"Tanrı Yok! Tanrı'ya Yemin Ediyorum ki Tanrı Yok!..." /
Abdülkerim SURUŞ
|
“Tanrı yok! Tanrı'ya yemin ediyorum ki Tanrı yok!...”
Bunlar
Hamid’in hırpalanmış bir beden, paramparça bir akıl ve başka bir yerde
sığınak aramak üzere İran’dan kaçtıktan sonra kızgınlığını ve acısını
paylaşmak için telefonda bana kederli bir sesle söylediği, gözlerimi
yaşartan sözleriydi. Hamid’in tek suçu kızım Kimia ile bir-kaç yıl önce
evlenerek ailemizin bir üyesi olmasıydı. Sessiz, saygılı, mütevazı,
alçak gönüllü, sağlıklı, yardımsever, politik özlemleri ve makam hırsı
olmayan genç bir adamdı. O, hayatın çalkantılı denizinde, aşırı arzulara
kapılmaksızın nazik adımlarla yürürdü. Her ikisi de iyiliksever ve
nazik birer öğretmen olan anne ve babasıyla -hayat denizinde- kıyıya
yakın yerlerde yüzme eğilimindeydi.
On ay
önce vahşi bir fırtına onun huzur ve sükunetini harap etti. Egemenlerin
hayvanat bahçesindeki hayvanlar bir av için anırıyorlardı. Egemenlerin
mahiyetindekiler, tüm zulüm araç-gereçleriyle, onu gözlemeye ve
yıldırmaya çalıştılar. Nihayetinde ona iki seçenekten birisini tercih
etmeye mecbur ettiler: “Ya hayatına elveda de, ya da televizyona çıkarak
sana söylediğimiz şeyleri söyle.” Onlar ondan sadece iki basit (!) şeyi
söylemesini istiyorlardı: Birinci olarak; karısının ahlaksız bir kadın
olmasından dolayı boşanmayı hak ettiğini ve ikinci olarak da;
kayınpederi Abdülkerim Suruş’un yabancılara bağlı, dinin yasakladığı
kötü alışkanlıklara sahip, şeriatın, doğru yolun ve hakikatin düşmanı,
işe yaramaz birisi olduğu...
Egemenlerin
hayvanat bahçesindeki hayvanlar, videolu bir delille efendilerine
zaferlerini rapor edebilecekleri ve ödül olarak karşılığını tamamen
alabilecekleri, zincirde zayıf bir halka bulduklarını ve onu kolayca
kırabileceklerini düşündüler. Ve Hamid’in direnci ve akıl gücü onların
sert pençelerini kırdığında kollarını işkence için sıvadılar. Psikolojik
ve bedeni işkenceler yaptılar. (Son örnek şuydu; bir gece onu
çırılçıplak sabaha kadar, buz gibi morgda tuttular. Tiril tiril
titrerken onu zevkle izlediler…)
Sonunda
fiziksel olarak çok kötü bir hale gelince onu eve gönderdiler. Eve
geldiğinde öylesine mağdur, endişeli ve sinirliydi ki, aralıklarla
başını duvara vuruyordu. Öyle ki neredeyse hem kafasını hem de duvarı
kıracaktı. Şimdilerde, yurt dışında bir ülkeye sığındığı halde bile,
geceleri kabuslarında işkence aletleri görüyor ve her yerde egemenlerin
casuslarınca takip edildiğini düşünüyor.
O bana
hüzün dolu hikayesini anlattığında, mahcubiyet ve anlayış içinde dedim
ki: “Benim Tanrım onları asla affetmeyecek.” Ağzımdan istem dışı
çıkıveren bu kelimeler onun öfkesini patlattı ve şöyle haykırdı: “Dr.
Suruş, bana Tanrı’dan bahsetme: Tanrı yok!... Ben dondurucu morgda
suçsuz ve savunmasız bir şekilde acı çekerken Tanrı neredeydi? Bana
yardım etmesi için yalvarırken ve çığlıklar atarken O neredeydi? Bu
utanmaz hayvanlar benimle alay ederken, pervasızca bana saldırırken
Tanrı neredeydi? Tek olan, yüceler yücesi olan O Tanrı, üç canavar
üzerime atlayıp duygusuzca “Allah’ın adıyla! (Bismillah diyerek)” bana
vururlarken neredeydi?” Hamid böylesi şeyler söylerken bir taraftan da
ağlıyordu. Artık şimdilerde o, kimse hakkında daha fazla şikâyette
bulunmuyor. Tanrı hakkında da şimdilik şikâyet etmiyor. Uykuda mı, ölü
mü diye sormuyor.
O
sanki bana, hayatımı ilahiyat, felsefe ve mistisizme adamışlığım
hakkında hesap soruyor gibiydi. Benim için şu çok açık bir gerçekti;
onlar onu sadece sağlığından ve iç huzurundan mahrum bırakmamışlardı,
aynı zamanda onun vicdanını ve inancını da sarsmışlardı. Çok açıktı ki
onun içindeki bir şey değişti ve parçalandı. Bu asla küçük ve önemsiz
bir şey değildi. O Tanrı’yı arıyordu ve O’nu bulma konusunda başına
gelenler yüzünden başarısız oldu. O, Tanrı hakkında tereddüdü, ölümü,
savunmasız kalmayı, işkenceyi, dini ikiyüzlülüğü, acımasız zulümü,
çıplak kötülüğü ve insanların sınırsız kötülüğünü açık bir şekilde
tecrübe etti. Tüm bu şeylerin tümünün ne olduğunu anladı. Bu gerçekten
çok tehlikeli bir deneyimdi.
Ben
hayatımı sakin sularda geçirmememe rağmen kendi ellerimle oldukça
ölümcül bir girdaba doğru yüzmek zorunda da kalmadım. Bu yüzden ona ne
önerebilirdim? Teolojik izahların hiç bir işe yaramayacağının
farkındaydım. Onu sakinleştirmeye ve ona cesaret vermeye çalıştım. Dedim
ki: “Pek çok kişi uzunca bir zamandır seninle aynı durumda. Bu zalim
insanların pençelerinden kaçabildiğin için memnun
olmalısın. Cehennemdeydin ve oradan kurtuldun. Onların seni yılmış bir
halde görmelerine izin verme, dik dur. Yenilgiyi ve kötü talihi
istememiştin. Şimdi zafer ve kutlamayı iste. Diğer insanlar için bir
model ol. Yusuf gibi kurtların kuyusundan tırmanarak çık. Gücünün
zirvesine doğru yüksel. Şeytanla yaptığın kavganın sana iyiliğe giden
yolu göstermesine izin ver. Savunmasızlara yapılan eziyetin zulmünü
gördükten sonra, emin ol sen asla savunmasızlara eziyet etmezsin. Hiç
kimse aşağılanma ve sefalet deneyimlerinden geçmek zorunda kalmadığında;
hiç kimse işkence görmek zorunda kalmadığında; hiç kimsenin şeref ve
haysiyetine saldırılmadığında; hiç kimse kendisini Tanrı tarafından terk
edilmiş ve savunmasız olarak hissetmek zorunda kalmadığında; hiç bir
canavar kendi kötülüklerini ve zalimliklerini din perdesinin arkasına
gizlemediğinde ve dini Allah’ın kullarına işkence yapmak için
kullanmadığında ülkemizin nasıl güzel bir geleceğinin olacağını bir
düşün.”
Ona dedim ki:
“Din
tıpkı bir şarap gibidir, şeyleri/nesneleri aslında olduğundan daha büyük
hale getirir. Canavarları daha canavar, insanları da daha insan yapar.
Elbette egemenlerin hayvanat bahçesinden gelen ve sana işkence eden bu
canavarlar dindardılar, ikiyüzlü falan değildiler. Onların dindarlıkları
zalimliklerini besledi ve büyüttü. Çünkü onlar Allah’ın adıyla
vahşileşiyorlardı. Onlar vahşeti bir oyun olarak görmediler. Onu bir hak
olarak da görmediler, fakat bir görev olarak gördüler. Bu,
efendilerinin teokratik düzen içinde davranma şekilleriyle aynıydı.
Onlar öldürme, gasp ve tecavüzü “dinsel argümanlar”la desteklenen kendi
görevleri olarak gördüler. Bu onları böylesine tehlikeli hale getirdi.”
Şöyle devam ettim:
“Eğer
onlara merhametle bakarsan, bu hayvanların hasta olduğunu göreceksin.
Onların akıl hastalıkları, bir aşağılık kompleksinden ve onların
bağışlayıcılık duygusunu asla tecrübe etmemiş olmalarından
kaynaklanıyor. Sen bizim ülkemizin artık böylesi hastalıklı yaratıkları,
kan isteyenleri, ikiyüzlüleri, teokratik egemenleri doğurmamasını ve
yerine de bilge, mutlu, asil ruhlu kişiler doğurmasını dilemelisin. Ve
tek başına dilemek de yeterli değil tabii ki. Onun için mücadele de
etmelisin.”
Sonra da dedim ki:
“Senin
yakınman önemli. Sen bana meselenin bir kısmını söyledin. Ben buna
karşılık, onların utanmaz işlerinin tüm kısımlarını söyleyeceğim.
Suçsuzluğuna rağmen, onlar sana zalimce davrandılar ve eşini ağlattılar.
Onlar senin hayatını alt-üst ettiler ve geçim kaynaklarını kuruttular.
Seni İran’dan kaçmaya zorladılar ve karanlık bir geleceğe mahkum
ettiler. Şimdi en etkili iksir olan sabır kisvesini kuşan. Haksızlığa
uğramış topraklarımızda adaletsizlik skalası öylesine ağır ki, senin
hikayen ve senin payına düşen sadece okyanusta bir damla kadar.
Yaşlı
gözlerini, kırılmış kalbini ve işkence görmüş bedenini acı çeken tüm
diğer hayatların yanına yerleştir ve onların yaralarının, seninkilere
bir merhem gibi hizmet etmelerine izin ver. Bizim egemenlerimizin
tertiplediği cinayetlere, tecavüzlere, yağmalara, işlenen suçlara ve
idamlara bir bak. Onların nasıl tarihteki Tiran Haccac b. Yusuf’la
aynılaştıklarını gör. Hatta onlar oyları çalmaktan ve şehitliği aslından
saptırmaktan da hiç utanç duymadılar. İran’ın kederli anne ve
babalarına, bütün öksüzlere, yalnız kalan eşlere, kötü muamele gören
mahkumlara ve bütün parçalanmış ailelere bir bak. Ve “Allah bizi
zalimlere karşı teslim olmaktan menetti” diyen Peygamber’e -selam onun
üzerine olsun- katıl. Aksi durumda bile yunus balığının karnındaki Yunus
Peygamber’in yaptığı gibi O’nu övmeye devam etmeliyiz.”
Hamid’in Tanrı'sına bir hitabım var:
Ey yüce Allah’ım!
Senin
aşıkların senden hiçbir şey talep etmezler. İsa Peygamber, Hüseyin ve
Hallac’ın senin aşk fırınında korkusuzca yanmalarına ve kanlarını
dökmelerine izin verdin. Fakat ya bu Sana rasyonalistçe yaklaşanlara ne
demeli? Onların bu muzdarip durumlarını ne yapacaksın? Onlara böylesi
bir sebebe sığınma hakkını veren Sen değil misin? Aşk dolu memnuniyet
hazzını senin sevgililerine bırak. Rasyonalistler ise kanıtlara, şefkate
ve merhamete ihtiyaç duyuyorlar.
Biliyorum
acı çekmek ve işkence kişiyi bazen güçlendirir ve biler. Hatta bazen
onlar Tanrı sevgisini büyütüp besleyebilirler. Fakat aynı zamanda onlar
rasyonaliteyi de tahrip edebilirler veya inancı da aşındırabilirler. Her
ne kadar onlar aşıkları daha fazla minnettar yapsa da, aynı zamanda
bazılarını daha rasyonel, inkarcı ve tartışmacı da yapabilir.
Ben
elbette biliyorum ki bu şeylerin hiç birisi seni rahatsız etmez.
Kafirlerin kafirlikleri Seni üzmez. Tıpkı iman edenlerin inancının Seni
sevindirmemesi gibi. Çünkü Sen üzülmek ve sevinmekten müstağnisin.
Bu
durumda ve Sen bu kadar yükseklere yüceldiğinden beri, mistikler senden
bu kadar ayrı olmaktan şikayetçiler. Sen ışığını kestiğinden beri, senin
hizmetkarlarının kafirliği ve inancı ile kederler ve sevinçlerin tümü
senin katında aynı oldu. Sen önceden müdahale ettiğin gibi artık tarihe
müdahale etmemeye başladığından (vahyin arkasını kestiğinden),
zalimlerin üzerine ceza yağdırmayı (zalim kavimleri helak etmeyi)
bıraktığından, insanoğlunu kendi araçlarıyla baş başa bıraktığından beri
senin vereceğin karşılıklardan esirgendiler. (Sana aşkla değil)
Rasyonel (delillerle yaklaşan) insanların kafasına öyle bir fikir
aşılandı ki artık senin herhangi bir şeye müdahale edeceğin beklentisini
yitirdiler. Senden senin hizmetkarlarına katlanabileceklerinden daha
fazla yük yüklememeni talep ediyorum. Muzdarip rasyonalistleri de geri
çevirmemeni talep ediyorum. Şikayet eden ve inançlarını kaybedenlere de
kızgın olmamanı talep ediyorum. Onların şüpheciliklerinden dolayı da
onları cezalandırmamanı talep ediyorum. Mademki Tanrı’yı kullanarak
zalimlik edenlerin hesaplarını hemen görmüyorsun, o halde ezilen
Tanrısızların hesaplarını da hemen görme.
Biliyorsun
(devletin elindeki) ilahi mancınık tahrik yağdırıyor. Güç kötü
adamların elinde. Senin dinini takip ettiklerini iddia eden bu şahıslar
kafirlik üreterek, inancı tahrip ederek, Yusuf’u kurtların önüne atarak,
bir ulusu köleleştirerek, şeytanı davet ederek tıpkı birbirlerine
dolaşan yılanlar gibi birbirlerinin üzerlerine üşüştüler. Biliyorsun ki
büyük şair Hafız, bugün hayatta olsaydı sadece övgülerinin içine birkaç
şikayetini serpiştirmekle asla yetinmez ve daima şikayetçi olurdu. Senin
işin “nedenler” ve “ne içinler”in öylesine üzerinde ki o, bütün
yargıları, amaçları ve çıkarları bir kenara süpürür. O zaman o, niçin
akılları şaşırtmasın, dilleri tam şikayetçi kılmasın, kalpleri
kafirlikten uzak tutmasın?
Evet,
biz insanoğulları bunların tümünü olduğu gibi göremeyiz. Tüm tarihi göz
önünde bulunduramayız ve oluşu tüm genişliği ile kavrayamayız. Biz
olayların tüm doğru amaçlarından habersiziz. Fakat Senin bize verdiğin
nefesle biz Seni anlamaya çalışıyoruz ve kendi hikmetimizi oluşturmaya
çalışıyoruz. Biz endişeli değiliz, fakat şundan eminiz ki biz asla Senin
hizmetkarlarının dairesini terk etmeyeceğiz.
Ey Yüce Allah’ım!
Ben
Gazali’den bir şey öğrendim: Söz konusu olan Yezid bile olsa ben asla
birini lanetlememeliyim. Ancak şimdi ben alçak gönüllülükle bu kafir
yetiştiricisi İran İslam Cumhuriyeti’ni lanetlemek için senin iznini
talep ediyorum.
Abdülkerim Suruş,
Şubat 2011
Yorumlar
Yorum Gönder