Suriye'de özgürlük ve mezhepçilik

M.Muhtar Şankiti
Timetürk/20.05.2011



Tüm beşeri toplumlar zenginlerle yoksullar arasındaki farklar gibi yatay bölünlemerle mezhebi ve dini ayrılıklar gibi dikey bölünme sıkıntısı çekiyor. Toplumdaki yatay bölünme devrime yardımcı ve teşvik ediciyken dikey bölünme ise devrim ve değişim çabalarını zayıf bırakmaktadır.

Problem mezhebi, dini veya etnik farklılıkta değildir. Problem ister çoğunluk ister azınlık olsun toplumun bir kesimine karşı bu bağ temelinde ayrımcılık yapmaktır.

Bugün Suriye’de cereyan eden siyasi çatışma halkla rejim arasında, despotlukla demokrasi arasındaki bir çatışmadır, sünnilerle aileviler arasındaki bir çatışma değildir.

Ancak siyasi çatışmalar çoğu zaman din, etnisite ve mezhebi savunma kisvesine büründüğünü görüyoruz. Birçok ezici iktidarın bu siyasi dikey bölünmelerde, toplumun bir kesimini diğer bir kesime karşı kaşıyarak, birbirine kırdırarak kendi varlığını sürdürmeye ve kendini sağlama almaya çalıştığını görüyoruz. Bugün Suriye rejimin yaptığı tamamen budur.

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, 30/3/2011’ de yaptığı konuşmada tam sekiz defa “fitne” kelimesini, “fitneden hesap soracaklarını” ve “fitneyi bertaraf” edeceklerini, “fitneyi vuracaklarını” ve “fitneyi toprağa gömeceklerini” söylüyor. Yine “komplo” kelimesini tekil ve çoğul olarak yedi defa kullanıyor. “Kan”  kelimesini de çoğul ve tekil olarak yedi defa kullanıyor. “Mezhep” ve onun türevlerini konuşmasının tek bir bölümünde yedi defa kullanıyor.

Hitap yapısındaki bu dilsel mayınları incelemeden, Suriye’deki otoriter yapıyı ve mezhepsel ilişkilerin arkaplanını araştırmadan bu hitabı anlamak mümkün değildir. Her ne kadar açıkça dile getirmemişse bile hitabın gerçekte kendi içerisinde barındırdığı şey hâkim Alevi azınlıkla mahkûm Sünni çoğunluk arasındaki mevcut çetrefilli ilişkidir. Bizim burada zaman akışına bırakmaya çalıştığımız da budur. Bunu da despotizmin ömrünü uzatacak ve değişim bedelini ağırlaştıracak mezhebi bir kayganlıktan kaçınmanın devrimci Suriye halkının çıkarına olduğunu anlatmak için yapıyoruz.

Çağlar boyunca nisbi bir istikrarla öne çıkan Irak’taki mezhep haritasının aksine Şam ülkesindeki mezhep haritası elastikiyet ve çalkantılarla ön plana çıkmaktadır.

Bu ülke tarihte en büyük Sünni İmparatorluğu olan Emevi Devleti’ni gördü. Abbasi döneminde de çeşitli Şii devletler tanıdı. Bunlar içinde Halep’te Hamdaniler, Mirdasiler, Ukayliler, Trablus’ta Ammar oğulları devleti yer almaktadır.

Emevilerle Birinci Abbasiler döneminde Şam halkının büyük çoğunluğu sünniydi. Ancak döneme şahit olan birçok tarihçinin de dikkat çektiği gibi Abbasiler döneminin sonunda çoğunluk şiilere geçti.

Mağripli seyyah İbni Cübeyr, Salahaddin Eyyübi döneminde Şam’ı ziyaret ettiğinde Şam’la ilgili şunlar yazmıştı: Şiilerin bu ülkede enterans işleri vardır ki onlar Sünnilerden daha çoklar. Ülkeyi kendi mezhepleriyle mamur ettiler (Rihletu İbni Cübeyr, s. 252). Eyyübi Devleti’nin sonu Memlüklüler (Kölemenler) Devleti’nin başı ve daha sonra da Osmanlılar döneminde çoğunluk Sünnilere geçti.

Sünnilerle Şiileri ezelden beri iki zıt kampmış gibi tasavvur eden tarihi mezhepsel yoruma rağmen Şam’daki Sünnilikler İmamiyet Şiasının, yaklaşık iki asır devam edne haçlı saldırılarına karşı aynı safta yer aldıklarını biliyoruz.

Halep’in Şii komutanı Ebu’l Fadl İbnü-l Haşşab, Haçlılara karşı Kuzey Şam bölgesinde ilk cihad hareketini yönettiğini ve Sünni Türk askeri komutanlarından, Mardin, Musul ve Ahlat’tan bu hususta yardım aldığını görüyoruz.

İbnü-l Haşşab, Müslümanların Haçlılara karşı kazanmış olduğu ilk zafer olan “Haklü-d Dem” savaş meydanında Sünni Türk ordusuna çok beliğ bir hutbe vermiştir. Lübnanlı çağdaş yazar Emin Maluf “Arapların Gözüyle Haçlı Savaşları” isimli kitabın beşinci bölümünde İbni Haşşab’ın Haçlılara karşı yapılan savaştaki rolüne değinmiş ve bu bölüme “Sarıklı direnişçi” başlığını uygun görmüştür.

Ondan bir kuşak sonra Salahaddin Eyyübi geldi. Haçlılara karşı en büyük kurtuluş hareketini yönetti. Ordusunda Şii şair Yahya bin Ebu Tay’da vardı. Ebu Tay, “Kenzül Müminin Min Sireti el-Melik Salahaddin” isminde Salahaddin Eyyübi’nin ilk biyografisini yazan kişidir.

Her iki tabloya baktığımızda birisinde Şii bir fakihin Sünni bir askeri kuvvete komutanlık ettiğini, diğer bir olaydaysa sünni askeri bir komutanın etrafında Sünni ve Şii alimleri toplamış bir şekilde haçlılara karşı savaştığını görüyoruz. Bu günümüzde mezhepler arası ilişkilerde örneğini görmediğimiz çok güzel bir tablodur.

Haçlılara karşı verilen bu Sünni-Şii ortak mücadeleye tarihte Haşaşilik olarak bilinen Nizari İsmailiye mezhebinin (Fatımiler) dışından herkesin katıldığını görüyoruz.

Günümüzde Suriye’deki alevilik uzun asırlar önce kaynağı olan İmamet şiasından koparmış ve müntesipleri Müslüman kitlelerden coğrafi, fikri ve duygusal bir uzlet içerisinde yaşamışlardır. Bu uzlet ve kendi kendine yetinme düşüncesiyle gerek şii gerekse sünni kolu olan geniş İslam kültüründen sapma yüzünden büyük bir fikri ve fıkhi bir boşluk oluşturmuştur.

Bu kopukluk bir taraftan tekfir ve karalama seslerinin ortaya çıkmasına neden olmasına, sünni ve imami âlimlerin alevileri “aşırı” ve “kâfir” olarak nitelendirken Aleviler ise sünnileri ve imamileri “eksik” ve “düşük” olarak nitelendirmesine neden olmuştur.

Daha sonra Aleviler on dokuzuncu yüzyılda çevreleriyle temasa geçmeye ve kaybolan köklerini aramaya başladılar. Bu amaçla camianın bazı şeyleri tarihte ilk defa kendi bölgelerinde cami inşa etmeye başladılar. Osmanlılar da onları buna ve o zaman imparatorluk kanununu hazırlayan Hanefi fıkhını benimseme yönünde teşvik etti.

Yirminci yüzyıl başlarında Fransızlar Alevileri aslı olmayan hıristiyanlık köklerine ve Lazkiye ve Tartus’ta Suriye’den ayrı bir devlet kurma yönünde ikna etmeye çalıştı. Bunun üzerine Aleviler için 1922 ve 1937 yılları arasında başkenti Lazkiye olan bir devletçik kurdular.

Amaç, Alevi cemaatini, Suriye’yi bir bütün olarak Fransız sömürgesinden kurtarmaya çağıran Suriye Ulusal Hareketi’nden koparmaktır. Ancak Aleviler Arap ve İslami köklerinden ayrılmak istemediler. Bunun için işgalcilerle onların tuzaklarına karşı güzel bir kaynaşma örneği olarak Fransa Dışişleri Bakanlığı’na Suriye sünni ve hıristiyan önderlerinin de imzaladığı bir mektup yazarak Fransız Jesuitistlerin kendi bölgelerinde yaptıkları faaliyetleri kınadıklarını bildirdiler.

Yirminci yüzyıl başlarında Filistin’in Mücahid müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni Alevilerin tarihi durumunu ve yanlızlıktan kurtulmak için köklerine doğru yaptıkları yolculuk esnasında geçtikleri yol ayrımını idrak ettiğinden davetçi bir basiret ve siyasi bir hikmetle 1936 yılında şu fetvayı yayınladı: “Bu Aleviler müslümandır. Tüm müslümanlar Alevilere birr ve takva yolunda yardımcı olmaları, günah ve düşmanlığa son vermeleri ve herkesin birbirine yardımcı olması ve destek vermesi gerekir. Zira hepsi aynı dine mensup kardeşlerdir. Çünkü köken olarak tek bir dine mensupturlar...” Hacı Emin el-Hüseyni’nin fetvası Alevileri kazanma yolunda metodolojik bir sünni çabayla desteklenmedi. Aksine bu fetvayı alevilik kolunu imamiyet kökenlerine döndürmeye yoğun bir imamiyet Şiası çabası izledi.

Bu yönelişi yöneten bazı Alevi liderleri şunlardır: Süleyman el-Ahmed (Ünlü Şair Bedevi el-Cebel’in babası), Abdurrahman el-Hayyir. İmamet önderlerinden bazıları şunlardır: Şeyh Muhammed Cevad Muğniye ile Alevilerin dini kimliklerini ortaya çıkarmak ve etraflarındaki tarihi sisi kaldırmak için 1972 yılında Suriye’yi ziyaret eden Şeyh Hasan eş-Şirazi.

Suriye Devleti, 1952 tarihli 3 nolu kararnameyle ve aynı yıl yayınlanan Suriye müftülüğünce yayınlanan 8 nolu kararla Alevileri, Suriye yönetimine gelmeden 20 sene önce İmamiyye Şiası olarak kabul etti.

Aleviler 1970 yılında Suriye’de iktidara geldiklerinde yönetimleri Arap milliyetçiliği gölgesinde kaldıysa da bu, onlarla Emevilik kökenlerine sahip sünni kültür arasındaki tarihi gizli hassasiyeti durduramadı. Bu cemaati, iktidarına siyasi bir meşruiyet inşa etmek ve geniş Suriye toplumuyla kaynaştırmak için bu cemaati yalnızlığından kurtarmaya olan ihtiyaç daha da artmaya başladı.

İmamiyye âlimleri Aleviliğin bu özlemi toplumsal kaynaşmaya ve siyasi meşruiyete bağlıyorlar. Örneğin İmam Musa es-Sadr 1973 yılında yayınladığı bir fetvada Alevilerin “Şii Müslümanlar” olduğunu söyledi. Bu fetvayı görüldüğü kadarıyla devlet başkanının müslüman olması şartını koşan anayasal çıkmazdan kurtulmaya çalışan Hafız Esed’in talebi üzerine vermiştir.

Alevilerle imamiyet arasındaki bağ daha sonra derinleşmeye başladı. İran devriminden sonra siyasi maslahat artmaya başladı. Seksenli yılların başında Suriye’de ayaklanan İhvanı Müslimin (Hama) ayaklanmasından ve bu ayaklanmayı takip eden korkunç katliamlardan sonra Alevilerle sünniler arasındaki ayrılık artmaya başladı.

Geçen otuz yıl seksenli yılların kanlı mirasını temizlemeye yetmedi. Aksine Suriye İhvanına ait fikir dokusuna selefi fikirden bir şeyler girdi. Suriye’deki eski Emevi Sünnilik mirası kalıntılarına eklemlendi. Aynı şekilde Alevilerle Lübnan ve İran’daki imamiyet Şiası arasındaki siyasi maslahat ve zihni yakınlık pekişti.

Bundan daha tehlikesi ise bu katliamlardan ortaya çıkan haksızlıkların şimdiye kadar giderilmemiş olmasıdır. Onbinlerce tutuklu, kayıp ve Suriye’den göç ettirilmiş insanlar son otuz yıldır bir insaf bir adalet bekliyor.

Köklere dönüş yolculuğunun Alevileri geri dönüşü olmayan bir imamet şiasına sürüklediğine inanmak ya da Hafız Esad’la İhvan mücadelesinin Alevilerle Sünniler arasındaki ilişkileri tamamen kopardığını söylemek yanlış olur.

Yanlızlıktan kurtulma çabasının Alevileri şu üç eğilime sevkettiğini söylersek yanılmış olmayız: İmamiyye köklerine dönme eğilimi, Suriye’deki en büyük teorisyeni Zeki el-Arsuzi’nin hayata geçirdiği laiklik eğilimi, evlilik ve eğitim yoluyla geniş sünni toplumuyla sosyal olarak kaynaşma eğilimi Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’in karısının Humslu kökenli bir Sünni ailesinden geldiğini unutmamak lazım. Esed’in bu durumu günümüzde Alevi elit arasında bir istisna değildir.

Alevilerin yalnızlıktan kaynaşmaya doğru olan yolculuğu halen başlangıç aşamasındadır. Mezhebin eski bağları Alevileri İran’a doğru sürüklese de Araplık bağları çok daha güçlüdür. İmamiyye kökleri ve şu anki siyasi menfaatler Alevileri imamiyet şiasında doğru sürüklerken milliyetçi şuur ve halkla kaynaşma çabası onları sünniliğe doğru yöneltmektedir.

Aleviler belki de bugün Suriye’de – iş işten geçmeden- geleceklerini teminat altına alacak şey Suriye’de iktidara teşebbüs ya da Esed sultası etrafında körü körüne toplanmak olmadığını aksine demokratik bir yönetim inşa etmek ve mezhebi mantıktan tamamen çıkmakta olduğunun bilincinde olmaya ihtiyaçları vardır.

Alevilerin Suriye’deki halk ayaklanmalarına katılmaları yalnızca vatani bir görev değil aksine gelecekleri için hayati bir zorunluluktur.
Mezhebi mantığı kırmak hem Aleviler hem de Sünniler için varoluşsal bir ihtiyaçtır. Halkın çoğunluğunu teşkil eden sünniler ancak bu şekilde önlerindeki kanalların açık olduğunu görürler. Aleviler de geleceklerini iktidarda bulunan tüm azınlıklarda mevcut olan varoluşsal korkudan ancak bu şekilde kurtarabilirler.

Suriye’deki halk ayaklanmasının önderlerine düşen Alevileri geleceklerine dair tatmin etmek ve onları şu açık gerçeğe karşı ikna etmektir: Rejim hedeflerine ulaşmak için onları bir basamak olarak kullanmaya, evlatlarının geleceğini, sonunda kazanının kesinlikle halkın olması gereken bir mücadelede Suriye halkının çoğunluğuyla karşı karşıya getirmeye çalışabilir.

Halk devrimi yönetimi ve ona destek veren fikir ve kalem erbabı, kefeyi mazi yerine geleceğe tercih etmelidir. Alevilerin kökeni araştırmak, kültürel miras kitaplarında alevilerin bugün asla tasvip etmedikleri yıkıcı tarihi inançları gündeme getirmek devrime hizmet etmez. Önemli olan adalet, hürriyet ve farklı olma hakkını kabul etme esası ile insanları herhangi bir zorluk çıkarmadan ya da sınava tabi tutmadan inançları ve nesepleri üzerinde kabul eden islami fıtrat metodu üzerinde birleştirici fıkhi, fikri ve siyasi bir söylem geliştirerek Alevileri tek olan bu ümmetin bedenine monte etmektir.

Dr. Ali Şeriati’nin kullandığı bazı terimleri ödünç alırsak: Emevi Sünniliği bugün ayaklanan, herhangi bir mezhebin egemenliğine dayanmayan, demokratik bir Suriye’nin inşası için gerekli olan zemine yaramıyor. Aynı şekilde Emevilerden ve onları kültürel mirasından intikam duygusuyla yüklü Safevi Şiiliği de bu amaca hizmet etmez. Şeyh Hasan Şirazi’nin 1976 yılında Suriye’de Zeynebiye havzasını kurmasının nedeni Emevilerin tarihine ve Ehli Beyt düşmanları olan Emevilerin başkentinde Ehli Beyt mezhebini (Allah’ın selamı üzerlerine olsun) ihya etmektir” diyor.

Ezmek ya da intikam alma duygusu Suriye devrimi için geçerli bir seçenek değildir. Şiddet de bir seçenek değildir. Bu henüz akıttığı kanların kurumadığı seksenli yılların öfke mirasından başka bir şey taşımamaktadır.

Ancak içimizi serinleten durumlardan biri de Suriye’deki devrimci gençler ve onlara destek veren özgür vicdan sahibi Suriyeli entellektüeller mezhebi kayganlık risklerine karşı tam bir dirayet sahibidirler. Ayrıca Lazkiye’de rejim yanlısı kimi çetelere karşı bir Sünni- Alevi işbirliği girişimlerinin olduğuna, İmamiyye Şiası mezhebine bağlı Nübbül beldesinin devrimci harekete katıldığına, Kürtlerin tüm ağırlıklarıyla devrimin arkasında yer aldıklarına dair duyumlar alıyoruz. Bu da Suriye devriminin gerçekten Suriye halk devrimi olarak kalacağını, bu devrimi yolundan ve asıl amacından saptırmanın çok zor bir mesele olduğunu bize göstermektedir.

Otoriter zorlama ve sosyal dışlanmadan ikna ve saygı kültürüne intikal etmek gururlu Suriye halkının önünde gelecek kanallarını açmanın tek yoludur. Farklı boyutlarıyla Sünni-Şii ilişkilerine dair tarihsel araştırmalar sayesinde Suriye’deki Alevilerin sorunun biriken çıkarlar, sadakatlar, Lübnan, İran gibi ülkelerdeki siyasi düşlere irtibat neticesinde siyasi açıdan çok daha komplike olduğu görülür.

Ancak itikadi ve fikri açıdan daha az karmaşıktır. Alevileri açısından asabiyet duyacakları fikri ya da fıkhi bir mirasları yoktur. Suriye rejimi onları kabile asabiyetine benzer bir şekilde rejime bağlamış ve diğerlerini kullandığı gibi Alevileri de kendi otoritesi için bir koz olarak kullanmıştır.

Öyleyse Alevilere düşen kendi kaderlerini bu iktidar oyunundan kurtarmak ve bugün Dera’a kırlarından gelen Hüseyin’in konvoyuyla Şam Kalesi’ni kendisine siper edinen Yezid birlikleri arasında tarafsız kalmanın imkânı kalmadığını idrak etmeleri gerekir.


Moritanyalı Timeturk yazarı Muhammed Muhtar eş-Şankıti'nin yazısını Mehmet S. Direk tercüme etti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası