Seyyid Cemaleddin Afgani

Çarşamba 21.07.2010

Prof. Dr. Salih Samarrai / TİMETURK

Ünlü gezgin Şeyh Abdürreşid İbrahim Hicri 1349 yılında Kahire'de Müslüman Gençlik Derneğinin konferans salonunda Üstat Cemalettin Afgan hakkında bir konuşma yaptı.

Japonya'da İslam'ın yayılmasının öncülerinden olan Abdürreşid İbrahim, Asya'nın kuzey doğusunda yer alan Rusya'nın Sibirya bölgesinde (Hicri1267 /Miladi 1851) dünyaya geldi. Küçük yaşta Peygamber efendimizin Medine'sine yerleşip ilk eğitimini orada aldı. Sonra deneyimli siyasetçi Mithat Paşaya katıldı. 40 yaşlarında büyük reformcu Cemalettin Afgani ile görüştü, onu yakından tanıma fırsatını buldu.

Abdurreşid İbrahim, Sibiryalı bir davetçi ve gezgindir. Dünyanın birçok bölgesini gezdi. Türkiye ve Medine’de ikamet etti. 1911 yılında Libya'da Tarblusgarb savaşına katıldı. Sibirya, Orta Asya, Japon, Kore, Çin, Singapur, Hindistan, Hicaz ve Şam bölgesini gezdi. Bu seyahatlerini 1911 yılında 2 ciltlik kitap halinde Âlemü-i İslam (İslam Dünyası) adıyla yayımlandı.

Kitap Osmanlıcadan Arapça’ya da tercüme edildi. Merhum Dr. Abdülvehhab Azzam bu kitap hakkında: “Şeyh Abdurreşid’in bu kitabı, İbn-i Batuta'nın seyahatnamesinden daha önemlidir” diyordu.

1909 yılında Japonya’yı ziyaret edip 6 ay kalır. Onun vasıtasıyla bölgenin ileri gelenlerinin çoğu Müslüman olur. 1934’de tekrar Japonya'ya dönüş yapar ve 1944'te Japonya'da vefat eder. İkinci Japonya ziyaretinden önce Mısır'ı ziyaret edip ve bu konferansı Kahire- Müslüman Gençlik Derneğinde verir. Konferansta Seyit Cemalettin Afgani ile ilişkisini ve tanışmasını anlatır.

Ben 30 yıl önce merhum Hammed Selifih’in yanında bulunan bir kitapta bu makaleyi okumuştum. Makalede dikkatimi çeken şey, o günkü Japonya imparatoru Mej'i'nin, Osmanlı sultanlarından Sultan Abdülhamid’e bulunduğu talebiydi. Mej'i Japonya'ya, Japonlara İslam’ı öğretip anlatacak Müslüman âlimler göndermesini ister. Sultan Abdülhamid Seyit Cemalettin Afgani ile konuyu istişare eder. Afgani şöyle der; “Ey Sultan hazretleri, eğer Japonya'ya bu âlimleri gönderirsen bunlar ancak Japonları İslam’dan uzaklaştırırlar. En iyisi şimdilik ona güzel bir hediye gönder, sonra uzman âlimleri yetiştir ve onları Japonya’ya gönder.”

Bu paragraf benim aklıma takıldı ve ben 30 yıl boyunca hep bu belgeyi aradım. Sonunda El Ezher Üniversitesinde ders veren Şeyh A.Rahman Hasan, söz konusu belgeye (Müslüman Gençlik Derneği Konferanslarından Seçmeler) Şeyh Muhibuddin el-Hatib’in kaleme aldığı eserde rastlıyor. (El-Matbaatu's Selefiyye, Sh. 20 ile 30 arası, Hicri 349, Kahire.)
Sonra El Ezher Üniversitesi mezunu Mısırlı Dr. Hişam, bu belgeyi bilgisayara aktarıp bana e-mail yoluyla gönderdi. Allah ondan razı olsun ve onu mükâfatlandırsın. Bu belge, aşağıdaki nedenlerden dolayı önemlidir:

1. Seyyid Cemaleddin Afganî’nin hayatının bir bölümüne ışık tutar.
2. Japonların İslam’a olan ilgileri.
3. Şeyh Abdurreşid İbrahim'in yaşantısından kesitler sunar.

Umarım dünyanın her yerinde bulunan Müslüman düşünür ve davetçiler bu belgeden istifade ederler.

Niyet şüphesiz Allah'ın rızasını kazanmaktır.

İşte aşağıdaki konuşma, Abdürreşid İbrahim'in irticalen verdiği konferansın bir özetidir:

Seyyid Cemaleddin Afganî

Kardeşlerim,

Hicri 1310 yılının Şaban ayının (Şubat 1893 Miladi) başlarında İstanbul Beşiktaş’taki Sultan Abdülhamid Camiinin kapısındaydım. Orada ayakta birbiriyle konuşan iki adam dikkatimi çekti.

Bunlardan birisi daha önce tanıdığım üstad Abdullah en-Necdi idi (Kral Abdülaziz es-Suud'un amcası). Diğerini ise tanımıyordum. Fakat, bilinmeyen bir kuvvet beni onlara doğru çekti.

Onlara yaklaşıp selam verdim. Tanımadığım üstad benim doğum yerimi sordu. Ben de “Sibirya” dedim. Aynı anda öteki üstad da sordu. Tekrar “Sibirya” dedim. Sonra geldiğim yeri sordular, “Sebram” dedim ve o esnada ezan okunmaya başladı. Biz de namazdan sonra aynı yerde buluşmak üzere ayrılıp camiye girdik.

Ben namazı kılıp üstadı beklemek üzere dışarı çıktım, o da çıktı ve onu bir araba bekliyordu. Diğeri misafiri uğurladıktan sonra beraber arabaya binip evine gittik. Yolda yaşımı sordu ve ben kırktan fazlaydım.

Çok güzel ve nurani bir yüzü vardı ve iki sefer beni kucakladı. Eve ulaşınca kapıcıya gün boyunca kimsenin yanımıza girmesine izin vermemesini söyledi. Israr eden olursa en az iki saat beklemesini söyledi.

Bana bir çay söyledikten sonra Rusya'nın siyasi durumu hakkında sorular sordu. Kaçamaklı cevaplar veriyordum. Çünkü o ana kadar onu tanımıyordum. Bana: “Sen bir zamanlar şeriat mahkemesinde üye ve müftü değil miydin?” diye sordu.

İçimden: “Bu kim acaba?” dedim. Beni tanıyor ve benim hakkımda her şeyi biliyor. Bu düşüncelere dalmışken: “Cemaleddin Afgani'yi duydun mu?” diye sordu. Ben de: “Evet” dedim. “İşte ben oyum” dedi. Elini öptüm o da bir kez daha beni kucakladı. Sanki içim bir nurla doldu ve dilim açıldı. Başladım anlatmaya. Rusya'nın siyasi durumundan, dini durumundan, Kur'an-ı Kerim’in bazı ayetlerini nasıl örtbas ettiklerinden. Bunun üzerine: “Onlardan intikam alacağız” dedi ve iki saat boyunca onunla sohbet ettik.

Ondan sonra üstad Seyyid Abdullah Nedim el-Mısrî bize katıldı. Ve beni üstada tanıtmak istedi, üstad da: “Tanıyorum, o bize faydalı olacaktır” dedi. Üstad bana: “Rusça biliyor musun?” diye sordu. Ben de: “Evet” dedim. “Ne güzel, ne güzel” dedi. Âdetiydi, sevinince bu kelimeyi kullanırdı. Üstaddan dehşete düştüğüm durum buydu o hem beni tanıyordu hem de hakkımda her şeyi biliyordu.

Sonra: “Rusça gazeteleri okuyor musun?” diye sordu. Ben de: “Hayır, okumuyorum, çünkü param yok” dedim. “Ben parasını veririm, sen yeter ki okuyup içindekileri bana aktar” dedi. Sonra üç gazeteye abone oldum. Periyodik olarak buluşup gazetelerin özetini ona anlatıyordum.

Şimdi de üstadda gördüğüm bazı durumları size anlatacağım.

İMANI

Üstad Afganî, kuvvetli bir imana, sarsılmaz bir inanca sahipti. İmanı, Hz. Ebu Bekir’in imanı gibiydi, sürekli hak olanı haykırırdı. Kınayıcıların kınamasından korkmazdı. Kral ve padişahlardan hiç çekinmezdi.

Buna bir kanıt olarak şu olaya kulak verelim. Bazı ilim erbabı her gün onu ziyarete gelirdi. Bir gün onun yanında otururken Alican Efendinin talebelerinden iki talebe gelerek: “Efendim iman hakkında ne düşünüyorsunuz. Azalıp, çoğalır mı?” diye sordular. Onun cevabı ise şöyle oldu: “Köylerde ve kırsallarda değişmez; ne azalır, ne çoğalır. Ancak şehirlerde insanın imanı her saatte bir değişir; çoğalır ve azalır, özellikle de etrafında insan tipli şeytanlar olunca. Tıpkı Sultan Abdülhamit’in imanı gibi.” (Buna söylerken her an casusların her yerde olabileceğini biliyordu).

Üstad, sohbetlerinde sürekli Hz. Peygamberin sahabelerini sözlerinden daha fazla uygulamalarıyla eğittiğinden bahsederdi. İşte, üstad Afganî, Hz. Peygamberi bu şekilde kendisine örnek alırdı, “imanın kuvvetli, azmin sarsılmaz olmalı” derdi ve çoğu zaman bu ayeti kelimeyi okurdu: “Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun, rabbinin mükâfatı çok daha değerlidir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır, aslında sen onları sırat-ı müstakime çağırıyorsun." (Mü’minun: 72-73)

Yine Üstad çoğu zaman beni davaya teşvik eder şu ayeti kerimeyi okurdu; "Sizden iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan sakındıran bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." (Al-i İmran: 104)

Çoğu zaman kâfirlerin Müslüman beldelerini işgal etmelerini hatırlatır, Müslüman liderleri bu konuda hep kınardı. Bir gün ona asıl memleketini sordum. “Benim vatanım yok” dedi. Çünkü bugün Müslümanlara vatan kalmamış (bilindiği üzere Seyyid Cemalettin Afganî everensel bir İslami devlet kurmak peşindeydi).

Yine bir gün Tevhid’den (La ilahe illallah muhammedu’r resulullah) bahsetti. Bana insanların bu kelimenin anlamını bilmediklerini söyledi, zira bu büyük kelimenin anlamını bilen kişi, kimseye muhtaç olmaz ve kimseden yardım dilemez. Ona göre şeref, izzet-i nefs ve hâkimiyet ancak imanla gerçekleşir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere onlardan öncekileri halife ve hâkim kıldığı gibi onları da yeryüzüne halife ve hâkim kılacağına, onlar için beğendiği İslam dinini temelli yerleştireceğine, yaşadıkları korkularını güvene çevireceğine dair söz verip vaatte bulunmuştur. Çünkü onlar yalnız bana kulluk eder. Hiçbir şeyi bana ortak tutmazlar. Şimdi bundan sonra kâfir olan kimseler, işte onlar artık büyük günahkârlardır." (Nur: 55)

Seyyid Cemalettin Afganî’nin imanı böyleydi ve çoğu zaman şöyle derdi. Muhammed (s.a.v) bize tevhit kelimesini öğrettiği gibi kişisel hürriyet ve şahsi hürriyeti de öğretti.

İBADETİ

Cemaleddin Afganî, sadece farz namazları kılardı. Ramazan gecelerini (Kur’an okumak ve nafile) ibadetle geçirirdi. (Çok az uyurdu. Hayatı çok sadeydi. Süt, yoğurt ve bol bol meyva yerdi. Hiçbir mükeyyefatla (keyif verici şeyler) alâkası yoktu.)

TASAVVUFU

Cemaleddin Afganî, “Fena fillah yerine fena fil-halk” olmayı tercih ediyordu. Yani Allah’ın (c.c) yaratmış olduğu kullara hizmet etmeye, onları batıl yoldan kurtarmaya, karanlıktan aydınlığa ve irfana çıkartmaya çalışıyordu. Kendisini yaratılanlara hizmet etmeye adamıştı. (Son Uşşaki şeyhlerinden Hüseyin Vassaf (1872-1929) “Sefine-i Evliya” (Veliler Gemisi) adlı kitabında Afganî’yi veliler arasında sayar.)

SİYASETİ

Cemaleddin Afganî’nin siyaseti, Afganlıları, İranlıları, Kürtleri, Türkleri, Arapları ve Hintleri tek çatı altında toplamaktı. Bunu sadece bir siyasi mesele olarak görmüyordu, aksine yerine getirilmesi zorunlu olan dini bir görev olarak addediyordu. İsimlerin ve muamelelerin farklılığı, İslam birliğinin yok olmasına neden olduğuna inanıyordu. En büyük gayesi doğu ve batıdaki tüm Müslümanları tek çatı altında toplayacak büyük bir İslam devleti kurmaktı.

Bir gün Japonya imparatoru Meji, Sultan Abdülhamid'e bir mektup gönderir. Halklar arasında birliğin olması için İslam davetçilerini ülkesine göndermesini ister. İmparator mektubunda şöyle der: Bildiğiniz üzere ben ve sen batıllıların izni olmadan bir şey yapamayız. Şayet halklarımız birleşirse güçlü oluruz.

İmparator Meji, Sultan Abdülhamid’den Japonlara İslam’ı öğretip anlatacak Müslüman âlimler göndermesini ister. Sultan Abdülhamit Seyit Cemaleddin Afganî ile istişare eder. Afganî şöyle der; Ey Sultan hazretleri, eğer Japonya'ya bu âlimleri gönderirsen bunlar ancak Japonları İslam’dan uzaklaştırırlar. En iyisi şimdilik ona güzel bir hediye gönder, sonra uzman âlimleri yetiştir ve onları Japonya’ya gönder.

KERAMETLERİ

Şimdi de bu mücahidin kerametlerinden bahsetmek istiyorum. Onunla buluştuğumda Japonya ve uzak doğuda İslam davasını yaymak için gurbete katlanmamı teşvik ederdi ve ben bunu imkânsız görür, bu yolculuğa yetecek kadar malımın olmadığını, hanımımın hasta olduğunu söylerdim. O da belki hanımın vefat eder ve sen bu yolculuğa çıkarsın, dedi. Aynen dediği gibi birkaç gün geçmeden hanımım vefat etti ve böylece ilk kerametine şahit oldum. Bir gün İstanbul'a Rus siyasetçilerinden büyük bir adam geldi. Niyeti Mekke’ye hacca gitmekmiş. Üstat, “Bunda bir şey var, onun durumunu takip et ve gördüğünü bana bildir” dedi. Ben de dakika dakika takip ettim. Adı da Abdülaziz idi. Fakat onda şüpheli bir duruma rastlamadım. Üstad, “O Butrasburg'a dönünceye kadar onu takip et” dedi.

Sonra Rus büyük adamlarına teslim etmek üzere bana bir kitap verdi. Ve bana dedi ki bu yolculuğunda ya çok güzel yaşarsın ya da ölürsün ben de ona uyup adama gittim. Onu İslam’a davet ettim. Hıristiyanların teslis ve yanlış inançlarını delillerle çürüten üstadın kitaplarından ona aktardım.

Yalnız adam çok uyanıktı. Bana bu sözler sana ait değildir. Muhakkak bir kitaptan okuyorsun bende evet dedim ve kitabı ona verdim. Kitap Rusçaydı, adam sevindi sonra yardımcısını çağırdı. Bana istediğim kadar para vermesini söyledi ve bu kitabı Sofya’da basmamı istedi. Ben çıkarken yardımcısı bana “dilediğini iste” dedi. “Ne kadar yeter?” dedim. “Ben bilmem, seninle onun arasında, sana niye para vermemi emrettiğini de bilmiyorum, fakat sen ne kadar istersen iste” dedi. Ben de, “Üç gün mühlet ver” dedim. Üçüncü gün yardımcısına döndüm ve üç bin Ruble istedim. “Otuz bin iste” dedi. “Ama üç bin yetiyor” dedim. “Sen Avrupa'da paranın kıymetini bilir misin?” dedi. Ben tekrar üç bin dedim, o da verdi ve paraya ihtiyacım olduğunda dilediğim bankadan bana bir tahvil verdi. Kitabı bastım ve kitaptan yüz adet ona gönderdim.

Bir kısmını da başka yere gönderdim. Rusya hükümeti bunu öğrenince arkamdan casuslar gönderdi. İstanbul'a ulaşınca Rus konsolosluğu beni yakaladı. Mahkeme için beni Rusya’ya gönderdi, (çünkü ben Rus vatandaşıydım.) Bu olay Hicri 1313 /Miladi 1895'te oldu. Cezaevine konulduğumda kendi kendime şöyle dedim. Bu da üstadın ikinci kerameti; “ya güzel yaşam ya da ölüm.”

Hapishanede iken Rusya Naziriye başkanı öldü ve onun yerine Esfina Berlik Miroski atandı. Onu önceden tanıyordum. Ona hapisten bir telgraf gönderdim. Fakat o beni çıkaramamıştı. İkinci gün hapishane müdürü bana geldi ve "Bu telgrafı sen mi gönderdin?" dedi, evet dedim ve Naziriye başkanını tanıdığımı söyledim. Üçüncü Gün tekrar yanıma geldi. Beraber çıktık ve hapishane elbiseleri ile Naziriye başkanının yanına gittik. Beni görünce hemen tanıdı. Ve "Bu ne haldir?" dedi. Başımdan geçeni anlattım. Kendime yeni elbise almam için 500 Ruble verdi, elbiselerimi alıp evime gittim. Beraber yemek yedik. Bir pasaport bulup nasıl Rusya'dan çıkabileceğimi düşünüyordum. Hanımına nerede kalabileceğimi sordum. Grand otele gittim, baktım ki bana bir oda ayrılmış. Yedi gün otelde kaldım. Yedinci günde otel sahibine borcumu sordu. Bana, “senin bir aylık ücretin peşin verilmiştir” dedi. Allah’a şükrettim ve sonra üstadıma döndüm. Bana, “İslam’ın kendi askerlerini nasıl koruduğuna şahit oldun mu?” dedi.

Sonra üçüncü kez davayı yaymak için Rusya'ya gittim. Tekrar 6 ay hapse atıldım. Fakat ben hapisten Japonya'ya kaçtım. Bu olayda Hicri 1323 / Miladi 1905'te oldu ve böylece üstadın kerameti ölümünden sonra meydana geldi. Japonya'da 8 ay kaldım. Bana saygı ve hürmet gösterildi. İslam davası için sultan Abdülhamid tarafından gönderildiğimi sanıyorlardı. Bunun sebebi de, Japonya'daki bir gazetenin benim hakkımda uzun bir makale yayınlamış olmasıydı. Benim Sultan Abdülhamid ve üstad Cemaleddin Afganî tarafından gönderildiğimi yazmıştı. Bunun neticesinde Dışişleri bakanı benden maaşlı olarak kalmamı istedi. Fakat İslamî bir devlet meydana getirmek olan üstadımın yolunu takip etme sevgim, beni İstanbul'a gitmeye sevk etti. Çünkü bu davayı Japonya'da yaymak için oradaki arkadaşları yanıma almam lazımdı. Fakat döndüğümde gördüm ki her şey değişmiş. Sultan Abdülhamit'in saltanatı sona ermişti.. Üstad Cemaleddin Afganî ile olan arkadaşlığım üç yıl altı ay kadar sürüdü. Bana çok güvenirdi ve hakkımda büyük bir hüsnü zannı vardı.

HASTALIĞI VE VEFATI

Cemalettin Afgani kanser hastalığına yakalanmıştı. Tedavi görüyordu, anacak amansız hastalığa yakalanmıştı. Bir gün yanına vardım. Eli ile işaret ederek beni yanına çağırdı, zar zor konuşuyordu. Eline bir kalem ve kâğıt aldı ve şöyle yazdı:

“Ey Allah’ım sen biliyorsun ki Peygamber efendimiz (s.a.v)’in son sözü ‘ümmeti ümmetim, ümmetim’ idi, ben de ‘milletim, milletim’ diyorum.”

İki saat sonra döndüğümde vefat etmişti. Tarih Hicri 1315/ Miladi 1897

Kardeşler,

İstanbul'dan çıktığımda sizinle buluşacağımı ve size üstad Cemaleddin Afganî’den bahsedeceğimi bilmiyordum. Onun için hac farizamı eda edip döndükten sonra İstanbul'daki çocuklarıma üstadın hayatını anlatan bazı yazılarını bana göndermelerini isteyeceğim. Hıristiyanlara reddiye olarak yazdığı o kitaptan da birkaç adet isteyeceğim. Umarım sizinle anlaşılır bir şekilde konuşmuşumdur. Çünkü 20 yıldır Arapça konuşmamıştım. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Bu makalenin orijinal nüshası şu dergide yayımlanmıştır: Müslüman Gençlik Derneği Konferanslarından Seçmeler, cilt 2, Müellifi: Muhibuddin el-Hatib, el-Matbaa es-Selefiyye, Sh. 20 ile 30 arası, Hicri 1349, Kahire.

                                               *******************************

CEMALEDDİN EFGANİ

Mehmet Akif Ersoy  17 Cemaziyelevvel 1328  
 
 
Doğunun yetiştirdiği fıtratların en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen merhum Cemaleddin Efgani’ye dair birkaç söz söylemek istiyorum. İçimizde merhumu görmeyen çoksa da zannederim işitmeyen, bilmeyen yoktur. Muhtemeldir ki sevgili okuyucularımız şu satırlarda Cemalaeddin’in özel hayatına, ilmi hayatına, siyasi hayatına ait malumat göreceklerini zannediyorlar. Hayır, öyle etraflı bir tercümeihali inşallah ileride yazarız. Benim bugün yapmak istediğim bir şey varsa o da hazretin pak hatırasına sürülmek istenilen bir lekeyi,bir bühtan pisliğini göstermek, onun mahiyetini nereden geldiğini tetkik etmektir.

Cemaleddin’in matbu, gayrimatbu birçok risaleleri, makaleleri, hitabeleri varsa da merhumun en büyük, en kalıcı eseri bence Mısır müftüsü Şeyh Muhammed Abduh’tur. Evet, Şinasi millete en muazzam hizmetini Namık Kemal’i yetiştirmek suretiyle yerine getirdiği gibi Cemaleddin de İslam âlemine en kıymetli bir yadigâr olarak merhum müftüyü bırakmıştır. Şeyh Muhammed Abduh ölmüş yüreklere gayret ruhu, şehamet ruhu üfleyen sihirli beyanı, o coşkun feyzi hangi kaynaktan alıyordu? Şüphesiz, büyük üstadı Cemaleddin’in düşüncelerinden.

Cemaleddin’in İstanbul’a birinci gelişi Ali Paşa’nın sadrazamlığına raslamıştır. Merhum Efganlılara mahsus o sevimli kıyafet içinde olarak Paşa’nın meclisine girer, en yüksek şeref mevkiini ihraz eder, kimsenin nail olamayacağı hürmeti görürdü. Bununla beraber Cemaleddin’i takdir eden yalnız Ali Paşa değildi. İstanbul’un bütün emirleri, vezirleri, büyükleri adetçe, kıyafetçe, dilce kendilerine bigane gelmesi icap eden bu zatın ilmine, diyanetine, âlicenaplığına hayran olmuşlardı.

Aradan altı ay kadar bir zaman geçince Cemaleddin Meclis-i Maarif azalığına tayin edildi. Bu memuriyetinde maarifin yaygınlaştırılması için düşündüğü vasıtaları pervasızca söyledi ki arkadaşları bunun görüşüne iştirak etmiyordu. Zamanın şeyhülislamı bulunan zat Cemaleddin’in fikirlerini özel menfaatine aykırı gördüğü için fena halde kızıyor, zavallıyı gözden düşürmek için vesile arıyordu.

1287 Ramazanında idi ki Darülfünun müdürü Tahsin Efendi (Mösyö Tahsin) merhum Şeyh’ten fenlerin ve sanatların teşviki yolunda bir konuşma istemişti. Cemaleddin, Türkçesinin o kadar kuvvetli olmadığını ileri sürerek mazur görülmesini rica etmişse de berikinin ısrarı üzerine muztar kalarak etraflı bir konuşma tertip etmiş, bununla beraber zemin ve zamana uygun olup olmadığını anlamak için önceden memleketin ileri gelenlerine göstermişti.

Darülfünun’un açılacağı gün Cemaleddin’in konuşmasını dinlemek için İstanbul’un emirleri, âlimleri, eşrafı kâmilen toplanmıştı. Şeyhülislam da cemaatin içinde bulunuyordu. Cemaleddin konuşma kürsüsüne çıkınca Şeyhülislam olanca dikkatini konuşmanın içinden kötüye yorulmaya müsait bir iki cümle hasretmişti.

Cemaleddin konuşmasında diyordu ki:
“Maişet-i insaniye bir bedeni zi-hayata benzer, sanai’in her biri, maişete olan medarı itibariyle, o bedenin bir uzvu mesabesindedir; mesela mülk tedbirin, iradenin merkezi olan dimağın aynıdır. Demircilik, kol; çiftçilik, ciğer; gemicilik, ayak gibidir…”

Cemaleddin bu gibi basit teşbihlerle bütün uzuvları saydıktan sonra şu neticeyi veriyordu:
“Saadet-i insaniyenin bünyesi, cismi bu suretle teşekkül eder. Cismin hayatı ise ruh ile kaim olmasına nazaran bu cismin, yani saadet-i beşeriyenin ruhu ya nübüvvet (pegamberlik)tir yahut hikmettir. Lakin bunlar, başka başka şeylerdir. Nübüvvet bir atâyı ilahîdir ki çalışmakla elde edilemez. Cenab-ı Hakk mahlukları arasından her kimi isterse bu feyze mazhar kılar: Allahu a’lemu haysü yec’alu risâlâtih (“Allah peygamberliklerini kime vereceğini daha iyi bilir.” Bk. En’am 6/124) Hikmete gelince bu imal-i fikr ile, iktisab-i malumat ile kazanılır. Sonra nebi hatadan masûmdur, halbuki hakîm hataya düşebilir. Bir de ahkâm-ı nübüvvet dâmen-i ismetilevs-i bâtılın hücûmundan münezzeh olan ilm-i ilâhî üzerine vârid olmuştur ki bunları kabul, imanın feraiz-i esasiyesindedendir. Hükemanın ârâsına gelince bunlara ittiba mütehattim olmayıp ancak şer-i ilâhîye muhalif olmamak şartıyla akla muvafık geleni kabul edebilir.”

İşte Cemaleddin’in nübüvvete ait olmak üzere söylediği sözler bundan ibarettir ki İslam âlimlerinin icmaıyla sabit olan hakikatte tamamıyla mutabık olduğu halde Şeyhülislam, merhumdan intikam almak için “Cemaleddin: ‘Nübüvvet bir sanattır.’ diyor.” şayiasını çıkardı, bunu teyit için de “nübüvveti sanatlara dair verdiği bir nutukta zikretti” dedi. Daha sonra camilerdeki vaizlere Şeyh’in aleyhinde yürümelerini emretti. Zavallı Cemaleddin aleyhindeki sözlerin sırf bühtandan ibaret olduğunu, hakikatin meydana çıkması için Şeyhülislam ile muhakeme edilmesi lazım geleceğini söylediyse de kimseye dinletemedi. Mesele gazetelerin ağzına düştü, bunların bir kısmı Şeyhülislam’ın bir kısmı da Şeyh’in lehinde idare-i kelâm etti.

Nihayet merhumun sevdiklerinden bir kısmı ona sabır ve sekinet tavsiye ettiler. Zaman bu gibi haksız şayiaları hükümden düşürür, hakikati meydana çıkarır dedilerse de dinî gayreti ilmi kadar yüksek olan Cemaleddin bir türlü duramadı. Her halükarda sükûn buluncaya kadar İstanbul’u terk ederek bilahare isterse yine dönmek şartıyla nefyi hakkında irade-i aliye çıktı. Zavallı Cemaleddin her manasıyla mazlum halde İstanbul’u terk ederek Mısır’a gitmeye mecbur oldu.

İşte merhumdan ne zaman bahsedilse “ilmine, faziletine, siyasetine söz yoksa da ne yazık ki mülhi (dinsiz) idi, nübüvvete inanmazdı” derler ki anlamadan, dinlemeden söylenen şu sözlerin nereden çıktığı görülüyor.
İki hassıyet eder bâtıl u hakkı temyiz
Biri tedkik-i haberdir,biri ta’mik-ı nazar


            ***                       ***                    ***

HASBİHAL
Ehmet Akif Ersoy 24 Cemaziyelevvel 1328

Geçen hafta merhum Cemaleddin Efgâni’ye dair birkaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnat edilmek istenilen dinsizliğin pek yanlış bir tevcih olduğunu göstermek idi. Ne yazık ki bu sefer de “Cemaleddin mülhid değildi, fakat Vehhabi idi.”iddiası ortaya sürülmeye başladı.

Acaba bu şayiayı çıkaranlar bir adamın alnına “Vehhabi” damgasını yapıştırmanın ne demek olduğunu biliyorlar mı?

Vehhabilik belirli bir mezhebin ismi olmakla beraber Arabistan’ın birçok yerlerinde dinsiz tanınan yahut öyle tanıtılmak istenen adamlara verilen bir pâyedir. Lehinde söylenen sözlere inanmamak, lâkin aleyhinde söylenenlere derhal iman etmek insanlarda cibilli bir özellik olduğu için meselâ ben bugün çıkar da Allah’tan korkmadan en akidesi pak bir adam hakkında “İyidir ama dinsiz olmasa!..” dersem az zaman sonra zavallıyı bütün aşiret halkı baştan başa mülhid tanır. Acaba bu adam ilhadı gerektirecek ne yapmış, ne söylemiş demeyi hatırlarına bile getirmezler!

Müslümanlıkta en güç bir şey varsa o da bir adama dinsiz payesini vermekten ibaret olduğu halde faziletini, irfanını, ikbalini, şöhretini çekemediğimiz yahut düşünme tarzını kendi meşrebimize uygun görmediğimiz kimseleri bu hasbi rütbe ile gözden düşürmek nedense bize pek kolay geliyor!

Lüzum-ı küfür başka, iltizam-ı küfür yine başka iken yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirine icab eden bir adamı yüzde bir ihtimalle kurtarmak üzerimize farz iken biz aksine binde bir zayıf ihtimalle yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz, gerideki dokuz yüz doksan dokuz iman ihtimalini nazara bile almıyoruz!

Arabistan’a gidin, en büyük adamları Vehhabi, Türkistan’a gelin Formason, Acemistan’a uğrayın dinsiz yahut Babi!

En garibi şurasıdır ki bütün İslam memleketlerinde bu unvan ile teşhir edilen adamların büyük bir kısmı Müslümanlığı müdafaa etmeye hayatını vakfetmiş olan ümmetin büyükleridir, milletin fedakârlarıdır!

Bir yabancı aramıza girse dese ki: Ey Müslüman cemaat, falan, falan, falan zatlar sizin en akledeniniz, en âliminiz, en fazlınız olduktan başka, millet evlatlarının saadetine çalışmış olmak itibariyle iyilikseveriniz, en hamiyetlinizdir. Siz bunları Vehhabilikle, masonlukla itham ediyorsunuz, yani Müslümanlıktan çıkarıyorsunuz. Demek sizin dininiz akılla, ilimle, faziletle, hamiyetle kabil-i telif olmayacak! Bu söze karşı ne diyebileceğiz?

Bugün Mısır memleketinde İslam’ın menfaatlerini müdafaa eden ne kadar hamiyetli kalem varsa hepsi Cemaleddin’in terbiyesi sayesinde yetişmiştir. Tevhid dünyasına binlerce muharrir el, binlerce mütefekkir dimağ hediye eden Cemaleddin, Vehhabî olabilir mi?

Merhumu ne Afganistan’da ne Hindistan’da ne Avrupa’da ne Osmanlı toprağında rahat bırakmadılar, hiçbir yerde oturtmadılar. Cemaleddin Müslüman âleminde hakiki, sermedi bir uyanış başlatmak gayesine matuf olan hamiyetinde kısıtlama yapsaydı, bu siyasetine azıcık fasıla verseydi, dünyanın her yerinde şerefiyle mütenasip bir debdebe içinde yaşayabilirdi. Fakat o koca adam, hamiyetini yüksek maksadı uğrunda zamanın her türlü musibetlerine göğüs gerdi; başkalarının zorunlu olarak dayanamayacağı mahrumiyetlere, ümitsizliklere o kendi tercihiyle katlandı. Kemal’in tabirine göre o, yaşayan bir şehit idi:

Ne devlettir şehid-i zî-hayat olmak bu dünyada!

Cemaleddin hakkında söylenen Vehhabilik Şeyh Muhammed Abduh için de esirgenmiyor. İki senedir Sırat-ı Müstakim’in sayfalarında merhumun eserlerini görüp duruyoruz. Allah için söyleyelim, hangi manasına alınırsa alınsın, Vehhabiliği okşar bir cümlesi, bir makalesi görüldü mü? Bazıları “Şeyhin zühdü ilmi nisbetinde değildir.” derler. Olabilir. Lakin acaba merhum bütün hayatını itikâfla, nafile ibadetlerle geçireydi İslâm âlemi için daha faydalı mı olacaktı? Mösyö Hanoto’ya karşı çıkıp da Mağrib’deki milyonlarca Müslüman’ın haklarını müdafaa etmek, öyle zannederim ki asırlarca nafile ibadet etmekten daha sevaptır.

Bilmez misiniz Hz. Ömer tabiûndan Ebu Kılabe’ye, “Bence seni evlat ve iyalin için nafaka tedarikiyle meşgul görmek, böyle mescit köşelerinde itikâf halinde görmekten daha hayırlıdır.” demiş. Düşünmeli ki Ebu Kılabe nihayet üç beş kişiden ibaret ailesine yiyecek bulacaktı. Abduh ise üç yüz milyonluk bir ailenin hayatı için çalışmak mecburiyetinde idi!

İşte bugün bir Cemaleddin’i bir Muhammed Abduh’u yok! İslâm dünyası hakikaten kimsesiz, cidden garip. Biz bu gibi ümmetin büyüklerini rahmetle, hürmetle anmalıyız ki geriden gelenler aramızda tatlı bir hatıra bırakabilmek ümidinden mahrum kalarak mücahededen vazgeçmesinler.

Üç beş sene önce bir Frenk bana demişti ki: “Fen ve sanat erbabının kıymetini takdir edemiyorsunuz, mazursunuz; lakin çalışma ve hizmet erbabını takdir etmiyorsunuz! İşte bu kabahatiniz, affedilmez…” “Ey akıl sahipleri, ibret alınız!” (Haşr 59/2)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası