Kadim Bir Sorun:

Halk ve Yönetenler Çelişki ve Çatışması -3-


Meşruiyet Ölçüsü ve Sorumluluk


            Önceki iki bölümde Resulullah’ın risaletinin bir parçası ve dolayısıyla tamamen masumiyyet içeren yöneticiliği ve yönetim şeklinin Müslümanlar açısından bir model değil ancak örnek alınması gereken bir durum olduğu üzerinde durulmuş, ancak bu iddiamız; müşkil bir durumu tam olarak ifade edebilme zaafından da kaynaklandığını zannettiğimiz yanlış anlamalara yada tam olarak anlaşılamama gibi bir  durum oluşturduğu anlaşılmaktadır. Elbetteki Resulullah’ın hayatının her vechi mü’minler için  örnek alınması gereken  bir husustur. O’nun sav bir şeye nasıl baktığı, niçin yaptığı, nasıl yorumladığı bizim için bağlayıcılığı olan bir konudur. Biz  “model olamaz” derken  Resulullah’ın “yönetim şekline” bunu hasrediyor ve aynen Resulullah’ın  hak ve görevlerini ve O’na karşı ümmetin (Mü’minlerin)  yükümlülüklerini kasdederek, “Halifelere” ayni yetki,hak  ve sorumluluğun devredilemeyeceğini kasdediyoruz.Resulullah’ın sav Risaletinin bir parçası olan “Yöneticiliği” elbetteki örnek alınır ancak, tıpkısı bir rol çıkartılamaz. Resulullahın;namaz, oruç,hacc v.d. ibadetlerinin  örnek alınmasından farklı sonuçlara haizdir buradaki.Yöneticilik dışındaki ibadi ahlaki örnekliğinde Kişi yapabildiği kadar, az yada çok yapabildiği ölçüde  sevabını alır.Ancak Yöneticilik farklıdır.Burada en küçük bir sapma halka zulüm,baskı,aşağılama, istismar olarak yansır.Bu nedenledirki Resulullah kendinden sonra kimin “Yönetici” olması gerekeni  işaret edip tayin etmemiştir. Bunu halka,ümmete bırakmıştır. Ancak Yöneticinin hususiyetlerini ve seçilme ve yönetim ilkelerini vazederek! Zaten Eba Bekir ve Ömer ile  o günkü mü’minler bu farkı görerek, halktan beyat istemişler yada Ömer’in  hutbede “sırat ı mustakıymden saparsam ne yaparsınız?” sorusuna “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz ya emiralmü’miniyn!” cevabı ve buna karşılık  Ömer ra “Elhamdulillah!” buyurarak memnuniyetini belirtmesi bu anlama gelmektedir. Zira tekraren belirtmeliyim ki; Resulullah’ın tüm dini,sosyal,siyasal,bireysel eylemleri,düşünce ve tavırları örnek alınmasında hiçbir rezervim olamaz. Söylediğim, resulullah’ın risaletinin bir parçası olan yönetim şekli, usul ve esasları; model,şablon ve  taklit edilerek adeta rol çalınmasını ifade etmektedir. Burada, muhterem Ahmed Kalkan Hocama, olumlu eleştirilerinden dolayı teşekkür ettiğimi belirtmek isterim.
Konuyla ilgili olarak prof. Raşid Küçük;” Hz. Peygamber'in örnekliği açısından da büyük önem ifade eden bu konu ile ilgili olarak, muhakkik ulemânın kanaati, Rasûl-i Ekrem'in her davranışının vücûbiyet veya mendûbiyete hamlolunamayacağı, sadece mübahlık ifade ettiği yönündedir. Çünkü Hz. Peygamber mubah, mendub ve vâcib olan bir fiili işler; fakat haram kılınmış günah fiilleri asla işlemez. Şayet sehiv eseri olarak küçük günahlardan olan bir fiil işlerse, o hal üzere bırakılmayıp, davranışlarının delil alınması iptal olmasın diye, Cenâb-ı Hak tarafından hatası açıklanır. Rasûlullah'ın işlediği bir fiile bakılır, karîneler o fiilin ALLAH'a yakınlık maksadıyla yapılan bir iş olduğuna delâlet ediyorsa ona ittiba olunur, aksi takdirde ittiba müstehap olmaz. Yaptığı iş mubah cinsinden bir şey ise dileyen uyar, dileyen uymaz. Örneklik, ittiba olunması farz/vâcib sayılan konularda olduğu kadar, mübahlık ifade eden alanlarda da söz konusudur.” Şeklinde bir açıklama yapmaktadır. Yani Resulullah dışındaki her yönetici  günah işleme,zulme düşme, adaletsizlik yapma gibi eksiklik ve potansiyel taşımaktadır ve daha da önemlisi bunları işlerken yada işledikten sonra Allah tarafından uyarılma gibi bir ayrıcalığı bulunmamaktadır. Tarihte olan budur. Hiçbir yönetici Yezid bin Muaviye’de dahil olmak üzere, Kur’an ve Sünneti inkar ederek zulmetmiş değillerdir. Hepsi de Ku’ran’ı ve Sünneti delil  getirerek ama kasıtlı yada kasıtsız yanlış tevil ve tefsirle cürümlerini işlemişlerdir.. Dolayısıyla buna  meydan vermemek için yönetimin denetlenmesi yetkisi ve bunun için gerekli siyasi gücü;  ümmetin uhdesinde olması gerekir. Bu esaslar dahilinde yapılacak düzenlemeler; siyasal sistemi  Halk iktidarı modeline götürecektir. Aksi durum  ise keyfi,zorba,hukuksuz bir yönetim olan despotizme yol açacaktır. Halkın kaderi; bir kişinin yada üç beş kişiden oluşan ehli’l hal vel akd denilen ki, ordu komutanı olması nedeniyle Halife’nin vesayeti altında olacağı kesin bir yapıya terk edilemeyecek kadar önemlidir. Resulullah hakkındaki şu rivayeti herkes duymuştur: Peygamber Efendimiz, vefatından birkaç gün önce ashabına buyurdular ki:
— Benim üzerimde kimin hakkı varsa gelsin, hakkını benden alsın ve helâlleşelim!
O anda Ukâşe isimli bir sahabe, hemen ayağa kalkarak dedi M:
— Yâ Resûlallah! Siz bana bir gün şöyle elinizle vurmuştunuz. Ben o hakkımı sizden istiyorum!
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
— Gel yâ Ukâşe! Hakkını benden al!
O anda bütün Eshâb-ı kiram hayretle Hazret-i Ukâşe'ye bakıyorlardı. Hazreti Ukâşe, Resûlullah efendimizin yanına giderek dedi ki:
— Yâ Resûlallah! Siz bana gömleksiz olarak sırtıma vurmuştunuz.
Hemen Resûlullah Efendimiz gömleğini sıyırıp buyurdu ki:
— Vur, yâ Ukâşe!
Sevgili peygamberimizin aşkıyla yanan Hazret-i Ukâşe hemen Peygamber Efendimizin mübarek sırtındaki "Nübüvvet (Peygamberlik) Mührü" nü gayet nazikçe öptü ve dedi ki:
— Yâ Resûlallah! İşte, benim maksadım bu idi.
 Böyle bir davranışı Allah’ın elçilerinden başka kim; gelmiş geçmiş hangi Halife, yöneticilerden,siyaset adamlarından kaç kişi yapabilir yada  yapabilmiştir? Söylediğimiz budur. Konumuza dönecek olursak;????: Tevbe ~ Tevbe Edenler'in Sitesi !! http://www.tevbe.org/forum//showthread.php?p=264871

            İlk üç Halifenin (Osman’ın ilk dönemini de dikkate alırsak) Raşid Halifeler döneminde Hilafetin meşruiyeti Halkın onayı yani Biatı ile dir. Buna azami dikkat edilmiştir. Aksi durum yani biatsiz bir yönetim halifeyi gasıp durumuna düşürür. Bu nedenle biat konusu neredeyse yönetimin yegâne meşruiyet ölçüsü görülmüştür. Ebu Bekr’in üç gün üst üste “beni azledin” demesi, bu konunun önemine binaen gösterdiği hassasiyettir. Hilafetin saltanata dönüşmesi ile meşruiyet halkın desteğinden kaderci bir söyleme dönüştü. Ziyâd b. Ebîh, ‘el-Betrâ’ di­ye meşhur olan hutbesinde, konuyla ilgili olarak; “Ey insanlar! Biz sizin yöneticileriniz olduk, Allah’ın bize verdiği güçle sizi yönetmeye devam ediyo­ruz...” demektedir. Mu’âviye, oğlu Yezîd’in veliaht olarak tayinine muhalefet edenlere karşı şöyle demiştir; “Yezîd’in durumu Al­lah’ın takdiridir, kulların kendi işlerinde seçim hakları yoktur.” Yani Halifelik Tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak nitelendirilmeye dolayısıyla halkın buna hiçbir itiraz edemeyeceği bir düzleme indirgendi ve Allah’ın bir kaderi, takdiri olarak halka dayatıldı. Muaviye’nin; “..Kulların kendi ilerinde seçim hakkı yoktur!”  sözü, sünni devlet anlayışında “nas” haline getirilmiştir. Sadece Sünni anlayıştamı!? Bu günkü Velayeti Fakih anlayışında da bu böyledir. Halk “kuldur” ve itiraz,seçim  hakkı yoktur! Bugün bu anlayışın ağır faturası ile karşı karşıyadır Ümmet!  Aslında bu anlayış Osman’ın son dönemlerinde kendisi tarafından  muhaliflere karşı dillendirdiği bir durumdur. Abbasilerin kurucusu Ebû Ca’fer el-Mansûr hutbesinde şöyle demişti; “Ey insanlar! Ben Al­lah’ın yeryüzündeki otoritesiyim, onun tevfiki ve desteğiyle sizi yönetiyorum, O’nun malının bekçisiyim, O’nun arzusu ve irade­siyle o malda tasarrufta bulunuyorum ve O’nun izniyle o malı ve­riyorum...” diyerek meşruiyetini; Allah’ın yeryüzündeki otoritesi/Gölgesi olma ve Allah’ın takdiri ile bu işin böyle cereyan ettiği iddiasına bağlamıştır. Bu her iki meşruiyet algısı istibdada ve totalitarizme açık hatta teşvik eden bir anlayıştır. Halkın sürüleştirilmesini getirmiştir. Muhalefet etme biryana konuşmaya bile korkan bir ahali haline getirilen bir toplum; din adına istismara, istibdada, istikbara açık hale getirilmiş demektir.
            Sultanlığın başlamasıyla yönetim alanında derin kırılmalar yaşandı. Bu kırılmaların zalim sultanların uydurma rivayetleri teşvik ve organize etmesiyle yaşandığı bilinen ve böyle olması da gayet doğal bir gelişmedir. Fıkhın genel istikametinde bu uydurma hadislerin adalet ve zulümle ilgili Kur’an Hükümlerinin önüne geçirilmesi ya da ilgili ayetlerin bu uydurmalara göre tefsir edilmesi şeklinde olmuştur. Sahihi Müslim de yer alan ve Huzeyfe bin  el-Yeman’dan nakledilen şu rivayet ilginçtir;” Benden sonra benim hidayetimle hareket etmeyen, sünnetimi takip etmeyen hükümdarlar gelecektir. Aralarında kalpleri insan bedenine bürünmüş şeytanların kalpleri gibi olanlar bulunacaktır.’Ya Resulullah öyle bir zamana yetişirsem ne yapayım?’  Buyurdu ki;’ Hükümdarın buyruğunu dinle ve itaat et. Sırtını kamçılasa, malını gasp etse dahi dinleyip itaat et!”  Oysa bu ve bunun gibi rivayetlerin karşısında itaati değil, başkaldırı ve mücadeleyi emreden rivayetler ve Allah’ın Kur’andaki hükümleri göz ardı edilerek fıkıh bu tür rivayetler üzerinde tasarlanmış ve dizayn edilmiştir. Bilerek “Gasp” cürümünde hükümdarlar lehine fıkıhta bir istisna ve muafiyet alanı oluşturuldu. Ayni gasp fiilini işleyen gaasıb sıradan bir şaki olduğunda; ona ölüm pahasına karşı durulması, bu uğurda ölümün şahadet olduğu anlayışına karşılık, ayni cürümü işleyenin sultan olması durumunda itaatin emredilmesi ve fıkhında bu yönde dizaynı, adalet ve zulüm anlayışında bir muğlaklığa sebebiyet vermiştir. Her çoban artık sürüsüne karşı zulümle adalet arasında keyfi bir yol tutturmaya başlamıştır. Oluşturulan hilafet ve Saltanat fıkhı; despotizmi ve istibdadı meşrulaştırmıştır, bu da halkın köleleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu gün Halkı Müslüman olan Ülkelerde hala daha totaliter rejimlerin hayatiyetlerini devam ettiriyor olmasının altında, Halkların din anlayışlarındaki bu evirilmenin etkisinin büyük olduğu aşikârdır. Öyle ki bu gün Müslüman halkların din karşıtı seküler rejimlere boyun eğmelerinin ve hatta dini vecibelerini terke zorlayan (Başörtüsü yasağı gibi) uygulamalara karşı tepkisizliğin temelinde, zalim yöneticilere karşı itaati emreden fıkıh anlayışıyla beslenen kültürün varlığı yadsınamaz.
            “Unutmayın ki, hepiniz birer çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz: İnsanların başındaki idareci bir çobandır ve güttüğü sürüden sorumludur. Erkek, ev halkının çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evi ve çocuklarının çobanıdır ve onlardan sorumludur. Köle (esir), efendisinin malının çobanı olup o da onlardan sorumludur. Unutmayın, hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.”[1]  Burada dikkat edilmesi gereken husus, toplumda tek bir kişiye çobanlığın verilmemiş olması, sorumluluğun her bir ferde dağıtılmış olmasıdır. Gücü ve etkisi nispetinde her bir fert eli altındakinden sorumludur. Ki bu o günkü toplumsal yapının Müslim ya da gayrimüslim fark etmez siyasi, sosyolojik gerçekliğine uygun ama daha ileri bir toplumsal modele işaret etmektedir. O günün dünyasında Tanrı Kâinatın Çobanı olarak nitelendirilirken, sultan/kral da toplumun Çobanıdır. Toplum bir sürü olarak görülürken Kral/Sultan tek yetkili ve sorumlu çoban durumundadır. Halifenin “Tanrının gölgesi” yakıştırması buradan gelmektedir. İslam bu sosyal ve siyasi anlayışı revize ederek herkesi etkisi oranında çoban kılmıştır. Sorumluluğu paylaştırmış, bireyi eşya olmaktan çıkartmış, özne haline getirmiştir. Ailesinden, mahallesinden, aşiretinden sorumlu olan bireyler elbette ki toplumsal sorumluluklardan izole edilemez. Halifenin yetkileri, sorumlulukları, görev süresi, yargılanması, azledilmesi, belli bir süreliğine seçilmesi, halkın biatini geri alması durumunda görevlendirmenin düşmesi v.b. hususların anayasal bir düzenlemeye tabi tutulamaması nedeniyle Rasulullah’tan kısa bir zaman sonra hilafet saltana dönüşmüştür.
           

Siyaset ve Yönetim Şekli Dinamiktir


Devlet ve halkın yönetimi yani siyaset;dinamik yani hareketli, her an değişebilen,akıcı mahiyette dünyaya ait işlerdir. İslam bu alana güçlü bir vurguyla Adalet/Kıst,şura,hikmet,öğüt, dinde zorlama yoktur v.b.  prensip ve ilkelerini koymuştur. Yönetim/siyaset konusuna;  “Siz dünya iş­lerinizi daha iyi bilirsiniz.” Hadisiyle açılım getirmek gerektiği ortadadır. İslamın vazettiği ilkeler ve prensipler çerçevesinde müslüman halk kendi yönetim şeklini, mevcut şartlar, örnekler ve siyaset bilimi ile oluşturacaktır. Hz. Ebû Bekir, kendisine biat edildiğinde bunu vurgulamış ve şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ben sizin hayırlınız olmadığım hâlde başınıza geçtim. Eğer benim doğru yaptığımı görürseniz destek olun, yanlış yaptığımı görürseniz düzeltin.”  ‘Nasılsanız öylece yönetilirsiniz’ ilahı mesajının anlamı, yönetim konusu halka aittir anlamındadır. Ma’rufta birleşirseniz marufa muhatap olursunuz. Hilekârlık, arsızlık, istismar peşinde koşan bir toplumsanız istismara muhatap olursunuz. İyiler iyileri tercih eder. Kötülerde kötüleri. Bu açıdan toplum yönetiminin, yasama ve yürütmeye yetkili meclislerin Halk tarafından seçilmesi ilahi mesaja da uygundur. Dinde zorlamanın olmaması, nasılsanız öyle yönetilmek, dünya işlerini halkın daha iyi bilmesi halk iradesinin önemine işaret olarak yorumlanmalıdır. Kaldı ki bir halkın yönetimi öncelikle kendisine ait bir haktır. Halkın/Nas’ın Rabbi, Meliki, İlahı ancak Allah’tır. Allah halkı din konusunda bile özgür bırakmışken ve özgür iradesiyle Davete icabet etmesini murad etmişken, yönetim ve siyasa konusunda halkın; din adamlarının vesayeti, yöneticilerin otoritesi ve hâkimiyeti altına girmesi düşünülemez. Velev ki yöneticiler Allah adına hükmettiklerini iddia etsinler. Burada Yahudi hahamların israiloğullarına rablik rolüne soyunmaları hatırlanmalıdır.

            İslam’daki Yönetim tarzı ile ilgili davranışlar hukuki naslardan ziyade ahlaki temellere oturan kural ve davranışlardır. Hilafet modeli Kur’andan ve Rasulullah’ın tavsiyelerinden neşet etmiş bir yönetim şekli değildir. Böyle olsaydı, alelacele Beni Saide sakifesinde toplanılmaz ve yönetime kimin, nasıl ve ne şekilde geleceği tartışılmazdı. Zira Kur’anda ve Resulün emir ve tavsiyelerinden ne yapılacağı bilinirdi.Tartışmaya hiç gerek kalınmadan  bir saat içinde halife seçilirdi. Dargınlıklar yaşanmazdı. Demek ki Rasulullah’tan sonra oluşturulan yönetim şekli, Müslümanların zannı, akli ve tarihi, sosyal tecrübelerinden, birikimlerinden çıkarttıkları bir sonuçtur. Hatta Ensar’ın ve Muhacir’in yönetim/siyaset ile ilgili mülahazaları çoğunlukla İslam öncesinden gelen ve halen toplumun hafızasında saklı kalan kabileci anlayışlarına istinat ettiği bir gerçektir. Yönetimin Kureyş’ten olup olmaması ile ilgili tartışma bunu göstermektedir. Hatta Kureyş’ten olmak bile yetmiyordu Haşimi ya da Ümeyyeoğullarından olmak gerekiyordu ki bu da eski cahiliye dönemindeki töreler gereği idi. Nitekim Ebu Bekr’in Halife olmasına Ebu Sufyan’nın itirazı buna dayanmaktaydı. Bu anlayışın Kur’an ve Sünnete istinat ettiğini söylemek, Osmanlı Hilafet’ini batıl kılacağı anlamına gelmektedir. Oysaki öyle olmamış Osmanlı hilafeti Hilafet tarihinin en iyi örnekliğinden birini sunmuştur. Bununla birlikte insan onurunu ezen bir yapıya sahip olduğu da bilinen bir konudur. Halkın kul, padişahlarında Allah’ın yeryüzündeki gölgeleri olduğu bir anlayış, eşrefi mahlûkat, insanın Allah’ın Halifesi olarak yaratılış hakikatine ve meleklerin Âdem’e secde etme gerçeği ile çelişmektedir. Dolayısıyla Rasulullah sonrası dönemde yönetim/siyaset alanındaki uygulama ve anlayışların icma kapsamına alınarak vazgeçilemez, değiştirilemez, sorgulanamaz bir konuma getirilmesi, naslaştırılması; Allah’ın hükümlerinin yanına bir başka hüküm ihdas etmek anlamına geldiğini göstermektedir. Ki bu durum; İslam Milletinin Kur’an ve Nebevi Sünnet gibi iki değerli hazineye sahip olmasına rağmen özgün bir sosyo ekonomik, politik bir İslam sistemi/Nizamı ortaya koyamamasına sebep olmuştur. Zaten bu anlayışın batıl olduğu İslam Âleminin bu günkü halinden belli değilmidir? Bu durum yani Rasulullah’tan sonra ümmetin zanni/içtihadi çıkarımlarının daha sonraki kuşakta naslaştırılması hatası öyle bir olumsuz etki yapmıştır ki bu gün Müslümanlar hala bu hatalı anlayışın sıkıntısını yaşamaktadır.  Yönetim ve yönetim anlayışı; adalet, kıst, taqva, özgürlük, eşitlik, ma’ruf, güzel ahlak, isar v.b. ahlaki ilkeler üzerine bina edilemedi. Toplumların tarihi seyri içinde teşekkül etmiş tecrübeleri, siyaset bilimi, İslam’ın ilkeleri ile en uygun yönetim şeklini kurmaya toplumun yetkili olduğu gerçeği anlaşılamadı. Allah’ın yeme içme gibi fıtrı ameliyede sadece ilke ve yasakları koyması gibi yönetim ve siyaset alanında da genel ilkeler ve yasaklar koyduğu gerçeği görülemedi. Hala da görülememektedir. Bu ilkelere bağlı kalmak kaydıyla ortaya koyulan yönetimin adının demokrasi[2],cumhuriyet, kırallık, hilafet v.s olmasının çok da önemli olmadığı halen daha anlaşılabilmiş değil. Demokrasi derken kastettiğimizin a dan z ye Batıdaki sosyo ekonomik kültürel, politik yaşam tarzı ve onun gerisindeki felsefi, ideolojik yapı olmadığı izahtan varestedir. Yönetimin Halk İradesine bağlı olması, halkın seçimi ile yönetimin/İktidarın belirlenmesi, iktidarı denetleyen bir parlamentonun ve Yüksek Yargının olması, muhalefetin iktidarı özgürce denetlemesi, eleştirmesi, belirli dönemlerde halkın iradesine anayasa gereği müracaat edilmesi, hukukun ve nizamın üstünlüğü, insan haklarına riayet, hak arama yollarının serbestliğini kasteddiğimizin anlaşılması lazımdır. Yoksa Batının süfli hayat felsefesinin ve pratiğinin kastedilmediğinin altını çizmek gerekir.

            Kim ne derse desin ülkelerin ve toplumların sosyo ekonomik, tarihi, kültürel, siyasi yapıları birbirinden farklılıklar arzetmektedir.  Bu farklılıklar tüm İslam Ülkelerinde sorunların çözümünde ve bir İslam toplumu oluşturmada ayni sosyal/ideolojik reçeteye izin vermemekte/Vermeyeceği açıktır. Dolayısıyla İslam’ın sabitelerinden/İlkelerinden hareketle, her ülke ve toplum için farklı reçeteler sunulması kaçınılmazdır. Bu farklılıklar zannidir, aklidir ve içtihadidir. Bu itibarla bu reçeteler kabul edileceği gibi red de edilebilir. Eleştirilib değiştirilebilir. Denenib işlemeyen yanlarına takviyeler,tesviyelerde bulunulabilinir. İslam’da muhalefet yoktur anlayışı bu açıdan da batıldır. Tarihten bu güne kadar, iktidardakilerin zanni ve akli tasarruflarına karşı çıkan muhalefeti dini gerekçeler öne sürerek susturması kabul edilir bir durum değildir. Resulullah’a ashabın;” Bu vahiymidir ya Resulullah!” diye buyurmaları muhalefetin meşruiyetine delil niteliğindedir. Aksi durumun dini istismardan başka bir anlamı da bulunmamaktadır. Unutulmamalıdır ki, dört Halife ile tanımlanan Hilafetle Saltanatı birbirinden ayıran üç unsur vardır; 1- Adalet/Meşruiyet 2- Hilafeti belirleyen akil adamlar meclisi/Şura. 3- Halkın beğenmesi/ Kamuoyu desteği. Bu üç unsur sadece hilafetle saltanatı birbirinden ayıran beyyine değil İslam’ın öngördüğü bir yönetim şeklinin üç ana unsurudur. Bu unsurların, toplumdan topluma ve zamanın gerekliliklerine göre düzenleneceği tabiidir.

            Laisizmin Batıda bir zaruretten doğup doğmadığı İslam dünyasını çokta ilgilendirmiyor. Devletin insanların bedenine, Kiliseninse halkın ruhuna egemen olmasına karşın Batıda neşvünema bulan laikliğin, Müslüman toplumlarda bu denli hararetle savunuluyor olmasının hiçbir bilimsel temeli bulunmamaktadır. Zira, “ dinde zorlama yoktur”  İlahi Hükmü ve Nebevi Sünnet ile 1400 yıllık İslam toplumlarının tarihi tecrübesi ile sabittir ki, karşılıklı saygı ve hoşgörü içinde herkesin hak ve yükümlülüklerine uyması durumunda, İslam’ın toplumların dini inanç ve felsefeler ile inanç ve ameli pratiklerini teminat altına aldığı tüm açıklığı ile görülmektedir. İslam toplumlarındaki hoşgörü ve insani uygulamalar (Komşuluk gibi) Batı toplumlarında görülen dinsel bağnazlıkların, kilisenin tahakkümünün İslam topraklarında en azından 600 yıllık Osmanlıda görülmediğidir. Müslüman toplumlar dini merkezlerden değil, sultanlar ve bürokrasi gibi seküler siyasi güc merkezlerinden eziyet görmüşler, dışlanmışlar ve istismar edilmişlerdir. İslam tarihi boyuncada halka eziyet eden siyasi otorite dini bir otorite değil, madalyonun arkasına baktığınızda tam bir seküler otorite olduğu anlaşılmaktadır. Seküler bir yapıya “hilafet” isminin giydirilmesinden başka bir  dini yönü yoktur. Bir kısım dini ritüellerin varlığı esasa müteallik değil makyaj olarak nitelendirilecek husulardır.
             Son olarak batı medeniyeti ve demokrasi deneyimi ile ilgili olarak merhum Şehid  Seyyid Kutup’un değerlendirmelerini zikretmeden geçmek olmaz. Zira bu değerlendirmeler dikkate değerdir. Şimdi bu uygarlığa ilişkin yargımız ne olacaktır? Uygarlığın zirvesine ulaşan ülkelerde yıkılışa doğru yönelen, insanlık için en büyük tehlike oluşturan, çılgınlık, ahlaksızlık, sapıklık ve psikolojik her türlü hastalığa ortam hazırlayan bu uygarlık hakkında yargımız ne olacaktır?
Hakkında idam kararı mı vereceğiz? Doğrusu, suça ve onun şartlarına eşit bir hüküm! Başta Alexis Carrel olmak üzere feryat ve imdat çığlıkları atan Batılıların bu uygarlık hakkındaki yargısı budur.
Fakat hemen belirtelim ki bu uygarlık hakkında idam kararı vermek, insanlık için en iyi çözüm değildir. Her şeyden önce bu sanayi uygarlığı hakkında idam kararı vermeye yetkili değiliz. Çünkü bu uygarlık insanlığın tarihinde yeri ve önemi olan doğal bir üründür. Bu dünyaya başka gezegenden gelmediği gibi rasgele ve kendiliğinden de ortaya çıkmış değildir. O halde, bu uygarlık, tarihin uygun bir zamanında insanlığın doğal bir ihtiyacını karşılamak için ortaya çıkmış, kökleri derinlerde olan bir uygarlıktır. Bu nedenle idam kararına layık değildir. İnsanlığa karşı işlediği bu kadar korkunç cinayetler nedeniyle hakkında idam kararı versek bile, bu kararı kabul etmeyecektir.” Görülmektedir ki Seyyid Kutup Batı Medeniyetine önemli rezervler koymakla birlikte onu toptancı bir yaklaşımla üzerini çizme taraftarı değildir. Bu yapılsa bile bunun bir anlamı ve faydasının olmayacağının altını çizmektedir.  Ya demokrasi ile ilgili görüşleri? Seyyid Kutup bu konuda ise,  Yoldaki İşaretleri bir manifesto olarak kabul eden  bazı aşırı  takipçilerinin aksine  farklı düşünmektedir. O demokrasiyi ‘şirk’ ve ‘Cahiliye’ olarak değil, geri kalmış İslam toplumları için reform ve bilinçlenmeden sonra müspet etki yapacak bir araç olarak görmektedir: "karnını doyurmak için çöp bidonlarından topladığı yemek artıklarındaki kurtçukların bağırsaklarını kemirdiği insanların kol gezdiği bir topluma Demokrasi gelse ne olur, gelmese ne olur, çünkü böyle bir toplumda zenginler, ağalar, paşalar, seçkinler, güçlüler vd. bunlara gidecek ve oylarını rüşvetle, aldatma ile, tehdit ve korkutma ile, yalan dolanla alacak ve parlamentoya gidecek, tekrar tekrar seçilmeleri için de yasaları çıkarları doğrultusunda oluşturup çıkaracak ve çıkarlarına hizmet eden bu çark böyle dönmeye devam edecek" diyerek fakirlik, açlık, yoksulluk, bilinçsizlik ve eğitimsizliğin egemen olduğu bir vasatta ‘seçim’ sisteminin işe yaramayacağı görüşündedir. Totalitarizm, istibdat ve despotizmin yarattığı ayrıcalıkları, korku ve baskıları, aldatma ve istismarları olumsuzlamaktadır. Elbette ki Merhum Şehid’in görüşleri önemlidir ancak nas olmadığı da açıktır.
H   u   l   a   s   a

            Tarih boyunca bilinen ve günümüzde de devam ede gelen totaliter sistemlerde yönetimdekileri değiştirmek asla Halkın elinde olmamıştır.Buna hilafet yönetimleri de dahildir.İktidardakiler ilelebed saltanatlarını devam ettirme azmi ve gayreti içindedirler. Bunun için her türlü gayrimeşru yolu hoyratça kullanmakta bir beis de görmemişlerdir. Kimsenin de bu diktatör bayları sorgulayacak, hizaya çekecek, iktidardan alacak güç ve yetkisi de yoktur. İslam Dünyasındaki halkların “el Kifaye” ‘yeter artık’ Hareketine karşı despotların insanlık dışı uygulamaları, aşırı şiddet kullanmaları, büyük can ve mal kaybına sebebiyet vermeleri malumdur. Birde böylesi insanlık dışı yönetimlere dini kılıf giydirildi mi, artık vay haline o halkın!  Sorulacak soru şudur: Halkın tepesinde kılıç ve sopa ile korkutan ve pusturan, ve böylece istismar ederek yoksulluğu ve geriliği kader olarak giydiren bir sistem; hangi akli ve nakli delillerle meşru görülebilmektedir. Adı ne olursa olsun velev ki “Hilafet” olsun, Suudi Arabistan’daki gibi bir rejim Müslüman Halkların gözünde meşru olabilir mi? Halkı ve ülkeyi, zenginlikleriyle birlikte özel mülkü haline getirerek, insan onurunu ezen sistemler nasıl meşru olabilir? Halkın seçtiği, seçip denetlediği belli bir süre sonra iktidardan aldığı, anayasal parlamenter sistemlerle böylesi sistemler nasıl mukayese edilebilir. Anayasal parlamenter sistemlerle idare edilen ülkelerdeki yöneten ve yönetilen ilişkileri ile totaliter istibdat rejimleri altında yaşayan halkların durumu mukayese edildiğinde görülecek devasa fark nasıl görmezden gelinir ve  inkâr edilebilir? Anayasal parlamenter sistemlerle yönetilen halkların eğitim,sağlık, sosyal ve ekonomik alandaki kazanımları ile totaliter despot rejimlerle yönetilen halkların içinde bulunduğu eğitimsizlik,sağlık alanındaki gerilik,sosyal ve ekonomik yoksulluk nasıl izah edilebilir? Ya anayasal parlamenter sistemlerdeki insan onuru ve hakları, hukuk, adalet ve nizam konusundaki gelişmişliğe karşılık totaliter,baskıcı sistemlerde; bırakınız insan haklarını  insan onurunun bile hiçe sayıldığı, hukuksuzluğun temel unsur olduğu, insanların korku ve endişe içinde yaşadığı nasıl görülmez.? Müslüman münevverlerin,  kompleks ve asabiyetlerden kurtularak, Tevhid akidesinin verdiği özgüvenle  insanlık ortak aklının ve ortak tecrübelerin hasılası olan medeni yönetim şekillerini İslam toplumlarına uyarlayarak, özgürlük,adalet,eşitlik temelinde  demokratik yönetim şekillerini   halklarına sunmalı, alternatif bir yönetim ortaya koymalıdırlar.
            Halka kendi yönetimi konusunda yetki, insiyatif vermeyen, halkı güdülecek, terbiye edilecek bir sürü, bir serf olarak gören yönetim şekilleri; ister Hilafet adı altında, isterse İmamet adı altında olsun, Medeni dünyada Ümmetin derdine çare olmaktan uzaktır. Bu tür istibdat rejimlerinin Batı’nın üstünlüğü ve denetiminde, Ümmeti istibdatla yöneterek tarihin gerisine düşürmekten başka bir şeye yaramadığı, yaramayacağı görülmelidir. Yanlışta inat terk edilerek, Vahyin ilkeleri dikkate alınarak ortak aklın ve insanlığın ortak tecrübesi ile oluşmuş yönetim anlayışlarından, yönetim tekniklerinden yararlanarak, kendi kendimizi geriliğe mahkûm ederek, vasat ümmetin yolunu tıkamaktan hikmetli bir tercihle vazgeçmeliyiz.
             





[1] Buhârî, “Cum’a”, hadis no: 844; Müslim, “İmâre”, hadis no: 3408.,
[2] Demokrasi müslümanlar arasında, batıdaki uygulanışı,hayat tarzı ve Batılı Ülkelerin dış siyasetleri açısından  alerji uyandıran bir kavrama dönüşmüştür. Batı karşıtlığı, demokrasi karşıtlığına, demokrasi karşıtlığı İslam Ülkelerinde totaliterizmin beslenmesine zemin hazırlamış ve devamını sağlamıştır. Mısırda Hünü Mübaret Faşizminin tek alternatifi demokratik muhalefet bu nedenlerle bir türlü ortaya koyulamıyor ve bu Rejim oğul Mübarekle devam etmekle Halk iktidarına dönüşmek arasında bir  yol ayrımından halkın siyasette insiyatif almasıyla  tasfiye sürecine girmiş olduğunun üzerinde düşünülmesi gerekmektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası