sığ, sınırlı, bölgesel, şahsi çıkarlara dayalı ve ayrımcı bir yaklaşım yerine evrensel bir sorumluluk duygusuyla hareket edilmelidir.
Bize yöneltilen silahlara sahip olma çabası yerine bu iddialardan vazgeçebilmek, dış dünyaya bağlılıktan kurtulmak bir zorunluluktur. “Müslümanlar muhalifleri gibi, lükse karşı tatmin edilemez bir iştahla Batı’nın tutsakları haline geldiler. Hızla tükenen gezegenimizde Müslümanlar, herkesin daha fazlasını istediği bir dünyada daha aza kanaat ederek örnek olabilirler. Ancak bu şekilde Müslümanlar, son tahlilde şahsi çıkar peşindeki birey ve grupların toplamı mahiyetindeki ulus-devlet sistemine dayalı uluslararası düzene bir alternatif teşkil edebilirler.” Böylece el-Efendi, ahlaki davranışta alternatif oluşturabilecek; adalet, eşitlik temeline dayalı, tüm insanlığın kurtuluşunu hedefleyen; Batı tipi yaşamın çürük temellerini gözler önüne seren, entelektüel kökleri güçlü bir dava ile kendisini ifade eden özelliklere sahip bir modelle, İslam ümmetinin rolünün uluslararası zeminde yeniden tanımlanmasını önermektedir. 
5-“İslam devleti” kavramı yerine “Müslümanlar İçin Devlet” kavramı önerisi
El-Efendi’ye göre bireyin Müslüman olması için bir devlete ihtiyacı yoktur. “Birey bir Müslüman olarak devleti yaratır ve İslam’ı daha iyi yaşayabilmek için onu gönüllü olarak kendisi oluşturur.” “Devlet, İslami parti, dini cemaat ve ekonomik yapı belli bir amaca dönük araçlardır.” “Pek çok İslami parti ve grup kendi içlerine kapanarak ve Allah’ın yerine kendilerine tapmaya başlayarak varlık nedenlerini hızla kaybediyorlar. Onlar için varlıklarının ve statülerinin güvencesi bir öncelik haline gelirken, İslam’ın ahlak ilkeleri bu önceliğe tabi kılınıyor.”
Kişinin iradesini ve İslam’ı yaşamasını devletin varlığıyla mümkün kılan “İslam devleti” kavramı yerine el-Efendi “Müslümanlar için devlet” kavramını yani, “İslami siyasi toplum” deyimini önermektedir. Aradaki fark ise “Müslümanlar için devlet kavramında” devlet bir araçken “İslam devleti” kavramında devlet bir amaçtır. Bu sakıncanın önüne geçmek için tanımlama ve ifade bu şekilde değiştirilmelidir. “Müslümanlar için devlet” şu özelliklere sahip olmak zorundadır:
▪ Bu devlette Müslüman ferdin hürriyet ve şerefinin temel kabul edilmesi elzemdir ve bu devlet demokratik olmak zorundadır. Bunun anlamı devletin vatandaşlarının özgür iradesine dayanmak zorunda olmasıdır. Eğer o toplumun özgür iradesi şeriatı öngörüyorsa o devlet de zorunlu olarak şeriata dayalı bir devlet olacaktır. Şayet bir İslam toplumu şeriatı reddediyorsa zaten o toplum tanım gereği zaten İslami değildir. Toplumda demokrasi hâkimse Müslümanlar iradelerini şeriat yönünde kullanarak İslam’ı hâkim kılma şansına her zaman sahiptirler.
▪ Bu devlet öncelikle, toplumda bireyin sorumluluk ve aktif rolüne güvenmelidir. Bireyciliğe kaçmadan bireyciliğin değeri vurgulanmalıdır.
▪ Bu devlet aynı zamanda bağımsız ve kendine yeterli olmalıdır. Saldırgan ve yıkıcı olmamalıdır.
▪ Bu devlet dışa açık olmalıdır. Global Müslüman toplum için bir odak noktası olmalıdır. Birlik zor kullanarak sağlanmamalı, ancak uluslararası düzenin nasıl işleyeceğine ilişkin Müslümanların ortak bir bakış açısı olmalıdır.
▪ Bu devlet çoğulcu olmalıdır. Çoğulculuk, gayri Müslimleri ikinci sınıf vatandaşlar haline getirmeden idare etmek anlamına gelmektedir. Müslümanlar için devlet, çoğulculuğa dayalı bir özgürleştirme prensibi olmalıdır.
▪ Bu devleti anayasa değil bir sözleşme idare etmelidir. Bu devlette toplumlar, her şeyden güçlü hâkim bir devlete tebaa olarak değil, kendi gönülleriyle birleşen ve her biri tam özgürlük içinde kendi hayat tarzını takip eden toplumların üyeleri olarak bir araya gelmelidir. Güvenliği sağlamada baskı yolları tamamen kapatılmamakla birlikte, baskı devletin temelini oluşturmamalıdır. Bir şahıs, toplum ya da devlete kendi tercihiyle katılabilir ya da ondan serbestçe ayrılır, bir başkasına katılabilir.
▪ Bu modelde devlet katı bir biçimde bölgesel değildir. Siyasi kurumlar, üyelerine, üyelik haklarını kaybetmeksizin serbestçe hareket etme hakkı vermelidir. Bu özellik ulus-devlet mantığını aşan (ulus devlet sınırlarını aşındıran) bir uluslararası düzen kavramını getirmektedir.
▪ Siyasetin asıl amacı insanları barış içinde bir arada yaşatmak olduğuna göre bu devlet barışın temelleri olan eşitlik ve adalete dayanmalıdır.
▪ Devlet özel normlar ve hayat tarzları empoze etmeye çalışan baskıcı, mütecaviz bir kurum değil, aksine insanlara özgürlük ve serbestliğini sağlayan bir işbirliği kurumu olmalıdır.
▪ Bu devlet, ışığını dışa yansıtmalı ve bir ikram felsefesi geliştirmelidir. Sistemden ne koparabilirim diye birbirleriyle çatışan “çıkar grupları” olmamalıdır. Rekabet, ne kadar alınabileceğiyle değil ne kadar verilebileceğiyle ilgili olmalıdır.
El-Efendi bu özelliklere sahip bir devletin Batı’da ABD’nin oynadığı role benzer rol oynayacağını iddia etmektedir. Ona göre bu şekilde kurulan devlet/ler İslam topluluklarının AB tarzı bir birlik inşa etmesine önayak olacaktır. El-Efendi’nin böylesi bir rol için iki aday devleti vardır: Malezya ve Türkiye.
Kitaba Getirilen Eleştiriler
Kitaba dönük getirilen en dikkate değer eleştiri, el-Efendi’nin düşüncelerini yeterince teorize etmemesi üzerinedir. Aslında iyi bir çıkış noktası yakalamıştır. “İslam devleti” kavramına getirdiği eleştirilerde de büyük ölçüde haklıdır. Ancak bu kavrama alternatif olarak öne sürdüğü “Müslümanlar için devlet” kavramının içini doldurmakta zorlanmaktadır. Zaman zaman kavramı kullanmakta kendisi bile hassasiyet göstermemekte ve önerdiği kavramın yerine “İslam devleti” kavramını kullanıvermektedir.
“Müslümanlar için devlet”in nasıl olması gerektiğine ilişkin getirdiği öneriler dikkate değer öneriler olmasına rağmen, aslında “İslam devleti” kavramıyla ortaya çıkan olumsuz yönlere bir tür cevap niteliğindedir. “İslam devleti” bireyi ihmal eder, o önerdiği devlette bireyin hürriyet ve şerefini merkeze oturtur. “İslam devleti” bir amaç olarak görülmektedir, bu devlet olmadan İslami yaşamın gerçekleşmesinin mümkün olmadığına dair bir kanaat vardır. O ise devleti bir amaç olarak değil bir araç olarak görür ve devlet olmadan da İslam’ın yaşanabileceğini savunur. “İslam devleti” despotik yönüyle ortaya çıkar. O ise özgürlükleri savunur. Devletin baskısıyla ahlaklı olunamayacağını söyler. “İslam devleti” tek adamın tüm yetkilere sahip olduğu bir yönetimdir. O ise demokrasiyi ve devletin halk tarafından denetlenmesi gerektiğini savunur. “İslam devleti” vatandaşlarına dinlerine göre farklı statülerde görür. O ise dinlerine bakmaksızın herkesin eşit olması gerektiğini söyler. “İslam devleti” kendi dışındaki devletlerle çatışmacıdır. O ise barış temelli global uluslararası bir düzen önerisi yapar. “İslam devleti” şeriata dayalı normatif/anayasal bir devlettir. O ise sözleşme esasına dayalı bir devleti savunur. “İslam devleti” sınırları belli bir devlettir. O, sınırlara karşı çıkar. İnsanların özgürce dolaşmasına ve dilediği devletin vatandaşı olmasına taraftardır.
Görüldüğü gibi el-Efendi’nin getirdiği öneriler aslında “İslam devleti” idealinin olumsuz özelliklerinin karşısında konumlandırılmıştır. Bu nedenle önerileri bir devlet teorisi veya siyaset felsefesi oluşturulmasında yararlanılabilecek fikirler olmasına rağmen yetersizdir.
El-Efendi, İslam’ın altın çağı olarak görülen ilk dönemlerin uygulamalarını ancak bir şehir devletinde uygulanabilecek modeller olarak gördüğü ve büyük ölçekli toplumlarda uygulanmasının imkânsız olduğunu söylemesine rağmen, yaptığı önerilerde Medine Vesikası’ndan yararlanmış ve anayasa esasına dayalı bir devlet yerine sözleşme esasına dayalı bir devlet önerisi getirmiştir. Sadece sözleşmelerle yürütülen bir devlet modelinin ayrıntıları muğlâk bırakılmıştır. Bu nedenle okuyucunun zihninde oldukça ütopik bir model canlanmaktadır. Medine türü bir şehirde farklı kesimlerin kendi aralarında bir sözleşme yapmaları mümkünken (ki o bile uzun sürmemiştir) karmaşık ve içice geçmiş geniş toplumlarda kimlerin kimlerle sözleşme yapacağının belirlenmesi dahi büyük bir sorun teşkil edecektir. El-Efendi yaptığı eleştirinin tuzağına kendisi düşmüştür.
El-Efendi “Medine Vesikası”na çokça referans gösterirken en az onun kadar önemli “Veda hutbesi”, “Hılf’ul-Fudul” tecrübesi, Kur’an’daki adalet ve siyasi/toplumsal amaçlarla ilgili ayetleri hiç dikkate almamıştır. Bu da kitapta görülen eksikliklerden birisidir.
El-Efendi ideal-gerçek geriliminde gerçekliğe bir adım yakın durmaktadır. Oysa gerçek adına feda edemeyeceğimiz temel ideallerimizi çok fazla dile getirmemekte, hatta feda edilemeyecek idealleri özgürlük ve demokrasiyle sınırlamaktadır. Kitabında zaman zaman İbni Haldun’un insanın sadece ideallerle değil, aynı zamanda ve temel olarak iktidar siyasetinin gerekleriyle de hareket etmesi gerektiğine dair görüşlerine yaklaşmaktadır. Bunu da biraz klasik İslam düşüncesindeki halife için şart koşulan ideal özelliklerin ortaya çıkardığı sorunlara parmak basmak için yapmaktadır. Okuyanı kuşkuya düşüren bu muğlak yaklaşımına rağmen el-Efendi’nin bu konudaki esas yaklaşımının aşağıdaki alıntıdaki gibi olduğunu temenni etmek gerekiyor: “İnsan iradesinin mükemmeli bulmadaki sınırsız kabiliyetine güvenmek esastır. Geçmişte insanlar, sadece sosyal kanunlara meydan okumakla kalmadılar, onları oluşturabildiler ve yıkabildiler. İslam tarihi bu engin beşeri yeteneğin en somut delilidir. Gerçeklik kabul edilmelidir, ancak hiç eleştirisiz değil… İçinde yaşadığımız toplumlar tıpkı yerçekimi gibi bizi sınırlıyorsa bile, ufkun ötesine bakabilme imkânımız hala var. Müslüman’ın imanı, dar realizmin duvarlarını aşabilmek için üzerinde yürünecek bir merdiven gibidir.” Bu yaklaşım, kaderci sosyal değişim anlayışını yıkan ve aynı zamanda idealist bir ümidi de içinde taşıyan bir yaklaşımdır.
Kitabın sonunda 2. baskıya ek olarak konulan bölümde el-Efendi, Enis Ahmed tarafından kitaba getirilen eleştirilere cevap vermektedir. Enis Ahmed’in getirdiği eleştiriler şunlardır: El-Efendi liberal geleneğe ait “özgürlük” kavramından fazlaca etkilenmiştir. İkinci olarak el-Efendi Şiiliğe ve onun “devrimci” karakterine hayranlık duymaktadır. Üçüncü olarak el-Efendi İslam tarihine ilişkin yaptığı bazı yorumlara yeterli delilleri getirmemiştir. Dikkate değer dördüncü eleştiri de el-Efendi bazı İslamcıları (örn. Mevdudi) bir tür faşist ve komünist devlet sistemi öngörmekle suçlamaktadır. El-Efendi bu eleştirileri tek tek cevaplandırmaktadır.
Yeteri kadar doyurucu ve kapsamlı öneriler getirmemiş olsa da el-Efendi’nin kitabında ortaya koyduğu fikirleri dikkate değerdir. Eleştirel bir bakış açısıyla ortaya konulması bile bu kitabı yeteri kadar değerli kılmaktadır. 90’lı yıllardan beri bu kitapta ortaya konan düşünceler sınırlı da olsa belli çevrelerde tartışılmaktadır. Önemli olan eleştirel bakış açısını ve pozitif tartışma kültürünü olabildiğince yerleştirerek daha doyurucu, daha faydalı ve işe yarar öneriler ve tezler ortaya çıkartabilmektir.
Etkileri bakımından düşündüğümüzde el-Efendi’nin 2. baskının önsözünde ima ettiği gibi, kitapta ortaya konan düşünceler üzerine yapılan tartışmalar Türkiye’de AK Parti’nin oluşumunda tesiri olmuştur. Bu anlamda önerdiği devlet veya uluslararası sistemin lideri olarak Malezya veya Türkiye’yi görmek istemesi de manidardır. Aynı şekilde Ali Bulaç’ın kitabın yayınlandığı yıllarda “Asr-ı Saadet’te bir arada yaşama projesi: Medine Vesikası” adıyla başlattığı tartışmalarda bu kitabın tesiri açıkça gözlemlenmektedir. Umarız kitapta ortaya konan düşünceler yeni fikirler ve projeler üretilmesi bazında tüm çevrelerde her açıdan tartışılmaya devam eder.
KİTABIN KÜNYESİ:
Adı: Nasıl Bir Devlet
Yazar: Abdulvahhab el-Efendi
Tercüme: Hasan T. Kösebalaban, Murat Çiftkaya
Orijinal adı: Who Needs an Islamic State?
Yayınevi: İlke yayıncılık
Yayın yılı: II. Baskı, İstanbul, 2009

Yorumlar

  1. Nasıl bir İslam Devleti sorusundan önce Nasıl bir İslam toplumu suali dah anlamlı olacaktır.Bundan da önce nasıl bir İslam İnsanı (Mü'min) üzerinde durulması gerekir. İslam insanı, el İnsanın donanım v meziyetleri, duygu ve düşünceleri hasılı dünya görüşü ve yaşam tarzı nasıl bir siyasal toplumsal yapıda tabii,özgür,imtihan vasatı içinde varlığını gelişerek devam ettirir. Medine de Rasulullah'ın önderliğinde kurulan İslam Devleti bir modelmi örneklikmi? Vahyin nuzul ortamında Rasulullahın arkadaşları hiçbir baskı,zorlama, dayatma ve cezalandırma olmadan, özgürce bir eğitim ve öğretimle dünya görüşleri, hayat tarzları nasıl inşaa edildiği iyi anlaşılmalıdır.Bu arada Rabbin bu inşaa sürecinde hiçbir dayatma,baskı ve zorlama yapmaksızın gönüllü bir şkilde sadece İlahi Rızayı kazanmak maksatlı müjde ve azabı birlikte hatırlatması, muhtemel İslam Devletini siyasi açıdan bağlyan bir husustur. Medine'de ve Mekke'nin Fethiyle her iki şehirde ve daha sonra büyüyen Selam Yurdu'nda münafık,fasık,facirlere karşı hiçbir şiddet,baskı,istibdat ve totaliter uygulamanın olmaması dikkat çekicidir. Rasulullahın bazı suçlarla ilgili cezalandırmalarda bile isteksiz ve yargılamayı hesap gününe havale etme eyilimi, siyaset bilimi açısından dikkate alınması gereken bir diğer husustur.Rasulullh döneminde İslam devleti; ferdi ve toplumsal imtihan vasatını koruyan, düzeni sağlayan, adaleti ve eşitliği gözeten görevler etrafında şekillenmiştir. Vahyin önünde değil Vahyin gerisinde, vahyi anlama ,yaşama,toplumsal erdemleri geliştirme vasatını sağlamayı amaç edinmiş bir devlet görüyoruz. Bunu yaparkende despotizmi, istibdati, totaliterizmi çağrıştıracak hiçbir siyasi icraata/örneğe rastlamıyoruz.Ömer dönmi futuhatlarla sınırların genişlemesi, devletin şehir devletinden imparatorluk seviyesine çıkması devlet yapsında ve siyaset anlayışlarında kırılmalara, değişimlere neden olmuştur. Hele de Ümeyyeoğulları ve Abbasiler dönemindeki totaliter siyasi yöntem ve amaçlar Rasulullahın devlet ve siyaset anlayışı örnekliğininden ne denli uzaklaşıldığını ve Tiranileştiğini göstermektedir. Bu gün müslümanlr tarafından örnek alınan Rasulullah dönemi Devlet anlayışı ve siyaseti değil, işte bu Tirani devlet anlayışı ve siyaset şeklidir.Bunun ideal İslam devleti olarak siyaset arenasında kitlelere sunulması akıl alacak bir şey değildir. İnsanlığın özgürlüğe, siyasi katılıma, devletin toplum denetimine girdiği bir dönemde,Halklara; denetlenemez, murakebe edilemez, tanrı adına adı altında kutsallaştırılan totaliter bir devlet modeli sunulması, kendi elimizle baştan çözümsüzlüğü ve mahkumiyeti seçme anlamına gelecektir.Özgün İslam siyasetinin ve İslam devleti modelinin ortaya koyulabilmesi gayretlerine önemli katkıları olan Abdulvahhab el-Efendi, Ahmed el-Katip, Abdulkerim Suruş ve benzeri ilim adamları ve mütefekkirlerin çalışmaları üzerinde çokça çalışılması gerekmektedir. Aksi durumda insanlığa İslamı siyaseti noktasında, el Kaide ve Taliban modellerinden başkasını gösteremeyeceğiz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası