'Dünya iflas edemeyecek kadar büyük mü?'

Noam Chomsky* / TIMETURK

15.05.2011

Arap dünyasındaki demokrasi ayaklanması, halkın cesaretinin, azminin ve sadakatinin olağanüstü bir gösterisiydi.  Tesadüfen de Madison, Wisconsin ve Birleşik Devletler’in diğer şehirlerindeki on binlerce insanın kayda değer demokrasiye ve işçilere destek başkaldırısıyla aynı zamana denk düştü.

Eğer Kahire ve Madison’daki ayaklanmaların izlediği yörünge kesiştirilseydi, farklı yönlere doğru giderlerdi. Kahire’de diktatörlüğün yok saydığı temel haklar talep edilirken, Madison’da uzun ve zor mücadelelerle kazanılan ve şimdilerde ciddi tehdit altındaki haklar savunuluyordu.

Her ikisi de, küresel toplumda farklı rotaları izleyen, bir eğilimler mikro-evrenidir. Gerek dünya tarihinin en güçlü ve en zengin ülkesinin çürüyen endüstriyel kalbinde gerekse de Başkan Dwight Eisenhower’ın “dünyada en önemli stratejik yer ” ile “stratejik gücün muazzam kaynağı yer” dediği ve Dışişleri Bakanlığı’nın 1940’da “yabancı yatırım için dünyada muhtemelen (zamanının Yeni Dünya Düzeni’nde ABD’nin sadece kendi ve müttefikleri için istediği) en varsıl ekonomik ödülü sağlayan yer” olarak nitelediği bölgede olup bitenlerin geniş kapsamlı sonuçları olacağından emin olabilirsiniz.

Yaşanan değişimlere rağmen, günümüz politika belirleyicilerinin, Başkan Franklin Delano Roosevelt’in etkili danışmanı A A Berle’nin Orta Doğu’nun emsalsiz enerji kaynaklarının kontrolünün “dünyanın elle tutulur kontrolünü” sağlayacağı yönündeki tespitine sadık kaldıklarını varsaymak için her nedene sahibiz. Paralel şekilde, kontrolün yitirilmesinin de İkinci Dünya Savaşı esnasında açıkça belirginleşen küresel egemenlik projesini tehdit edeceğine ve o günden beri dünya düzenindeki asli değişimlere rağmen sürdürüldüğüne de inanmalıyız.

1939’daki başlangıcından itibaren, Washington, savaşın ABD’nin ezici bir güç konumuna ulaşarak sona ereceğini tahmin ediyordu. Tüm savaş boyunca, yüksek-seviyeli Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ve dış politika uzmanları, savaş-sonrası dünya planlarını tasarlamak için bir araya geldi. İçinde Batılı yarımküre, Uzakdoğu, Orta Doğu enerji kaynaklarıyla birlikte eski İngiliz İmparatorluğunun yer aldığı ABD’nin hâkim olmak üzere olduğu bölgeyi “Büyük Alan” olarak betimlediler.

Rusya, Stalingrad’ın ardından Nazi ordularını bastırmaya başlayınca, Büyük Alan amaçları, mümkün olduğunca Avrasya’ya, en azından Batı Avrupa’daki ekonomik merkeze kadar, genişledi. Büyük Alan içerisinde, Amerikan küresel tasarılarına müdahil olabilecek devletlerin “her tür egemenliğinin sınırlanması” sağlanırken, ABD’nin, “askeri ve ekonomik üstünlüğü” ile “sorgusuz sualsiz bir güç” olmayı sürdürecekti. Titiz savaş-zamanı planları kısa süre içerisinde uygulanacaktı.

Her zaman Avrupa’nın bağımsız bir yol izleyebileceği belirtilmiştir. Kuzey Atlantik Paktı (NATO), kısmen bu tehdide karşı kuruldu. NATO’nun resmi bahanesi 1989’da sona erer ermez, Sovyet Lideri Mihail Gorbaçov’a verilen sözlü garantiler ihlal edilerek NATO Doğu’ya doğru genişledi.

O zamandan beri NATO, ABD-yönetiminde geniş kapsamlı bir müdahale gücü haline geldi. NATO Genel Sekreteri General Jaap de Hoop Scheffer, bir NATO konferansını bilgilendirirken, “NATO birliklerinin Batı’ya giden gaz ve petrol boru hatlarını koruması” ve daha da genel olarak tankerlerin kullandığı deniz yollarını ve enerji sisteminin diğer “elzem altyapısını” müdafaa etmesi gerektiğini söylediğinde bu kapsam ayrıntılarıyla açıklanmış oldu.

Büyük Alan doktrinleri, istendiğinde askeri müdahaleye açıkça yetki veriyor. Bu sonuç, ABD’nin “anahtar piyasalar, enerji tedariki ve stratejik kaynaklara kısıtlamasız erişimini”  garanti altına alacak ve “halkların düşüncelerini betimlemek” ve “güvenliklerini ve idamelerini etkileyecek olayları biçimlendirmek” için Avrupa ve Asya’da devasa askeri bir gücün “hazır istihdamını” sağlayacak askeri güç kullanma hakkını ilan eden Bill Clinton Yönetimi’nce açıkça ifade edilmiş oldu. 

Aynı ilkeler Irak’ın işgalinde de işbaşındaydı. ABD’nin Irak’ta isteklerini dayatmadaki başarısızlığı su yüzüne çıkınca, işgalin gerçek nedenleri sevimli belagatin arkasına saklanamaz hale geldi. 2007 Kasım’ında Beyaz Saray, ABD güçlerinin sonsuza kadar Irak’ta kalmasını ve ülkenin Amerikan yatırımcılarına ayrıcalıklı kalmasını talep eden İlkeler Deklarasyonu yayınladı. İki ay sonra, Başkan George W Bush, kongreye ABD Askeri Güçleri’nin Irak’ta sürekli kalmasını ya da “Birleşik Devletler’in Irak’ın petrol kaynaklarının kontrolünü” sınırlayabilecek herhangi bir yasamayı reddedeceğini bildirdi. Ancak Irak direnişi karşısında ABD bu taleplerden kısa sürede vazgeçmek zorunda kaldı.

Tunus ve Mısır’da, halk ayaklanmaları etkili zaferler kazandı fakat Carnegie Vakfı raporu, isimler değişse de, rejimin kalmayı sürdürdüğünü belirtti. “İdaredeki elitlerde ve yönetim sistemde bir değişiklik hala uzak bir amaç” diyen rapor, demokrasinin önündeki yerel engelleri tartışırken her zaman daha belirgin dış engelleri görmezden geliyor.

ABD ve Batılı müttefikleri, Arap dünyasında hakiki bir demokrasiyi engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır. Nedenin anlamak için, ABD anket firmalarının yaptığı Arap eğilimleri araştırmalarına bakmak yeterlidir. Nadiren tamamen açıklansa da, arkasındakiler olaya vakıftır. -

Bu raporlar, ezici Arap ekseriyetinin ABD ile İsrail’i en asli tehdit olarak algıladığını ortaya koyuyor. ABD, Mısır’da yüzde 90, bölgede ise yüzde 75 düşman olarak algılanıyor. Arapların yüzde 10’u İran’ı tehdit olarak kabul ediyor. ABD politikalarını karşıtlık o kadar güçlü ki ekseriyet İran nükleer silahlara sahip olursa güvenliğin artacağına inanıyor. Bu oran Mısır’da yüzde 80. Diğer oranlar da benzer şekilde seyrediyor. Eğer halk eğilimi politikayı etkilerse, ABD sadece bölgeyi yönetmemekle kalmayacak aynı zamanda küresel hâkimiyetinin esas prensiplerinin altını oyacak şekilde müttefikleriyle birlikte bölgeden de kovulacak.

Gücün görünmez eli

Demokrasiye destek, kuramcıların ve propagandacıların uzmanlık sahasıdır. Gerçek dünyada ise elit kesimin demokrasiden haz etmeyişi bir normdur. Kanıt o kadar su götürmezdir ki daha ciddi akademisyenlerce isteksizce kabul edilen bir sonuç olarak, sosyal ve ekonomik amaçlara çıkar sağladığı için demokrasi bu kadar desteklenir.

Elitlerin demokrasiyi küçümseyişi, WikiLeaks belgelerine verilen tepkilerde çarpıcı şekilde ortaya çıktı. Pürneşeli en çok kale alınanlar, Arapların İran’a karşı ABD’yi desteklediğine dair belgelerdi. Dayanak idaredeki diktatörlerdi. Kamuoyu düşüncesinden bahsedilmiyordu. Carnegie Vakfı Orta Doğu uzmanı ve eski Ürdün hükümeti üst düzey bürokratlarından Mervan Muaşer’in açıkça ifade ettiği rehber ilke şöyledir: “Yanlış bir şey yok, her şey kontrol altında”. Kısaca, diktatörler bize desteklediği sürece, (halkın düşüncesi) ne fark eder ki?

Muaşer’in doktrini rasyonel ve saygındır. Günümüzü alakadar eden bir durumdan bahsedecek olursak; 1958’de Başkan Eisenhower, dâhili görüşmelerde Arap dünyasında, hükümetlerin değil halkın bize karşı “nefret kampanyasıyla” ilgili endişelerini belirtti. Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC), Arap dünyasında ABD’nin diktatörlükleri desteklediği, bölgenin kaynaklarının kontrolünü temin için demokrasiye ve tekâmüle engel olduğuna dair bir algı olduğunu açıkladı. Daha da ötesi NSC, Muaşer doktrinine göre yaptığımız bu algının temelde gerçek olduğu sonucuna vardı. 9/11 ardılı Pentagon araştırmaları da aynı şeyin bugün de geçerli olduğunu ortaya koydu. 

Muzafferlerin tarihi çöpe atması ve kurbanların da bunu ciddiye alması normaldir. Bu önemli konuyla ilgili birkaç kısa gözlem yerinde olacak. Mısır ve ABD’nin benzer sorunlarla karşı karşıya kaldığı ve zıt yönlere gittiği ilk zaman bu an değildir. Aynı şey 19’ncu yüzyıl için de geçerlidir.

Ekonomi tarihçileri, ABD’yle aynı anda hızlı ekonomik tekâmüle girişmek için Mısır’ın iyi konumda olduğunu öne sürer. Her ikisinin de pamuk dâhil zengin tarımı, ilk dönem endüstri devrimi esnasında petrolü vardı. Mısır’dan farklı olarak ABD, pamuk üretimini ve işgücünü; fetihler, imhalar ve kölelikle geliştirmek zorundaydı.  Bunları sonuçları, hayatta kalanlar için ayrılan bölgelerle ve Ronald Reagan’ın yıllarından itibaren ters-endüstrileşmenin geride bıraktığı fazla nüfus için hızla artan hapishanelerle belirgindir.

Temel bir fark, ABD’nin bağımsızlığını kazanmasıydı ve bu yüzden de bugünün gelişmekteki toplumlarına vazedildiği şekilde o zamanın Adam Smith’in ekonomik teorinin reçetelerini özgürce görmezden gelebilmesiydi. Smith, bağımsız kolonilerin ihraç ürünleri üretmesini ve başta pamuk gibi elzem ürünlerin tekelleştirilmeye çalışılmasını değil üstün İngiliz ürünlerini ithal etmesini söylüyordu. Smith, diğer yolların “senelik üretim değerini artışını ivmelendirmek yerine yavaşlatacağını ve gerçek servet ile büyüklüğe doğru ülkenin gidişatına engel olacağı” uyarısında bulunuyordu.

Bağımsızlıklarını kazanmış olarak, koloniler onun önerilerin görmezden gelme ve önce tekstil, ardından çelik ve diğer ürünler gibi İngiliz ithalatından endüstriyi korumak için yüksek gümrükler ve endüstriyel gelişimi hızlandıracak sayısız yolla İngiltere’nin bağımsız devlet-öncülüğündeki tekâmülü izleme özgürlükleri vardı. Bağımsız Cumhuriyet, özellikle Texas’ı ve Mexico’nun yarısını fetheden Jacksonian başkanlarının ilan ettiği gibi özellikle İngiliz düşmanlar gibi “ulusları dize getirmek için” pamuk tekelini sağlamaya çalıştı.

Mısır’a gelince, kıyaslanabilecek bir yol İngilizlerce engellendi. Lord Palmerston, “Ekonomik ve siyasi hegemonyasını korurken İngiltere’nin en önemli ve büyük çıkarları önünde duracak (Mısır’a karşı) herhangi bir tarafsızlık düşüncesi mümkün değil” diye ilan etti ve bağımsızlık aramaya cüret eden “cahil barbar” Muhammed Ali’ye karşı “nefretini” belirterek Mısır’ın bağımsızlık ve ekonomik tekâmülü yolunda çabasını yok etmek için İngiltere’nin filosunu ve mali gücünü seferber etti.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD, küresel hâkim olarak İngiltere’nin yerini aldı. Washington, aynı duruşu benimseyerek Mısır pamuğuna yüksek gümrükler uygulayarak ve zayıflatıcı dolar sıkıntısına yol açarak ABD, (sürekli ihlal etmeyi sürdürdüğü) zayıflar için standart kurallara uyana dek Mısır’a hiçbir şekilde yardım etmeyeceğini açıkça ifade etti. Piyasa prensiplerinin olağan yorumlanışı.

Eisenhover’ın endişelendiren ABD karşıtı “nefret kampanyası”nın, tıpkı müttefikleri gibi, ABD’nin diktatörleri destekleyişine ve demokrasi ile tekâmüle engel oluşunun fark edilişinden kaynaklanmasına şaşmamak gerek.

Adam Smith’in savunurken, eğer İngiltere, şimdilerde “neo-liberalizm” denilen ekonomik kuralları izlerse neler olacağını da kestirdiğini eklemek gerek. Eğer İngiliz üreticiler, tüccarlar ve yatırımcılar dışa dönerlerse, kar edebileceklerini ancak acısının İngiltere’nin çekeceği uyarısında bulundu. Fakat bunların, vatan kayırmasıyla hareket edeceklerini hissetti. Sanki görünmez bir el, İngiltere’yi ekonomik rasyonalitenin yıkıcı etkilerinden esirgeyecekti.

Bu kısmın atlanılması epey zordur zira Ulusların Zenginliği’nde ünlü “görünmez el” ifadesi bir kez geçer. Klasik ekonominin diğer önde gelen kurucularından David Ricardo, benzer sonuçlara ulaşır ve vatan kayırmasının mülk sahiplerinin “yabancı ülkelerde servetleri için daha avantajlı olmak yerine kendi vatanlarında daha düşük karlarla yetinmesine” neden olacağını umudunu belirtir. Ancak “bunun zayıfladığını gördüğüm için üzgünüm” diye ekler. Öngörüleri bir yana, klasik ekonomistlerin içgüdüleri anlamlıdır.

İran ve Çin “tehditleri”

Arap dünyasındaki demokrasi ayaklanmaları bazen 1989’daki Doğu Avrupa’dakilerle karşılaştırılır ancak su götürür zeminlerde. 1989’da, demokrasi ayaklanması Ruslarca müsamaha ediliyordu ve standart doktrine sadık batılı güçlerce destekleniyordu. Aynı zamanların Merkez Amerika’da Washington’ca silahlandırılan ve eğitilen askeri güçlerin yüzlerce bin kurbanlarından Başpiskopos El-Salvador’un sözleriyle “insanların en temel haklarını savunma” mücadelelerinden farklı olarak net şekilde bu ayaklanmalar ekonomik ve stratejik amaçlara riayet ediyordu ve bu yüzden de asil bir başarıydı, fazlasıyla da övüldü.

Bu korkunç yıllar boyunca Batı’da Mihail Gorbaçov yoktu ve bugün de hala yok. Batılı güçler, Arap dünyasındaki demokrasiye iyi nedenlerle düşman olmayı sürdürüyor.

Büyük Alan doktrinleri, şimdiki krizlere ve çatışmalara uygulanmaya devam ediyor. Batılı politika-yapıcı çevreler ve siyasi yorumcular, dünya düzenine karşı en büyük tehlikenin İran tehdidi olduğunu ve bu nedenle ABD dışişleri politikasının ve kibarca onu izleyen Avrupa’nın esas odağı olması gerektiğini kabul ediyor.

İran tehdidi tam olarak nedir? Otoriter bir cevap Pentagon ve ABD istihbaratından geliyor. Geçen yılın küresel güvenlik raporunda, tehdidin askeri olmadığını açıkça belirtiyorlar. İran’ın askeri harcamasının, “bölgenin kalanına göre nispeten az” olduğu sonucuna varıyorlar. İran’ın askeri doktrini tamamıyla “savunma, işgali yavaşlatarak diplomatik çözümü zorlayacak şekilde tasarlanmış”.
İran, “sınırları ötesinde çok sınırlı bir güce sahip”. Nükleerle ilgili olarak, “İran’ın nükleer programı ve nükleer silah geliştirme kapısını açık bırakma isteği, caydırıcılık stratejisinin merkezi bir parçası”. Hepsi bu rapordan alıntı.

Gaddar ruhban rejimi hiç şüphesi kendi halkı için bir tehdit olsa da bu bağlamda ABD müttefiklerinden fazla değil. Fakat bu tehdit her yerde mevcut ve hakikatten de uğursuz. Egemenliğin gayrimeşru uygulaması olarak İran’ın potansiyel caydırıcılık kapasitesindeki bir unsur, ABD’nin bölgedeki hareket özgürlüğü ile çatışabilir. Bölgedeki nükleer güçlere ve askeri üslere bakınca İran’ın neden caydırıcılık kapasitesi istediği aşikârdır.

Yedi yıl önce İsrailli askeri tarihçi Martin van Creveld şöyle yazdı: “Dünya, Birleşik Devletler’in, nasıl Irak’a hiç nedensiz saldırdığını gördü. Eğer İranlılar nükleer silah yapmaya çalışmazlarsa deli olmaları gerek”. Özellikle de BM Sözleşmesi’ni ihlal eden sürekli bir saldırı tehdidi altındayken. Böyle yapıp yapmadıklarının cevabı yok ancak belki de öyledir.

Fakat İran tehdidi, caydırıcılığını ötesine geçiyor. Pentagon ve ABD istihbaratının vurguladığı gibi aynı zamanda komşu ülkelerdeki etkisini genişletmek istiyor ve bu yolla da bölgeyi “istikrarsızlaştırmak” istiyor. (dış politika dili teknik terimleriyle) ABD’nin İran’ın komşularını istila etmesi ve askeri işgali ise “istikrarlaştırma”. İran’ın etkisini artırma çabaları onlara göre “istikrarsızlaştırma”, bu yüzden de açıkça gayrimeşru.

Böylesi kullanım zaten rutin bir uygulamadır. Önde gelen dış politika analistlerinden James Chace, Şili’de “istikrara” ulaşmak için ülkeyi (Salvador Allande’nin seçilmiş hükümetini devirerek yerine General Augusto Pinochet diktatörlüğünü getirerek) “istikrarsızlaştırmanın” zorunlu olduğunu açıklarken “istikrar” kavramını teknik anlamda uygun şekilde kullanıyordu. İran hakkındaki diğer endişelerin incelenmesi de ilginç olabilir fakat emperyalist kültürdeki statülerini ve rehber prensiplerini ortaya koymak için bu kadar yeterlidir. Franklin Delano Roosevelt’in plancılarının şu anki dünya sisteminin şafağında vurguladıkları gibi, ABD, küresel tasarılarıyla çatışan herhangi bir “egemenlik uygulamasına” müsamaha gösteremezdi.

ABD ve Avrupa, İran’ı istikrar için tehdit olduğu gerekçesiyle cezalandırmada birlikte ancak ne kadar izole olduklarını hatırlamakta fayda var. Tarafsız ülkeler, kuvvetle İran’ın uranyum zenginleştirme hakkını savunuyor. Hatta bölgedeki Arap kamuoyu İran nükleer silahlarını destekliyor.

Bölgedeki temel güç Türkiye, ABD-önderliğindeki yaptırım hareketine karşı Güney’in en takdir edilen ülkesi Brezilya’nın yanında Güvenlik Konseyi’nde aleyhte oy verdi. İtaatsizlikleri keskin kınamalara neden oldu. Üstelik ilk kez de değil. Türkiye, 2003’te hükümet halkın yüzde 95’inin isteğine uyarak Irak’ın işgalinde yer almak istemeyince, yani Batılı-tarzı demokrasinin zayıf bir anlayışını gösterince, aynı şekilde kınanmıştı.

Güvenlik Konseyi’ndeki kabahatinin ardından Türkiye, Obama’nın Avrupa işlerinden sorumlu en üst diplomatı Philip Gordon’ca “Batı’yla ortaklığına sadakatini göstermek zorunda olduğu” söylenerek uyarıldı. Dış İlişkiler Konseyi’nden bir akademisyen, emirleri izleyen cici demokratlar gibi “Türkleri nasıl şeritlerinde tutabiliriz?” diye sordu. ABD güç çatısı dışındaki uranyum zenginleştirme konusuna çözüm için Türkiye’yle çabalarının “Brezilya Lideri’nin Mirası Üzerinde Bir Leke” olduğunu söyleyen New York Times’ın manşetinde Brezilya’nın Lula’sı azarlandı. Özetle, ne dersek onu yap, aksi takdirde.

Kasten atlanılan ilginç bir taraf ise, İran-Türkiye-Brezilya anlaşmasının ilk başlarda, İran’a karşı ideolojik bir silah sağlayacak şekilde başarısız olacağı varsayımıyla Obama tarafından onaylanmasıydı. Başarılı olunca, onay kınamaya dönüştü ve Washington Güvenlik Konseyi’nden o kadar zayıf bir yaptırımı geçirebildi ki Çin dahi hemen imzalamaya hazırdı ve şimdilerde Washington’un tek taraflı direktiflerine göre olmayan karar metnine dönüştüğü için de (Foreign Affairs’in son sayısında) yerden yere vuruluyor.
Dehşete düşürse de Türk itaatsizliğine müsamaha gösterebilirken ABD’nin Çin’i görmezden gelmesi daha zor. Basın, “Çinli yatırımcılar ve tüccarların, İran’daki diğer ulusların, özellikle Avrupa’nın çıkmasıyla, açtığı boşluğu doldurduğu” ve bilhassa İran’ın enerji endüstrilerindeki baskın gücünü artırdığı uyarısını yapıyor.

Washington, bir nebze umutsuzlukla tepki veriyor. Dışişleri Çin’e, eğer (ABD’ye ve onunla aynı fikirdeki herhangi birinin kastedildiği teknik terim)uluslararası kamuoyunda kabul görmek istiyorsa, o zaman “açık uluslararası sorumluluklardan kaçınmaması ve uzak durmaması” gerektiği uyarısında bulundu. Yani ABD’nin emirlerini izlemeli. Çin, etkilenmesi ise pek mümkün değil. 

Çin’in artan askeri tehdidine ilişkin çok fazla endişe var. Yakınlardaki bir Pentagon araştırması Çin’in askeri bütçesinin, “Pentagon’un Irak ve Afganistan’daki savaşmak ve savaşları sürdürmek için bütçesinin (ABD askeri bütçesinin küçük bir parçası tabi ki) 5’te 1’ine yaklaştığı” uyarısında bulunuyor. New York Times, Çin’in askeri güçlerinin yayılmasının “Amerikan savaş gemilerinin (Çin) sahillerine yakın uluslararası sularda faaliyet göstermesine engel olabileceğini” de ekliyor.

Çin sahillerine yakın, yani; Karayipleri Çin savaş gemilerine yasaklayan askeri unsurları ABD’nin bertaraf etmesi gerektiği henüz önerilmedi. Çin’in uluslararası nezaket kurallarını anlamadaki eksikliği, Pekin’i vurma kapasitesi olduğu söylenen gelişmiş nükleer uçak gemisi George Washington’un Çin sahillerinden birkaç mil ötede deniz tatbikatına katılması planlarına itiraz etmesiyle betimlendi.

Tersine, Batı, böylesi ABD operasyonlarının istikrarı ve kendi güvenliğini savunmak girişildiğini anlıyor. Liberal New Republic, “Çin’in, Japon Okinava adasının yakınlarına, uluslararası sulara 10 savaş gemisi göndermesiyle” ilgili endişelerini dile getiriyor. Gerçekten de bu bir kışkırtmaydı. Ancak bahsedilmeyen gerçek, Washington’un Okinava halkının şiddetli protestolarına rağmen büyük bir askeri üsse dönüştürmüş olması. Dünyaya sahip olduğumuzdan bu bir kışkırtma değildi.

Köklü emperyalist doktrin bir kenara, Çin’in komşularının artan askeri ve ticari gücünden endişelenmesi için iyi bir neden var. Arap kamuoyu bir İran nükleer programını destekliyorsa, biz öyle yapmamalıyız. Dışişleri politika literatürü, tehdidi nasıl göğüsleneceğine dair önerilerle dolu. Çok nadir tartışılan belirgin bir tanesi, bölgede nükleer-silahtan-arınmış (NWFZ) bölge oluşturmaya çalışmak.

Bu konu (yine) Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki geçen Mayıs’taki Silahsızlanma Anlaşması (NPT) konferansında ortaya atıldı. Tarafsız Hareket’e dâhil 118 ulusun sözcüsü Mısır, 1995’tek NPT’in değerlendirme konferansındaki (ABD dahil Batı tarafından onaylandığı) şekilde Orta Doğu NWFZ için görüşmeleri çağrısında bulundu.

Uluslararası destek o kadar eziciydi Obama da resmen onayladı. Washington konferansa iyi bir düşünce olduğunu bildirdi ancak şimdi için değil. Daha da ötesi, ABD alenen İsrail’in muaf tutulması gerektiğini söyledi. İsrail’in nükleer programı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimine açılması ya da “İsrail’in nükleer tesisleri ve faaliyetleri” hakkında bilgilerin açıklanması önerilemezdi. İran nükleer tehdidine ilişkin bu yöntem için bu kadar yetsin.

Gezegeni özelleştirmek

Büyük Alan doktrinin hala yürürlükteyken, uygulama kapasitesi azaldı. ABD’nin gücünün tepe noktası, kelimenin tam anlamıyla dünya zenginliğinin yarısına sahip olduğu İkinci Dünya Savaşı’nın sonraydı. Diğer endüstriyel ekonomiler savaşın yıkımından kendine geldikçe ve ters-sömürüleşmenin acı verici yolundan geri döndükçe doğal olarak azaldı. 1970’lerin başında, ABD’nin küresel servet payı yüzde 25 düştü ve endüstriyel dünya 3 kutuplu hale geldi. Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu Asya (sonradan Japonya)

Aynı zamanda 1970’lerde üretim ihracatı ve malileşme (finansilizasyon) yönünde ABD ekonomisinde keskin değişimler yaşandı. Farklı etmenler bir araya gelerek, fasit servetin radikal yoğunlaşması (CEO’lar, hedge-fon yöneticileri ve benzerlerinden oluşan yüzde 1’lik nüfus kesimi) çemberini yarattı.

Bu siyasi gücün konsantrasyonuna ve dolayısıyla ekonomik konsantrasyonu artıracak devlet politikalarına neden oldu; Mali politikalar, kurumsal yönetim kuralları, deregülasyon ve çok daha fazlası. Bu arada seçim kampanyaları maliyetleri tavan yaptı, partileri konsantre sermayenin ve artarak finansın nüfuzuna soktu; Cumhuriyetçiler dönüşlü şekilde, şu an artık ılımlı Cumhuriyetçiler haline gelen Demokratlar da hemen arkalarında.

Seçimler, halkla ilişkiler endüstrisince yönetilen maskaralığa dönüştü. 2008 zaferinin ardından, sektör Obama’ya senenin en iyi pazarlama kampanyası ödülünü verdi. Yöneticiler sevinçten havaya uçtu. Ekonomi basınında, Ronald Reagan’dan beri diğer metalar gibi adayları pazarladıklarını açıkladılar. Fakat 2008 en büyük başarılarıydı ve kurumsal yönetim kurulu toplantılarının tarzını değiştirmişlerdi.

2012 seçiminin ekserisi kurumsal fonlardan sağlanacak 2 milyar dolara mal olması bekleniyor. Obama’nın iş dünyası liderlerini üst mevkiler için seçmesine şaşmamak gerek. Halk öfkeli ve hüsran içinde, ancak Muaşer prensibi hâkim olduğu sürece bunun bir önemi yok.

Varsıllık ve erk, dar alanda yoğunlaşırken, nüfusunun ekserisinin gelirleri kesatlaştı ve insanlar artan çalışma saatlerine, borçlara, (1980’lerden başlayarak düzenleme mekanizmaları kaldırılırken finansal krizlerle düzenli olarak yok edilen) mülk enflasyonuna maruz kaldı.

Onları “iflas için çok büyük” olarak adlandıran hükümetin sigorta politikasından nemalanan aşırı zenginler için bunların hiçbiri sorun teşkil etmiyor. Bankalar ve yatırım firmaları, zengin ödüllerle riskli işlemler yapabilir ve sistem kaçınılmaz olarak çöktüğünde, Friedrich Hayek ve Milton Friedman’ın kopyalarına yapışarak vergi verenlerin kurtarma paraları için dadı devlete koşabilirler.

Reagan yıllarından beri bu düzenli süreç oldu. Her kriz bir öncekinden daha sert oldu. En azından kamuoyu için. Şu anda gerçek işsizlik nüfusun ekserisi için Buhran seviyelerinde bulunuyor. Şu anki krizin asıl mimarlarından Goldman Sachs ise her zamankinden daha fazla zengin. 12,6 milyon prim alan ve maaşı bunun 3 katı CEO’su Llıyd Blankfein’le şirket, sessizce geçen sene için 17,5 milyar tazminat açıkladı. 

Böylesi gerçeklere odaklanmak işe yaramaz. Bu nedenle, propaganda diğerlerini suçlamak olmalı. Son birkaç aydır olduğu gibi memurlar, onların şişkin ücretleri, aşırı emeklilikleri ve diğer şeylere suç atılmalı. Siyah annelerin refah çeklerini almak için limuzinlerle alındığı Reaganımsı betimleme modelindeki gibi, diğer modelleri söylemeye hacet yok, hepsi fantezi. Hepimiz kemerleri sıkmalıyız. Yani, neredeyse hepimiz.

Anaokulundan üniversiteler kadar özelleştirmeyle tüm kamu eğitim sistemini kasıtlı yok etme çabasının parçası olarak öğretmenler oldukça iyi bir hedef teşkil ediyor. Tabi ki bir kez daha zenginlerin faydasına, fakat nüfus için bir felaket. Ekonominin uzun-soluklu sıhhati için de iyi olabilir ancak piyasa prensipleri hüküm sürerken kenara bırakılması gereken dışsallıklardan biri öğretmenler.

Diğer iyi bir hedef de göçmenler. Ülkenin elimizden alındığına ve beyazların azınlık haline geldiğine dair abartıların olduğu kriz zamanlarında daha da fazla olarak tüm ABD tarihi boyunca bu mevcuttu. Mağdur bireylerin öfkesi anlaşılabilir ancak siyasetinin gaddarlığı ise şok edicidir.

Hedefteki göçmenler kimlerdir? Yaşadığım Doğu Massachusetts’te, Reagan’ın favori katillerinin Guatemala dağlarında uyguladığı soykırımdan kaçan Mayalar bulunur. Diğerleri ise taraf 3 ülkedeki çalışan kesime aynı anda zarar vermeyi başaran nadir anlaşmalardan Clinton’un Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) Meksikalı kurbanlar.

NAFTA, 1994’te halk muhalefetine rağmen kongreden geçirilirken, daha önce adeta açık olan ABD-Meksika sınırının askerileştirilmesine de başladı. Meksikalı köylülerin ABD’nin aşırı sübvanse tarım sektörüyle rekabet edemeyeceği ve Meksikalı iş dünyasının ABD çok uluslu şirketlerinden sağ çıkamayacağı anlaşılır bir şeydi. Bu önlemlerin, umarsız mülteci akımına ve yerel devlet-şirket politikalarının kurbanlarında göçmen-karşıtı histeri oluşturması sürpriz değil.

Hemen hemen aynı ırkçılığın ABD’den daha yaygın olduğu Avrupa’da yaşanıyor. İtalya’nın Faşist hükümeti eliyle gerçekleşen Birinci Dünya Savaşı-ardılı ilk soykırım sahnesi Libya’dan gelen mülteci akımından İtalya’nın şikâyet edişini izlerken hayrete düşebilirsiniz. Ya da hala eski kolonilerinde vahşi diktatörlerin asli koruyucusu Fransa, Afrika’daki iğrenç katliamlara göz yummayı başarabiliyor. Bu arada Fransız Başkanı Nicolas Sarkozy, zalimce “mülteci akımı” uyarısında bulunurken ve Fransa’nın aşırı-sağ Ulusal Cephesi Marine Le Pen, engellemek için hiçbir şey yapmadığı için ona itiraz ediyor. Adam Smith’in “Avrupalıların adaletsizliğinin vahşeti” olarak adlandırdığı şey için ödül alabilecek Belçika’dan bahsetmiyorum bile.

Avrupa’nın çoğunluğunda neo-faşist partilerin yükselişi, eğer yakın geçmişte kıtada olanları hatırlamasak dahi bu korkutucu bir olgudur. Fransa’dan sefalete ve baskıya doğru gönderilenlerin Yahudiler olduğunu ve bunun Roma’ya, Holocoust kurbanlarına ve Avrupa’nın en vahşice davranılan halkına olurken tepkisizliğe şahit olduğunuzu bir hayal ediverin. 

Macaristan’da neo-faşist parti Jobbik, ulusal seçimlerde yüzde 17 oy aldı. Belki, nüfusun 3’te 1’i komünist idareden daha kötü olduklarını hissederken bu sürpriz değil. Avusturya’nın ultra-sağ Jorg Haider’in 2008’de yüzde 10 oy aldığı için rahatlayabiliriz. Aşırı-sağ yeni Özgürlük Partisi, onu yüzde 17 ile geride bıraktı. 1928’de Nazilerin Almanya’da yüzde 3’ten daha az oy aldığını hatırlamak ürpertici.

İngiltere’de İngiliz Ulusal Parti ve ultra-ırkçı İngiliz Mukavemet Derneği, asli kuvvetler. (Hollanda’da neler olduğunu gayet iyi biliyorsunuz). Almanya’da, Thillo Sarrazin’sin göçmenlerin ülkeyi yok ettiğine dair yasını anlattığı kitabı uzak ara en çok satan kitap. Şansölye Angela Merkel, kitabı kınasa da, çok-kültürlülüğün “büsbütün iflas ettiğini” ilan etti. Almanya’ya pis işleri yapmak için getirilen Türkler, sarışın, mavi gözlü yani hakiki Aryan olmayı beceremedi.

Biraz hiciv duygusuna sahip olanlar, Aydınlanma’nın önde gelen isimlerinden Benjamin Franklin’in, yeni bağımsızlığını kazanan kolonilerin Almanların, hakeza İsveçlilerin de, göçüyle ilgili temkinli olmaları zira onların çok esmer oldukları uyarısında bulunduğunu hatırlar. 20’nci yüzyıla girerken, Anglo-Sakson saflığına dair gülünç mitler, başkanlar ve diğer önde gelen isimler de dahil olmak üzere ABD’de yaygındı. Yazılı kültürde ırkçılık kokuşmuş bir müstehcenlikti. Söylemeye hacet yok daha da kötüsü uygulamada mevcuttu. Ekonomik huzursuzluk zamanlarında daha kuvvetlenen bu korkunç veba yerine çocuk felcinin kökünü kazımak daha kolay.

Piyasa sistemlerinde yok sayılan diğer bir dışsallıktan bahsetmeden bitirmek istemiyorum: Türlerinin kaderi. Finansal sistemdeki sistemik riske vergi ödeyenlerle çare bulunabilir ancak çevre yok edildiğinde kurtarmaya kimse gelmeyecek. Bu yok edim kurumsal bir mecburiyete yakındır. Halkı, insani(antropojen) küresel ısınmanın liberal bir aldatmaca olduğuna inandırmaya çalışan iş dünyası liderleri, tehdidin ne kadar ciddi olduğunun gayet farkındalar. Fakat kısa-vadeli karlarını ve pazar paylarını artırmalılar. Eğer onlar yapmazsa, başkaları yapacak.

Bu fasit daire, ölümcül hale pekâlâ gelebilir. Tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu anlamak için, fonla ve propagandayla başa getirilmiş ABD’deki yeni kongreye bakmak yeterlidir. Neredeyse hepsi iklim inkârcısıdır. Çevresel felaketi dindirebilecek önlemler için mali desteği kesmeye şimdiden başladılar. Daha da kötüsü ise, Çevre Komisyonu’nun yeni başkanı gibi bazı inananların Tanrı’nın Nuh’a başka bir sel olmayacağı sözü verdiği için küresel ısınmanın bir sorun olmayacağını açıklamasıdır.

Eğer böylesi şeyler, küçük ve uzak bir ekonomide olsaydı gülebilirdik. Fakat bunları dünyadaki en zengin ve en güçlü ülkede meydana geliyor. Gülmezden önce, şu anki ekonomik krizin izlerinin etkin piyasa hipotezi gibi böylesi dogmalara fanatik inançlara kadar hiç de küçük olmayan ölçeklerde izlenebileceğini ve genel olarak Nobel Ödüllü Joseph Stiglitz’in 15 yıl önce, piyasaların en iyi bildiği şeyi “din” olarak adlandırdığını göz önünde tutmalıyız. Bu, merkez bankasını ve ekonomi uzmanlığının, tüm ekonomik kaidelerde hiçbir temeli olmayan 8 trilyon dolarlık (patladığında tüm ekonomiyi yıkan) emlak balonunu fark etmesini engelledi. 
Muaşşer doktrini hâkim olduğu sürece, tüm bunlar ve çok daha fazlası devam edebilir. Halk pasif, kayıtsız, tüketimi özendirmeyle ya da zayıfa karşı nefretle parçalandığı sürece, güçlüler canları istediğini yapabilir ve hayatta kalanlar ise sonuca kafa yormak zorunda kalmaya devam edecek.

*Naom Chomsky, MIT Linguistik ve Felsefe Bölümü’nden emekli profesördür. Sayısız çok satan kitabın yazarıdır. En son kitaplar; Terör ve Güç, Chomsky Derlemesi. Bu makale Mart ayında Amsterdam’da verilen bir konuşmadan alıntılanmıştır.

Bu makale Oğuz Eser tarafından Timeturk.Com için tercüme edilmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası