‘Yurdum insanı’ Türkiye vatandaşı

Prof. İlhami Güler;Ankara Ünv.Öğr.Üyesi.

            Avrupa’da palazlanan burjuvazinin ideolojisi olarak gelişen milliyetçilik ve onun siyasal yansıması olan ulus-devlet formunun temeli, Machiavelli’nin, siyaseti üzerine oturttuğu ‘çıkar’ ve egoizme dayandığı bilinmektedir. Teknik ve ekonomik açıdan güçlü ve de sömürgeleri olan Avrupalı kavimler, hakimiyetleri altında olan topraklar üzerinde zorla ulus yaratmayı başardılar. Azınlıkları asimile ettiler, direnenleri de temizlediler. Anglo-sakson (WASP) ağırlıklı göçmenlerin kurduğu ABD ise, kendi aralarında ve İngilizlere karşı giriştikleri uzun bir savaş döneminden sonra bir “Yurt-Vatan-Ülke” kavramından ziyade, -çünkü, orası Kızılderililerin yurdu, ülkesi ve vatanıydı- bir ‘çiftlik’ veya ‘anonim şirket’ halinde ‘fırsatlar mekanı’ olarak gasp edildi/kuruldu. Onun için, bayrak ve çıkarın dışında ‘ortak’ bir şey yoktur bu coğrafyada.
            Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nda parçalanmasından sonra, işgallerden kurtarılan topraklar üzerinde kurulan devlet, ulus-devlet formunu takip etti. Çünkü o tarihlerde geeçerli başka form yoktu. Bunun için de, bu topraklardaki gayr-i müslimlerden arındırılarak (mubadele/tehcir) İslam kültürü bağlamında homojenleştirildi. İmparatorluğun kaybedilen bölgelerinden göç eden ahali ve burada yaşayan Türk ve Kürtlerle birlikte, Anayasal olarak birbirine eşit; fakat ulus-devlet mantığı gereği, ahalisinin adına ‘Türk’ denen, resmi dili Türkçe olan bir devlet kuruldu. Bu ismin başat oluşunun tarihi -Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kurucu unsuru olma- ve mevcut demografinin çoğunluğu olması hasebiyle de pratik bir nedeni vardı. Kürtlerin dışındaki farklı etnik kökenden gelenler, birincisi az oldukları; ikincisi de, yurtsuzluğun ne demek olduğunu yaşayarak bildikleri için, ‘Türk’ kimliğine itiraz etmeden kabul ettiler. Ancak, Kürt aleviler (Dersim) ve Şafii Kürtler (Şeyh Said), yeni kurulan devletin Türk ve laik otoritesine etnik ve dini saiklerle başkaldırdılar. Bu isyanlar kanlı bir şekilde bastırıldı.
                        Dışlayan kimlik tanımı
            1980’lerden sonra dünyadaki gelişmelere paralel olarak, Sünni muhafazakarlar ve Aleviler, dini veya mezhebi inançlarını özgürce yaşayamadıklarından, Kürtler de dillerini ve kültürlerini serbestçe ifade edemediklerinden dolayı baskı altında olduklarını iddia ederek hak talebinde bulunmaya başladılar. Sünniler ve Aleviler, demokratik mücadele yöntemini benimserken; Kürtler silahlı (PKK) mücadeleye başvurdular. Mağduriyetleri ve maduniyetleri Kürtlerle hemen hemen aynı olan Sünni/dindar Türkler ve Aleviler, devletin uyguladığı şiddet ve baskıya karşı demokratik mücadeleyi benimserken; Kürtlerin asker-sivil ayrımı yapmadan otuz yıldan beri silahlı mücadeleyi sürdürmeleri, ayrıca calib-i dikkattir. Bütün bu tartışmalarda Devlet(askeri ve sivil bürokrasi) ve milliyetçiler (CHP-MHP), teslim edilmesi gereken bazı dini-kültürel farklılıkları inkar ederek sürekli ‘aynılığa’ vurgu yaparken; Aleviler ve Kürtler, Sünni Türkler ile mevcut ortak tarihi ve kültürel bağları ve aynılıkları atlayarak ‘farklılığa’ vurgu yapıyorlar.
            Ulus-devletin kimlik tanımı (Alman, Fransız, İngiliz vs.) ve resmi dil belirlemesi, çoğunluğun ‘gücüne’ bağlı olarak şekillenirken; Amerika’nın kimlik tanımı da kurucu babaların gücüne (WASP) ve birliğe katılanların (göçmenlerin) çıkarına dayandırılmıştır. İnsan hakları, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, oluşan bu dengeyi koruyan aparatlardır. Türkiye gibi zayıf ve geç kurulan ulus-devletlerin sorunu, bu işi onlarla aynı zamanda ve aynı güçle (zorla) -istemiş olmasına rağmen-yapamamış olmalarıdır. Aslında Türkiye kendi tarihine ve pratiğine bakacak olsaydı, Avrupa’daki maceradan farklı olarak, kendi aynılıklarını ve farklılıklarını farklı bir dinamik ve racon üzerine kurabilirdi ve halen de bunu başarabilir. Şöyleki, Alevilerin sorunu, insan hakları, demokrasi, laiklik ve hukuk devleti ilkeleriyle halledilebilir. Şehirli, sekülerleşmiş ve Türkmen kökenli Alevi yurttaşların devlet ile ciddi herhangi bir sorunu ve talebi yoktur. Köy-Kürt kökenli ve dindar Alevilerin Cemevi ve mevcut din dersinden muaf olma veya alternatif din dersi talepleri de haklarıdır. Devlet bunları teslim etmeli. Laik devletin, Alevileri Sünnileştirme gibi bir amacı olamaz.
            Kürtlere gelince, 1924 Anayasasındaki hukuki vatandaşlık ve eşitlik ilkesi, zaten birçok sorunu halletmiş durumda. Anayasadaki Türk tanımı, muhtevası ümmet, fakat adı yanlışlıkla -bilinçli olarak- Türk olarak konulmuş bir tanımdır. Sorunun büyük bir bölümü, tarihi süreç içinde devletin Kürtlere karşı uyguladığı politikalardan kaynaklanmıştır. Kürtler ile Türklerin kültürlerinin tarih, coğrafya ve dinden gelen ortak paydaları neredeyse yüzde seksendir. Toplumlar arasındaki gerçek kültürel farklılık, cenazelerini defin törenlerinde ortaya çıkar. Türkler ile Kürtler arasında milim bile fark yoktur bu konuda. İslam kardeşliği veya ümmet deyince gözleri dönen Türk ve Kürt laik aydın ve siyasetçileri, otuz yıldır dine itibar etmeyen milliyetçi/bölücü terör ve milliyetçi/otoriter bastırma çabasına rağmen, iki halk arasındaki kardeşliğin tahrip edilememesini hala anlamış değiller. Bin yıl boyunca Anadolu ve Mezopotamya’nın harcı İslam kültürü ile karılmıştır. Din dediğimiz sırlı yaşayış, bütün öteki toplum kurumlarını var etmekle kalmamış, onların yaratıcı özü olarak onların içinde kalmıştır.
                        Üç dinin ortak vaazı
            Toplumun dini onun ahlakından, hukukundan, dilinden, bilgisinden, sanatından, varlık felsefesinden apayrı bir varlık değildir. Bütün bunların sonu şuraya varıyor: Din kişiliği olmadan milli kişilik olmuyor. Baltacıoğlu, Dine Doğru isimli makalesinde Cumhuriyet kadrolarının, dinden bağımsız bir ulus kişiliği kurma teşebbüslerini eleştirmiştir. İslam, bu coğrafyada dini, mezhebi, dili ve ırkı ne olursa olsun, tümünün üzerinde ortak bir maya çalmıştır. İslam, düşman ‘öteki’liği, ‘gayr-i müslimlikten çıkararak, nominal anlamda Müslüman olsa da, ahlaki anlamda ‘gavur’luğa indirgemiştir. Yanlış olan, gavurluk etmek veya gavur kayırıcılığı yapmaktır.
            20. yy’daki uluslaşma ve uygarlaşma süreci, zımnen veya alenen dinden boşanma ve içgüdülerin serbest kalması şeklinde sonuçları iki dünya savaşı olarak ortadadır. Bunun bizdeki yansıması Ermeni ayaklanması/tehciri, Dersim isyanı/katliamı ve Kürt isyanları ve bastırılmalarıdır. Oysa dinin bütün talepleri, aslında toplumsal ilişkiler ağını korumaya yönelik savunma faaliyetleridir. Hz. Musa’nın “on emri” ve bunların ilki olan “Öldürmeyeceksin!”, bunu vaaz ettiği gibi; Hz. İsa’nın “Dağdaki Vaazı” da, Hz. Muhammed’in bütün mesajı ve son Veda Haccında verdiği “Hutbe” de, aynı amaca yöneliktir. Bu coğrafyanın etnik ve dini/mezhebi bağırsakları “milliyetçilik” ile karından dışarı çıkarılmıştır. Bu toprakların ruhunu, “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı -etnik olarak Türklerin hoşuna gitse de- değil; İstiklal Marşı anlatır: Burada millet olmanın raconu ırk veya dil değil; “Hakka tapmak”tır. Yazarı, Arnavut’tur; ama, kimsenin aklına gelmez. O, Mehmet Akif’tir. Kurtuluş Savaşı şairi veya nam-ı diğer “İslam Şairi.” Şırnaklı bir Kürt ile Egeli bir Türk arasındaki fark, Karadenizli bir laz ile Akdenizli bir yörük arasındaki farktan fazla değildir. Çanakkale Şehitliği, bunun dünkü şahididir. Bugünkü şahidi ise, ‘Türkçü4 ve ‘Kürtçü’lerin dışındaki herkestir. Kürt şairi Ahmet Arif’in bir şiirinde dediği gibi: Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız/Karşı yaka köyler, obalarıyla/Kız alıp, kız vermişiz yüzyıllar boyu/Komşuyuz, yaka yakaya/Birbirine karışmış tavuklarımız.
                        Dil cenderesi
            Burası Amerika gibi bir ‘çıkar’ birliği, veya İngiltere gibi ‘çokkültürlü’ bir coğrafya değildir; temeli İslam ile yoğrulmuş veya mayalanmış olan bir kültür/ruh birliğidir. Üzerinde yaşayanlar için “Şüheda, toprağı sıksan fışkıracak, şüheda” bir Yurt, Vatan ve Yuvadır: Bu birliği, vaktiyle Arap kabilelerin arasında İslam kardeşliği gerçekleştirdiği gibi; Sünni Müslümanlık da, birbiriyle bin yıldır iç-içe yaşayan bu iki halkı birleştirmiştir: Nitekim Kur’an şöyle der: “Tüm yeryüzündekileri harcasan bile onların kalplerini birleştiremezdin; fakat Allah onların kalplerini birleştirdi.”(8/63).
            Türklerin ve Kürtlerin tarih boyu ırkçı-milliyetçi olmamaları sebebiyle, kolayca birbirleriyle evlenerek akraba, hısım olmuşlardır. Annesi ve babası farklı etnisitelerde, melez yüzbinlerce insan var bu topraklarda. Altmışlardan sonra kırsaldan kentlere göç başlayınca, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürtlerden hatırı sayılır bir kütle, Anadolu’nun her kentine göç edip orada yerleşebilmişlerdir. Kimsenin aklına da “Bunların burada ne işi var?” sorusu gelmemiştir.
            Kürtlerin kültürel kimlik talepleri ancak dil, yani Kürtçe bazında anlamlı olabilir. Resmi dilin Türkçe olmasına (çoğunluğun dili olduğu için) Kürtlerin itirazı anlamlı değildir. Kürtler çoğunlukta olsalardı, onların dilini konuşacaktık. Kürtçenin eğitim dili olması talebi de, Kürtleri dünyadan ve ekonomik süreçlerden izole edeceği için onlar açısından anlamsızdır. Kürtçe Üniversite eğitimini almış bir gencin bölge dışında iş bulma imkanı ortadan kalkmış olacak. İngilizceyi yabancı dil olarak iyi öğrenmemiş Türk çocukları bile iş bulamıyor. Kürtçenin eğitim dili ve resmi dil olmasını isteyenler, bağımsız bir ulus-devlet kurmak iştahına ve de iğvasına kapılmış ayrılıkçı Kürtlerdir. Oysa bütün sorunlar, mevcut ulus-devlet mantığından kaynaklanıyor. Bu iki talebin dışında Kürtçenin serbest olması gerekir. Anayasadaki ulus-devlet mantığı ile yapılmış ‘Türk’ tanımının da değişmesi gerekiyor. ‘Türkiye halkı’ denebilir. Halk bunu “Yurdum insanı” olarak zaten kullanmaktadır. Etnik olarak kim kendini ne hissediyorsa ve kendini nasıl tanımlıyorsa odur. Etnik kökeni ve dili farklı olan insanlara ‘Türk’ demek, - ‘Türk’ sıfatının doğuşu ve tarihsel kullanılışı etnik bir imleme taşımasa da- ahlaki ve mantıki değildir. Türkiye vatandaşlığı ve Anadoluluk, tarihsel, kültürel mirasın aynılığı -dil dışında- bu ülkede yaşayan insanları birleştirmektedir. Bu bağlamda, bu kadar aynılığa rağmen, dil ve etnik köken ayrılığını ırkçılık ve milliyetçilik olarak öne çıkarmak suretiyle, ülkeyi kan gölüne çevirmek ve bölünmeyi talep etmek, akılsız ve ahlaksız siyasi kadroların işidir.
04 Ocak 2010 Star
ilhamiguler@hotmail.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası