YENİ ŞÎÎ BEYÂNNÂMESİ
Ahmed el-Kâtib
(Abdurresul Abduzzehre Abdulemir b. el-Hac Habîb el-Esedî)
Tercüme: Muhammed Taha
إِنْ أُرِيدُ إِلّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِي
“Ben sade gücüm yetdiği kadar ıslâh istiyorum, muvaffakiyyetim de Allâh iledir, ben yalnız ona dayandım ve ancak ona yüz tutarım” (Hûd Sûresi: 11/88 )
GİRİŞ
Şimdi
Müslümânların birlik olmalarının, mâzînin ihtilâflarından
kurtulmalarının, bugünlerini ve istikbâllerini adâlet, şûrâ, ilim ve
îmândan müteşekkil yeni esâslara göre inşa etmek için hep birlikte
harekete geçmelerinin zamânı gelmişdir. Zira zulüm, istibdâd ve cehâlet
yüklü târîhî çatışmalar, Müslümânları birbirlerini boğazlayan tâifelere
ayırmış ve Allâh’ın hakkında hiçbir delîl indirmediği nazariyelerin
ortaya çıkmasına yol açmışdır. Müslümânlar mâzînin çatışmalarının çoğunu
aşmalarına rağmen yine de –esef-i şedîd ile- bugüne değin o
çatışmaların bazı menfî tesîrlerini yaşamaya devâm etmekdeler. Bu
durum, bazı genç mü’min toplulukları kendi tâifî (mezhebi) mîrâslarını
yeniden gözden geçirmeye, Ehl-i Beyt mezhebi okumalarını, ğulât-aşırı,
dışarıdan gelmiş nazariyelerden uzak yeni bir okumaya tâbi tutmaya
sevketmiş, kardeşliği ve İslâmî vahdeti Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmakla
ikâme edecek yeni bir devre başlamanın ümîdi olmuşdur. Kur’ân şöyle
buyurur:
"وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعاً وَلَا تَفَرَّقُوا"
“Topunuz bir Allâh ipine sımsıkı tutunun, biribirinizden ayrılmayın.” (Âlu İmrân: 3/103)
وان هذه أمتكم أمة واحدة وأنا ربكم فاعبدون
“İşte bu sizin ümmetiniz bir tek ümmet, Rabbiniz de bir benim, onun için hep bana kulluk edin.” (Enbiya: 21/92)
Mezhebî
ihtilâflar (Şîî-Sünnî), Müslümânların anayasal nizâmının şekli
etrafında cereyân eden, şûrâ mı, yoksa irsî hükümdârlık mı, ya da askerî
ve dînî mi, yahud sivil mi veya bu âile mi ya da şu mu olacak?
şeklindeki siyâsî-târîhî ihtilâflardır. Bu ihtilâflar, ortaçağda,
müstebid diktatörlük nizâmlarının gölgesinde fıkhî, dînî ve hissî
ihtilâflar yönünde gelişdi. Üzerinden zamânın geçmesi ve Müslümânların
hayâtında devâsa gelişmelerin ortaya çıkması sonrasında, bugün o
ihtilâflar varlık sebebini kaybetdi. Bırakın Müslümânlar arasında
savaşı, ciddî bir ihtilâf konusu teşkil etmeyen bazı tortular ve önemsiz
atıklar dışında bir şey kalmadı. Bunlar hangi durumda olursa olsun,
köklü akidevî ihtilâflar olmadığı gibi, kıyâmet gününe kadar da sürecek
değildir. Aksine o ihtilâfların târîh mezarlığına gömülme zamanı
gelmişdir.
Mezheb
ihtilâfları, dînin sâbit ilkelerine ve İslâm’ın zarûriyâtına taalluk
etmez. Çünki Müslümân insân Kur’ân-ı Kerîm’de vârid olan İslâm akîdesine
bağlı olmak zorundadır. Bunun dışındaki her şey zannî, ictihâdî ve
muhtelefun fîh’dir. Aynı zamanda, dînde, iki kişinin ihtilâf etmesi
câiz olmayan kâideler bulunduğu gibi, iki kişi arasında ihtilâfa sebeb
olması câiz olmayan zannî ictihâdlar da vardır. Ancak bu da, muhâvere
ve münâkaşa nedenidir. Şîa ve Ehl-i Sunnet arasındaki bu ihtilâf
durumları, dînin sâbit kâideleri etrâfında dönmez. Ancak te’vîl
esâslarına ve zannî rivâyetlere dayalı ictihâd mes’elelerine taalluk
etmekdedir.
Biz,
bu nedenle, mezheblerde sâbiteler veya zarûriyâtın varlığına
inanmıyoruz. Çünki hiçbir mezhebin mütekâmil resmî bir nushası yoktur.
Bazı mezhebler; noksânlığa, ziyâdeliğe, ferdî reylere, zannî
ictihâdlara, hurâfe ve efsâne sızıntılarına marûz kalmışlardır. Önceki
âlimlerden, akîdevî, fıkhî ve târîhî muhtelif konularda yazmış olduğu
bütün görüşleri, tamâmiyle benimsenmekle, bağlayıcı olan tek bir kimse
yoktur. Ancak o dilediğini seçmekde hürdür.
Birinci
ʻasırdan beri aralıksız devam edegelen tenkîd ve ıslâhın seyri, Şîîler
ve Sünnîler içinde i’tidâl ile aşırılık ve gulâtlık arasında gidip gelen
çeşitli akımların varlığı bunu te’kîd etmektedir. Her akım, Şîîliği
veya Ehl-i Beyt mezhebini ya da Sahîh Sünnet’i kendisinin temsil ettiği
iddiasındadır. Bundan dolayı Ehl-i Beyt İmâmları, kendilerinden her
rivâyet edileni veya kendilerine nisbet edilenleri kabûl etmemeye, onu
Allâh’ın Kitâbı’na arz etmeye, hakkında nazara, eğer Kitâb’a aykırı ise
de reddetmeye çağırmışlardır. Buna binâen biz, Ehl-i Beyt mezhebinin
herhangi bir şeyde İslâm’a muhâlefet etmediğine inanıyoruz. Meydâna
gelip-ortaya çıkan ihtilâf, çoğunlukla kendi fikirlerini Ehl-i Beyt
mîrâsına dâhil eden ğulât sebebi iledir. Öyle ki bazı insânlara, o
mîrâsa sokulan bir kısım bâtıl nazariyeler, Ehl-i Beyt mezhebinin
gerçeği olarak gösterildi. Bunlar sâbiteler, zarûrât ve musellemâtdan
oldu. Oysa durum böyle değildi.
Bu
bâtıl ve ğulât nazariyeler, içeriden ve dışarıdan Şîa’yla alâkalı
olarak aksetdirildi. Bu da dîn nâmına dâhilî istibdâdın gelişmesine,
Ehl-i Sünnet’le çatışma ve gerginliklerin meydana gelmesine neden olduğu
gibi, Ehl-i Sünnet’in de bazı (istibdâdî) siyâsî nazariyeleri, diğer
Müslümânlarla ilişkilerine menfi yönde aksetdi. Bu da bizi, Ehl-i
Beyt’in mîrâsına mürâcaat etmeye ve onu tahkîk etmeye sevketmişdir.
Ehl-i Beyt’in mîrâsında İslâmî, hür, sâf, birlikçi ve ma’kûl fikirler
buluruz. Diğer tarafda veya onun kapsamı içerisinde ise, efsânevî,
bozuk, menfî, imâmların kavilleri ve sîretleriyle mütenâkız olmasına
rağmen, “takiyye” iddiası altında yalan-yanlış sûrette onlara nisbet
edilen şeyleri buluruz.
Târîh
boyunca Şîî siyâsî fikrinin gelişimi hakkındaki çalışmamızda, Şîa’nın
birçok dışarıdan gelmiş aşırı fikirlerden kurtulup, ondan özgürleştiği,
hattâ neredeyse ictihâd uygulamalarında ve aklı kullanmada, hürriyet ve
şûrâya bağlılıkda “Ehl-i Sünnet”in bir kısmını geçtiği sonucuna vardık.
Öyleki, târîhî ihtilâfların isminden ve eklenti fikirlerin bir kısım
basît tortularından başka bir şey kalmamışdır.
Aynı
zamanda, her mezhebden bütün Müslümânları, mîrâslarına mürâcaʻat etmeye
ve onu tenkîde, tashîhe ve ıslâha, Kur’ân-ı Kerîm’e, Sünnet-i
Nebeviye’ye ve ʻakl-ı selîme dönmeye çağırıyoruz. Ğulât ve aşırılıkçı
nazariyelerden uzak olarak Ehl-i Beyt mîrâsını derinlemesine
okumalarımıza binâ edilmiş fikirlerimizi özetleyen ifâdeler kullandık.
Belkide yeni Müslümân nesillerin çehresini teşkîl eden şey, mezhebî
kabuklardan kurtularak İslâm’ın rahatlık ve genişliğine çıkmaları, tıpkı
atamız İbrâhîm’in –ʻaleyhi’s-selâm- Hacc Sûresi 78. Âyette onları
isimlendirdiği gibi “Müslümân” ismiyle yetinmeleri, “Sünnî” ve “Şîʻî”
mezhebî kimliklerden sıyrılmalarıdır.)
ʻAkîdemizi aşağıdaki gibi özetliyoruz:
1. Şâhidlik ederiz ki, Allâh’dan başka ilâh yokdur, Muhammed, Allâh’ın Rasûlü’dür.
2. Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitâblara ve tüm nebîlere îmân ederiz.
3. İslâm’a ʻakîde, menhec, değerler, ʻibâdet, ahkâm ve ahlâk olarak bağlanırız.
4. Kur’ân-ı Kerîm’de geçdiği gibi Nebî Muhammed’le –sav- nübüvvetin hitâm bulduğuna îmân ediyoruz:
“مَا
كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلَكِنْ رَسُولَ اللَّهِ
وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
:Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; ancak o,
Allâh’ın Rasûl’u ve nebîlerin sonuncusudur. Allâh her şeye
ʻAlîm’dir.”(el-Ahzâb: 40)
İslâmî
risâletin Muhammed’le –sav- son bulduğuna, aynı şekilde ondan sonra da
vahyin kesildiğine ve insânların Kur’ân, sahîh Sünnet ve selîm ʻakla
ittibâʻyla mükellef olduğuna inanıyoruz.
5.
Kur’ân-ı Kerîm’in tahrîfden, oynanmakdan, ziyâdeden ve noksânlıkdan
sâlim olduğunu te´kîd ediyoruz. Şübhesiz Allâhu Teʻâlâ onun muhâfazasını
tekeffül etdiğine dâir şöyle buyurur: “إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ :
Şübhesiz Kur’ânı biz indirdik onu muhâfaza edecek de biziz.”(el-Hicr:
9) (Bunun ʻaksine) söylenmiş her şey veya eski kitâblarda vârid olan
zaîf hadîsler ğulât tarafından Ehl-i Beyt mîrâsına konulmuşdur. Târîh
boyunca Şîʻa ʻâlimleri bu zaîf hadîsleri tenkîd etmiş ve onlardan beri
olmuşlardır. Şîʻa’nın baʻzı hasımlarının, Kur’ân’ın tahrîf edildiği
efsânesini tekrârlamaya devâm etmelerini, târîh boyunca tahrîf
iddiʻasıyla onları ithâm etmelerini, bunu onlara vurmak için bir araç
olarak kullanmalarını, onları küfürle ve ʻakîdeden inhirâfla ithâm
etmelerini esefle karşılıyoruz.
6.
Rasûlullâh’ın temiz ashâbından olan Muhâcir, Ensâr ve Ehl-i Beyti’ni
yüceltir ve onların sâlihlerinden râzılığımızı belirtiriz. Ancak maʻsûm
olduklarına inanmayız. Onları kötülemeyi veya onlara sövmeyi, husûsan
Ümmu’l-Mü’minîn Seyyide ʻÂişe’yi kötülemeyi, harâm kabûl ediyoruz. İfk
mes´elesinde, Allâh’ın bu husûsda onu tezkiye etmesi sebebi ile,
ʻÂişe’nin berâetine îmân ediyoruz.
7.
İslâm’ın, siyâsî, iktisâdî ve ictimâî hayâtı selîm ahlâk esâsları
üzerine tevcih eden bir dîn olduğuna, fakat muʻayyen bir siyâsî nizâma
dâir taʻyînde bulunmadığına, şûrâ ilkelerini tavsiye etdiğine, zamânın
ve mekânın şartlarına göre siyâsî nizâmlarını seçme hürriyetini
Müslümânlara bırakdığına inanıyoruz. Bunun için Rasûl-i Aʻzam –sav-
kendisinden sonraki halîfeye dâir bir nas vazʻ etmemişdir. Sahâbe-i
Kirâm ictihâd ederek beş raşîd halîfeyi -Ebû Bekir, ʻÖmer, ʻOsman, ʻAli
ve Hasen, -Allâh hepsinden râzı olsun- seçmişlerdir.
8.
İmâmetin, nübüvvete mülhak bir cüz´ olduğuna veya onun uzantısı olarak
teşekkül etdiğine de inanmıyoruz. Ona usûlu’d-dînin aslından olarak da,
rükünlerinden biri olarak da iʻtibâr etmiyoruz. Zira Kur’ân-ı Kerîm
ondan bahsetmemişdir. Fakat imâmet, siyâsî fıkıh bâbına dâhil olan fer’î
bir mes’eledir. Çünki o, münâkaşası kâbil olan bir takım rivâyetleri ve
Kur’ân-ı Kerîm’den uzak zannî te´villeri esâs alan bir mes’eledir.
9.
İmâmın (devlet reîsinin) de nebîler gibi maʻsûm olmasının zarûraten
vucûbuna veya onlar gibi Allâh’dan vahy aldıklarına ya da insânlar
üzerinde tasarruf hakkı olduğuna yahud emir ve nehiylerinin Rasûl’ünki
gibi olduğuna da inanmıyoruz. İslâm ümmetinin, Allâh tarafından taʻyîn
edilmiş bir reîse dâima ihtiyâcı olduğuna veya yeryüzünün hüccetsiz
kalmasının mümkün olmadığına, aksi takdirde Allâh’ın ğazâblanacağına da
inanmıyoruz.
10.
Ehli Beyt’in şûrâ nizâmına inandıklarına ve muʻayyen bir sülâle
içerisinde dikey bir verâsete dayalı “İlâhî İmâmet” nazariyesini
bilmediklerine, kendilerinin maʻsûm olduğunu iddiʻa etmediklerine ve
ğaybe dâir ʻilimleri olmadığına iʻtikâd ediyoruz. Onlar ʻâlim ve Nebevî
hadîs ravîleriydi. Allâhu Teʻâlâ tarafından taʻyîn ve nasb edilmiş de
değildiler. Ğaybı da bilmezlerdi. Ğulât’ın iddiʻa etdiğinin aksine
onlar, herhangi bir teşrîʻî ve tekvînî velâyete de sâhib değillerdi.
11.
İmâm ʻAlî’nin hilâfeti hakkında Rasûlullâh’dan –sav- açık bir nassın
varlığına dâir kavil, Hicrî ikinci asırda ortaya çıkmıştır. Daha
öncesinde bu sözler yokdu. Bunun etrafındaki cedel, hiçbir şey ifâde
etmeyen ʻakîm bir cedeldir. Sâʻat’in ʻakrebi geriye doğru dönmez. İmâm
ʻAlî’nin fazîletleri ise inkâr edilemeyecek bir şeydir. Onun hakkındaki
nass’lar ise gizli değildir. İmâm’ın menhecinde, ʻamelinde, sîretinde ve
ahlâkında Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân, dîn uğruna fedâkârlık, hak,
ʻadâlet ve Müslümânlar arasında müsâvâtı iltizâm, dünyâya dâir zühd,
tevâzuʻ, şûrâ ve Ümmet’in irâdesine ihtirâm temessül etmişdir. O, Halîfe
ʻOsmân b. ʻAffân’ın katledilmesinden sonra Müslümânların kendi
istekleriyle ona bîʻat etmeleriyle mü’minlere imâm ve emir olmuştur.
12.
İmâm ʻAlî, kendisinden sonra hükûmeti -Rasûlullâh’ın –sav- yaptığı
gibi- şûrâ’ya bırakdı ve oğlu Hasen’i veliyy-i ʻahd tayin etmedi.
Müslümânlar gönül rızasıyla onu kendilerine imâm seçmişlerdir.
Kendinden sonra kimseyi taʻyîn etmeyen ve bunu Şîʻa’ya farz kılmayan
İmâm Huseyn ile beraber Kûfelilerin yapdığı da böyledir. Hüseyin’in
çocuklarından geriye kalan diğer imâmlar da çocuklarından kimse hakkında
bir vasiyetde ve taʻyînde bulunmamış veya Müslümânlara farz
kılmamışlardır.
13.
İmâm Hasen el-ʻAskerî’nin Hicrî 260 senesinde çocuksuz, kendisinden
sonra kimseye imâmet için vasiyetde bulunmaksızın veya hayâtından zâhir
olduğu üzere, yanında gizlenmiş bir çocuğun varlığına işâret etmeksizin
vefât etdiğine inanıyoruz.
14.
Bu sebeble: İsmi Muhammed b. Hasen el-ʻAskeri olan ve yaşı bugün 1150
seneden fazla olan “Onikinci İmam”ın varlığına da inanmıyoruz. Zira bu,
hakkında Şer’î veya târîhî bir delîl ikâme edilemeyen vehmî bir
kavildir. Ancak bu, el-ʻAskerî’nin çocuksuz vefâtıyla çıkmaz bir yola
giren İmâmiyye’den bir fırkanın faraziyesidir.
15.
Mü´minlerin cihânşumûl iktidârına da inanmıyoruz. Zira dünyâ, Allâhu
Teâlâ’nın mü’minlere de kâfirlere de müsâvî olarak karârgâh ve metâʻ
olarak taʻyîn ettiği bir yurtdur. “İmâm Mehdî”nin istikbâlde zuhûruna
dâir katʻî bir delîl de yokdur.
16.
Buna bağlı olarak: Doğmadığından ğâib de olamayacak olan “Ğâib İmâm
Mehdî”nin husûsî naiblerine (Dört Sefir’e) ve ʻumûmî nâiblerine de
(fakîhlere) inanmıyoruz. Bunun baʻzı insânların Şerʻî delîlsiz iddiʻa
etdikleri zannî faraziyeler olduğuna, onikinci imâmın varlığına ve
ğaybetine îmânları sebebiyle yaşadıkları önderlik boşluğu neticesindeki
bir takım müşkilleri halletme çabası olduğuna inanıyoruz.
17.
Kiliseye benzeyen “merciʻiyet” dînî müesseselerinin İslâm’da
bulunduğuna inanmıyoruz. Aksine ʻâlimlere zarûret hâlinde mürâcaʻat
edilir. Bunun için hayât boyunca fakîhleri taklîdin veya her şeyde bir
fakîhle sınırlı kalmanın vucûbuna inanmıyoruz. Aksine taklîdin harâm
olduğuna, onun, Allâh’ın hakkında hiçbir delîl indirmediği bir bidʻat
olduğuna inanıyoruz. Muktedir olan bütün mükellefleri usûl ve furûʻ da
-baʻzı ʻâlimlerin söylediği gibi, meselâ Şeyh Tûsî muhtelif reyler ve
aralarından isâbetli reyi tercîh etmeye dâir çalışmaya teşvîk etmişdir-
ictihâda, tefekküre ve nazar etmeye çağırıyoruz.
18.
Biz de, “müctehidler”i çalışmalarını sadece fıkıh ve usûlle
sınırlamamaya, aksine İslâm ʻakîdesi, târîh, hâssaten “İlâhî İmâmet”
nazariyesi hakkında çalışmaya çağırıyoruz. “Onikinci İmâm”ın varlığını
farzetmek gibi şeyler bunun teferruʻâtından ʻibâretdir.
19.
Biz, “ʻulemâ”nın da –fetvâları, dâimâ sahîh ve Şeriat’e mutâbık
olmadığından- murâkabesinin, hesaba çekilmesinin ve tenkîd edilmesinin
zarûrî olduğuna inanıyoruz. “ʻUlemâ” çoğu kez, şübhelere düşebiliyor ve
hevâlarına kapılabiliyor, akabinde de Allâh’ın harâm kıldığını helâ,
helâl kıldığını harâm yapıyorlar (humusun farz, Cumʻa namazının farz ayn
olmadığı husûsundaki kavilleri gibi).
20.
Bundan dolayı, Ümmet tarafından seçilmiş şûrâ meclislerinde üzerinde
icmâʻ edilmiş anayasal bir renk alması müstesnâ, “ulemâ”nın fetvâlarının
Şerʻan ve kânûnen ilzam edici olmadığı görüşündeyiz.
21.
İctihâd kapısını açan, Ehl-i Teşeyyuʻu muvâzene ve iʻtidâle döndüren ve
Ahbârî’lerin birçok hurâfe ve efsanesini reddeden “Usûlî Medrese”yi
takdîr ediyoruz. Fakîhlerden, usûlde, furûʻda, ricâl ve hadîsde ictihâdı
artırmaya çalışmalarını ve “Tekvînî Velâyet” nazariyesi perdesi
altında, Ehl-i Beyt imâmlarına rubûbiyet sıfatlarını nisbet eden, onlar
hakkında aşırıya giden, onların yüce makâmlara ve beşer seviyesinin
üstünde rollere, Allâhu Teʻâlâ’nın işlerinden –kâinâtın veya
yaratılmışların idâresi, rızık ve bunun benzeri gibi- vazîfelere sâhib
oldukları iddiʻâsında bulunan “bozguncu” ğulât ile mücâdele etmelerini
taleb ediyoruz.
22.
Aynı zamanda Şîʻa ʻâlimlerinin, hassâten hadîs ve ʻilm-i ricâl
çalışmaları yapan, “el-Kâfî”nin beşde dördünün zaʻîfliğini ortaya koyan
Usûlî’lerin cehdlerini selâmlıyoruz. Onları el-Kâfî’nin geri kalan
hadîslerini de araştırma ve tahkîklerini tamâmlayıp bitirmeye,
öncekilerin tevsîk ettiği pek çok kimseyi yeniden gözden geçirmeye
daʻvet ediyoruz. Çünki Ahbârî’lerdeki hadîs müşkili, kendilerini
râvîlerin sâfları arasına sokuşturmayı başarabilmiş bir kısım ğulâtı
tevsîk etmelerinden ve onların rivâyetini tasdîkle kabûl etmelerinden
kaynaklanmakdadır. Bu da bizi Kuleynî’nin “el-Kâfî”deki hadîslerinin
yüzde doksan dokuzunun sıhhatinden şübhelenmeye sevk etmektedir.
el-Kâfî’ye iʻtibâr etmek ise, Müslümânlar arasında ihtilâfın devâm
etmesinin sebeblerinden biridir.
23.
“Dîn adamları”nın hükûmetine de, “Ğâib İmâm Mehdî’nin ʻumûmî niyâbeti”
faraziyesine dayalı “Velâyet-i Fakîh” nazariyesine de inanmıyoruz. Bu
nazariye fakîhe mutlak salâhiyetler vermekde, onu Ümmet’in ve kânûnun
fevkinde kılmakda, onun anayasayı ihlâl etmesine ve Ümmet ile ʻakd
edilen herhangi bir Şer’î ittifâkı ilğâ etmesine müsâmaha etmekdedir.
Aynı zamanda “Velâyet-i Fakîh” nazariyesini, ğâib imâmın menfi intizârı
fikrine nisbeten, ismeti, nassla taʻyîni, imâm hakkında ulvî Hüseynî
sülâleyi şart koşmaya dayalı “İlâhî İmâmet” nazariyesinden kurtulma,
şûrâ ve seçimin Şer’îliğine îmân yönünde, Şîʻa siyâsî fikrinde büyük,
müsbet bir gelişme olarak kabûl ediyoruz. “Velâyet-i Fakîh”
nazariyesinin sonradan ortaya çıkdığına ve hakkında Şer’î bir delîl
olmadığına, muhakkik fakîhlerin de ona inanmadığına inanıyoruz. Çünki bu
nazariye, hâkim olanı (fakîh) dînî sıfatla kudsamakda, onu muhâsebe,
murâkabe, tenkîd ve tağyir etmeksizin etrafına mukaddes bir hâle
geçirmekde ve ondan müstebid bir diktatör ortaya çıkarmakdadır. Bu
sebeple, seçim esâsına, halkın onlara verdiği salâhiyetlerin hudûdunu
takyîde dayalı, fazilet cihetiyle daha üstün bir nazariye geliştirmeye
daʻvet ediyoruz.
24.
Diğer İslâm mezheblerine açılmaya ve onların ictihâdlarına ihtirâm
gerektiğine inanıyoruz. Ehl-i Sünnet ve Şîʻa arasında müşterek ictihâd
ameliyelerini ziyâdeleştirmeye, Kur’ân-ı Kerîm’e dönmeye ve onu ilk
teşrîʻ kaynağı ve diğer bütün teşrîʻ kaynaklarının en yücesi kabûl
etmeye daʻvet ediyoruz.
25.
Şîʻa ve Sünnîlerin bütün hadîs kaynaklarına hürmet ediyoruz. Fakat
kaynakları Nebiyy-i Ekrem’e nisbet edilen tüm zaʻîf hadîsleri, hassâten
Kur’ân’a, ʻakla ve ʻilme muhâlif olanları ayıklamayı taleb ediyoruz.
26.
Sünnî ve Şîʻa dînî müesseselerini ve ilmî havzalarını, programlar,
talebeler, hocalar cihetinden ve muhâvere, mukârane ve hür tefekküre
teşvîk edici bir çevre yaratmak için birleşmeye çağırıyoruz.
27.
Aynı şekilde, öteki kültürlere açılmaya, herkes için basın hürriyetini
çoğaltmaya, hangi muhâlif kültürel ürün olursa olsun sansür uygulamamaya
çağırıyoruz.
28.
İslâm ʻÂlemi’nin vahdetine inanıyoruz ve mezhebî ayrımcılığı
reddediyoruz. Her beldede vatanın dâhilî vahdetinin takviyesi, bütün
tâifeler arasında, vatandaşlık, hürriyet, ʻadâlet ve müsâvât esâsı
üzerinde, siyâsî ortaklık için çalışırız.
29.
Mezhebî müşkillerin köklü çözümünün anayasal müesseselerin, demokratik
nizâmların ve iktidârın barışçıl tedavülünün ikâme edilmesiyle mümkin
olduğuna inanıyoruz. İktidârın şiddet şeklinde bir mücâdele patlaması
olmaksızın dönüşmesi, askerlerin iktidâra karşı kuvvet kullanarak istîlâ
(darbe) teşebbüsüne müsâmaha edilmemesi (gerekdiğine) inanıyoruz.
30.
ʻAkîm mezhebî cedeli durdurmaya, remizlerine -hassâten sahâbeler, Ehl-i
Beyt ve mezheb imâmlarına- hucûm ederek diğerlerini tahrîke
kalkışmakdan imtinâʻya daʻvet ediyoruz.
31.
Bu münâsebetle, 1156 H. Şevvâli/1743 M. Kânûn-ı Evvel’inde ʻakd edilen
ve ʻArab, Fars, Türk ve Afğânlı Şîʻa-Sünnî büyük âlimler topluluğunun
katıldığı târîhî “Necefu’l-Eşref Kongresi”ni selâmlıyoruz. Sünnî Irâk
Müftîsi Şeyh Abdullâh es-Suveydî, Afğân Müftîsi Mollâ Hamza
el-Kalancânî, Ȋrân Müftüsü Mollâ Başı Alî Ekber ve Kerbelâ Merciʻi
Seyyid Nasrullâh el-Hâirî bu âlimlerin başında olmak üzere, Sünnî ve
Şîʻa ʻulemâ tarafından birlik olarak sahâbeye sebbetmenin reddedildiği
bir beyânnâme çıkarıldı. Ehl-i Sünnet ʻuleması orada Şîʻa’yı tanıdı.
Orada bulunan herkes tarafından karşılıklı müsâmaha ve bazı furûʻâtda
iltizâm etdiklerinde ihtilâf hürriyeti kabul edildi ve Ümmet-i
Muhammed’in iki Müslümân fırkasının kanlarını akıtmayı harâm saydılar.
32.
İnanıyoruz ki: Tenkîd, sebb, laʻnet, tekfîr, irtidât ve nifâk ile ithâm
–esef-i şedîdle beraber – Müslümanları şiddetle sarsacak en büyük fitne
salgınıdır. Bu dosyayı kapatmak gerekir. Zîra bu kötü târîhi, kıyâmete
kadar açık yara olarak bırakmak maʻkûl değildir.
33. Mâzînin sayfalarına sünger çekmek, dipsiz târîhî hadiselere -sadece ʻibret almak sebebi hâric- çok dalmamak gerekir.
34.
Şübhesiz Şîa’nın adâlet, İslâm’ı müdâfaʻa rûhu, Allâh yolunda ʻamel ve
zâlimlere karşı inkılâb gibi müsbet pekçok ilkeyi taşıdığına inanıyoruz.
Bunlar, bugün Müslümânların kendilerini uyandırmaları, tâğûtlardan ve
ecnebî işğalcilerden kurtulmaları için muhtâc oldukları şeyler. Fakat
biz “İlâhî İmâmet” nazariyesi etrâfındaki cedeli ve imâmete dâir Allâh
tarafından bir nass bulunduğu iddiʻasını reddediyoruz. Çünki bu, akîm,
amelî fâidesi olmayan, menfeʻatinden daha fazla zararı olan,
övünülemeyecek netîcelere sürükleyici, diğerlerinin hislerine te`sîrde
bulunarak Müslümânları birbirine karşı tahrîk eden bir bahistir.
35.
Zekât’ın vucûbuna inanıyor, onunla ʻamel etmeye ve zekât verme
konusunda Sünnî ve Şîîler arasında tefrîke gidilmemesine çağırıyoruz.
Çünki Allâhu Teâlâ, zekât vermeyi muʻayyen bir dîn ehliyle tahdîd
etmemiş, aksine onu, beşerin fakîrlik vasfına hâiz olanları için farz
kılmıştır.
36.
Humusun vucûbiyetine -harb ğanîmetleri hâricinde bir şey vârid
olmadığından- inanmıyoruz. İmâm Alî bin Ebî Tâlib de hükûmeti sırasında
onunla ʻamel etmemişdir. Ancak sahîh Şîa rivâyetleri, mutekaddim
ʻulemânın fetvâları, “Ğaybet ʻAsrı” diye isimlendirilen devirde
mübâhlığını te`kîd etmişlerdir. Tabiʻi olarak humusun fakîhlere veya
vekillerine verilmesinin vucûbuna da inanmıyoruz. Yine bu da, Mufîd,
Murtadâ ve Tûsî gibi mutekaddim Şîa şeyhlerince bilinmeyen yeni bir
reydir. Onlar humusa dâir hayretlerini ifâde etmişler veya onu yere
gömmeleri ya da onu Mehdî’nin zuhûr gününe kadar saklamaları için fetvâ
vermişlerdi. “Âlimleri”, mâl toplamaya dalmak, nefislerini şübhelere ve
söylentilere maʻrûz bırakmak yerine, ʻilim talebi, daʻvet ve irşâd ile
meşğûl olmaya çağırıyoruz.
37.
Hayır cemʻiyetleri içerisinde, ictimâî ve kültürel tasarılardan olan
mescidler, dînî medreseler ve dîn âlimlerinin gözetilmesini sağlayacak
masrafları karşılayacak mâlî teberrûʻları tanzim etmeye çağırıyoruz. Bu
mâlî nizâm hesâba çekilmeye, murâkabeye boyun eğmeli, şeffâflığı iltizâm
edilip, hesâblar ve mîzânlarıyla ilgili tafsîlî raporlar
neşredilmelidir.
38.
Cumʻa namazının, şartlarını taşıyan her muktedire farz-ı ayn olduğuna
inanıyoruz. İslâm inkılâbının zaferinden sonra, Ȋrân’da, Irâk’ta,
Lübnân’da ve diğer mıntıkalarda, Cumʻa namazını edâya devam eden Şîa’yı
takdîr ediyoruz. Herkesi umûmî sûretde onu edâ etmeye, dikkatle ve
muntazaman ona sarılmaya teşvîk ediyoruz. Cumʻa namazıyla, takvâ ve
Allâhu Teâlâ’nın maʻrifetine teşvîkin azîm bir münâsebeti olduğundan,
ona önem veriyoruz. Zâlimler için duâ etmek ve onların fiillerini
aklamaya dâir siyâsî bir münâsebeti yokdur.
39. Ezânda üçüncü şehâdet -”Eşhedu enne ʻAliyyen veliyullâh”- olarak isimlendirilen ziyâdeyi reddediyoruz. Bu ziyâdenin, Şeyh Sadûk’un, “Men Lâ Yahduruhu’l-Fakîh”
adlı kitâbında da ifâde etdiği gibi, “aşırı” ğulâtın işi olduğuna
inanıyoruz. Bu, Müslümânlar arasında tefrîkaya sebeb olan bir
bidʻatdir.
40.
Böyle çirkin/çarpık bir sûretteki takiyye uygulamasını reddettiğimiz
gibi, İmâm Sâdık’ın sözü olarak meşhûr olmuş: “Takiyye benim ve
atalarımın dînidir. Takiyyesi olmayanın dîni de yoktur” ifâdesini tasdîk
etmeyi de reddediyoruz. Şöyle ki bunun İmâm’a atfedilmiş yalan bir söz
olduğuna, bunun ʻaklî ve târîhî olarak da tebrie edilemeyeceğine
inanıyoruz. Takkiye nasıl dînden bir cüz´
olur? İmâmlar takkiyeyi ne zaman uyguladılar? Kimden korkuyorlardı? Bu
sebeble zannediyoruz ki, bu, münharif nazariyelerini sürdürülebilmek
için bir perde gibi, Ehl-i Beyt nâmına –onlar alenî olarak bundan
berîdirler- ğulât tarafından uydurulmuş bir hadîsdir. Ehl-i Beyt’in
fikir ve mîrâslarını okumaya bu çağrımız, onların hayâtlarının zâhirine
ve onların akvâl ve efʻâlinin aksine
olan bâtınî te´vîllerin kabûl edilmemesi esâsına dayalıdır. Aynı
zamanda re’yini ifâde edebilmesi için, her insânın hürriyet ve
emniyetinin çoğaltılmasını taleb ediyoruz. Takiyye devrinin geçip
gittiğine, başkalarından korkmalarına veya takiyye onlara takiyye
yapmalarına sebeb olacak ayıb bir şey olmadığından, re’ylerini ifâde
etmekden onları menʻ edecek kimse de bulunmadığından takiyyenin Şîa’da
yeri olmadığına inanıyoruz. Husûsan Şîa’nın kuvvetli hükûmetleri
olduktan sonra demokratik ülkelerde çok hür yaşıyorlar. Bu yüzden onlar
reylerini hürriyet, cesaret ve sıdk ile ifâde edebiliyorlar. Muʻayyen
bir fikri inkâr eden herkes zarûrî olarak takiyye icrâ ediyor değildir.
Her Şîa da, kutub-ı kâdimede vârid olan her şeye inanıyor değildir. İşte
bu “âlimler” öncekilerin kitâblarında gelen pekçok şeyi tenkîde
girişiyor ve ondan teberrî ediyorlar.
41.
Ğulât ve aşırılar tarafından uydurulmuş duâlar ve ziyâretlerin çoğuna
inanmıyoruz. “Ulemâ”yı bunları tashîhe ve gözden geçirmeye çağırıyoruz.
Ehl-i Beyt imâmlarına nisbet edilen “ziyâretler”i reddediyoruz. Meselâ:
“Câmia Ziyâreti”, “Âşûrâ Ziyâreti” ve “Âbâ Hadîsi” ziyâreti gibi diğer
ziyâretler ve sahâbeler hakkında menfî tavırlar ihtivâ eden, İslâm’ın
rûhundan ve Ehl-i Beyt mezhebinden uzak, ğulâtın yalan olarak imâmlara
nisbet edip uydurdukları fikirler.
42.
İmâmların kabrini ziyâret, Huseyn’e ağlama, başa vurma ve sîne dövme
gibi âyinler ve dâhilî âdetlerin çoğunun arkasında olan İmâmların
Kıyâmet Günü’ndeki şefâatine de inanmıyoruz. Biz ise, aksine İmâm Ca´fer
es-Sâdık’ın imâmlar hakkında söylediğine i´tikâd ediyoruz: “Onlar
(Kıyâmet Günü’nde) bekletilirler, hesâba çekilirler ve mes’uldürler.”
43.
İmâmlara istiğâsede bulunmayı veya onlara duâ etmeyi ya da onlara
adakta bulunmayı reddediyor ve bunu Allâhu Teâlâ’ya şirk nev’îlerinden
sayıyoruz. O her hâl û kârda câhiller ve basît insânlardan başkasının
yapmayacağı bir ameldir. Şîa’nın umûmu ise, imâmlar ve velîlerin
kabîrlerini, Allâh’ın onları mağfiret etmesi, onlara merhamet etmesi
veya hayâtlarından ve Allâh’a da´vet yolundaki mücâdelelerinden ibretle
ilhâm almak için ziyâret etme anlayışındadırlar.
44.
Kardeşlerimizi, Âşûrâ merâsimlerinde aşırı gitmemeye, Allâh tarâfından
hakkında hiç bir delîl indirilmeyen ve dünyâda Şîa’yı çirkin/çarpık
gösteren bid´at âyinlerden ictinâba çağırıyoruz.
45.
Allâhu Teâlâ’nın, kâinâtı “âbâ ashâbı” olan beş kişi sebebiyle halk
etdiğini iddiâ eden akvâl-ı ğulâtı şiddetle reddediyoruz. Allâh, mahlûku
ancak onlara merhamet etmek ve imtihân için yaratmışdır.
46.
Herkesi, sahâbe arasında târîhde meydana gelmiş cüz’î ihtilâfları
büyütmemeye çağırıyoruz. Meselâ, Seyyide Fâtımatu’z-Zehrâ ile Halîfe Ebû
Bekr arasında, Halîfe’nin, âmme mâllarından olması i´tibâriyle,
Fâtıma’dan ‘Fedek’ (arazisi)ni geri istemesine dâir ihtilâf konusu.
Zehrâ, Nebî’nin onu kendisine bağışladığını söyledi. Bu, şahsî, cüz’î ve
mahdûd bir ihtilâfdır. Bizim bunun karşısında yapabileceğimiz bir şey
yoktur.
47.
Yine, kardeşlerimizi Seyyide Fâtımatu’z-Zehrâ’nın evine hücûm edildiği;
“Ebu Bekr’e bîata zorlamak için Ömer tarafından İmâm Alî’nin evine
saldırıda bulunulduğu, bunun yanında Fâtıma’nın evini, içindekilerle
birlikte, yakmakla tehdîd etdiği veya evin kapısını yakmaya girişdiğinde
Zehrâ’ya vurduğu ve onu kapının arkasına sıkışdırdığı; karnındaki
bebeği (Muhsin) düşürüp vefât etmesine sebep olduğu” hakkında söylenen
efsaneyi veya her sene bu kıssanın tesiriyle, kurulan ta´ziye, dövünme
ve ağlama meclislerine eşlik eden la´net, sövme ve hissî infiʻâlleri
reddetmeye çağırıyoruz. Çünkü bu, târîhan sâbit olmayan efsanevî bir
hikâyedir; vukûu düşünülemez, bu olay Halîfe Ömer b. Hattâb’ın
kötülenmesinden önce İmâm Alî’nin şahsiyetini kötülemektir.
48.
Allâh’ın mescidlerinden mezhebî renkleri kaldırmaya ve onları bütün
Müslümânlara açmaya, böylece, istisnâsız bütün mescidlerde, Sünnî ve Şîa
imâmların arkasında namazı müşterek edâ etmeye, başka mezheblerin
arkasında namaz kılmayı harâm kılan dar mezhebî fetvâları reddetmeye
çağırıyoruz.
49.
Mezhebciliği ve Müslümânlar arasında fırkalaşmayı, mezhebler arası
karışık evlilikleri yaygınlaştırarak ve Müslümânlar arasında karışık
evliliğin harâmlığına hükmeden fetvâları ilğâ ederek, kırmaya
çağırıyoruz.
50.
Ehl-i Sünnet ve diğer İslâm mezheblerinden olan kardeşlerimizi, Şîa
kardeşlerine açılmaya, onları daha çok tanımaya ve onların mu´tedil
olanlarıyla (onlar Şîa’nın umûmudur) ğulât ve aşırı olanların arasını
ayırd etmeye, şâzz ve eskilerin kavillerine nazaran aleyhlerinde bir
hüküm vermeksizin, ahvâl-i hâzıralarına bakmaya; Şîa’nın saflarında
hâsıl olan köklü fikrî-siyâsî gelişmeleri mülâhazaya; müsbet çalışmaları
ve sömürgecilerin ve işğalcilerin boyunduruğundan beldelerini
hürriyetine kavuşturma yolunda takdîm ettikleri büyük fedâkârlıklarını
desteklemeye çağırıyoruz.
Duâlarımızın
sonu âlemlerin Rabbi Allâh’a hamd etmekdir. Allâh’dan bizi dînine
hizmet etmeye muvaffak kılmasını, Müslümânları birleştirmesini, onları
gâlib kılmasını ve onları tâğût ve işğalcilerden âzad kılmasını
diliyoruz. Şübhesiz O Semî’dir, Mucîb’dir. (2008)
Yorumlar
Yorum Gönder