Post-Teokratik Bir Devlet,
 Fıkhı Aşan Ahlaki Bir Devlettir



Abdülkerim Suruş ile söyleşi / Ferid Edib-Haşimi Ocak 2010 / İslami Yorum 
Çeviren: Fatih Peyma

SORU:Öncelikle İki ay önce Hamaney’e yazdığınız açık mektuptan bahsedelim. O zamandan beri, İran’da çok anlamlı ve kapsamlı gelişmeler oldu. Hamaney İran’ı nereye sürüklüyor?
Hamaney Kendi Gibi Düşünen ve Dünyayı Kendi Gibi Gören Bir İran İstiyor
CEVAP: Madem, Hamaney İran’ı nereye götürüyor diye soruyorsunuz, bu sorunuza “fizik”ten bahsederek cevap vereyim. Fizikte ve jeolojide, artezyen kuyuları diye bilinen bir fenomen/olay vardır. Artezyen, zemin seviyesinden yüksek olan kaynaklardan su ile dolan kuyuları ifade eder. Su, bu kuyulardan dışarı çıktığında, havaya fışkırır. Jeologlar bize, suyun sadece suyun kaynağı kadar yükseğe fışkırabileceğini ve bundan daha yükseğe asla çıkamayacağını söylerler. Şimdi, Hamaney’in durumu da böyledir. O, İran’ı kendisinin gücü, kaynağı kadar yükseğe çıkarmak istiyor. Bu yüzden sorunuza cevaben; Hamaney’in düşünce dünyasına, dünya görüşüne, onun bilgi ve görüşlerinin sınırlarına ve boyutlarına bakmak zorundayız. Hesaba katılması gereken göstergeler var. Çünkü eğer Hamaney, kontrolü ele geçirir ve serbestçe hareket ederse (elbette o, daima düşmanın buna izin vermediğinden yakınıyor) kendi gibi düşünen, İslam’ı kendi anlayışıyla algılayan ve dünyayı kendi gibi gören insanlardan oluşan bir İran yaratacaktır. Elbette bu gerçekleşirse çok yazık olacaktır. Çünkü Hamaney’in son 20 yıldaki geçmişi, onun meseleler hakkında dengesiz ve yanlışlıkla dolu algı dünyasına sahip olduğunu göstermiştir. Eğer Hamaney, bir konferansta konuşmacı ya da bir camide imam olsaydı, sorun olmazdı; ama konumu ve kendisine benzer bir İran oluşturmak istemesi gerçeği itibariyle, onun düşünce anlayışı yanlışlıklarla doludur. Bu, Hamaney’in İslam anlayışının Seyyid Kutub’unkine benzer oluşundandır. Hamaney temel olarak görüşlerini Seyyid Kutub’dan almıştır. Hamaney hemen hemen hiçbir şey yazmamıştır. Sadece onun çalışmalarından biri, Seyyid Kutub’un bir kitabının tercümesidir. Seyyid Kutub (Allah rahmet eylesin) gayretli ve sağlam duruşlu biriydi. O bir müfessirdi ve bazı konularda Hamaney’den üstündü. Onun dünya görüşü, modern çağın cahiliye devrini yaşadığı ve bunun da öncüsünün Batı medeniyeti olduğu yönündeydi. Seyyid Kutub, bu cahiliyenin Müslümanlar tarafından takip edilmeye layık olmadığını ve reddedilmesi gerektiğini söylemektedir. Bunun yanında Hamaney, aynı zamanda Muhammed İkbal’e de hayran olduğunu söylüyor. Ama İkbal’in öğretisinden ve dünya görüşünden hiç de bir şey almamıştır.
Eğer Hamaney Batı ve Doğu felsefesini İkbal’in algıladığı gibi algılasaydı, ülkemizin kaderi farklı şekillenirdi. Fakat ne yazık ki, durum hiç de böyle değildir. Hamaney’in algıladığı İslam ve Hamaney’in gördüğü dünya, tamamen Seyyid Kutub’un fikirlerinin ürünü ve benzeri konumundadır. Hamaney, tasavvuf hakkında da çok az bilgiye sahiptir. O, dünyayı mutasavvıfların gördüğü gibi görmüyor ve mutasavvıfların peygamberle paylaştıkları ruhsal yakınlığı paylaşmıyor. Ve maalesef o, velayeti fakih makamını elinde bulundurmak istediğinden dolayı, fakihlerin temel özeliklerini üstlenmiş durumdadır ve fıkıhtan, sadece zevahiri kurtarmak için bölük-pörçük kısımlar almıştır.
Bütün bunlar, bize şunu anlatmaktadır ki eğer Hamaney’in yeteri kadar gücü olsa (şimdiye kadar buna sahip olmuştur) o evvela, bütün dünya ile bizi kavgalı hale getirmek isteyecektir. Zaten çoktan bunu büyük oranda başarmıştır. İkinci olarak, İran’da İslam’ın yüzeysel olarak anlaşılmasını ve uygulamasını yerleştirecektir. Bunu da büyük oranda çoktan başarmıştır. Üçüncü olarak, Safevi dönemine ilişkin tarih anlayışı yüzünden, elit bir insan grubu ile etrafı çevrili bir temel üzerinde İran’ı yönetmesi gerektiğine inanıyor. Ve Hamaney bu elit insanları bir araya getirmiştir. Bu grubun bir kısım üyesi hatip/konuşmacıdır ve az bilgiye sahip bu insanlar (Rahimpur Azkadi, Haddad Adil, Sadıki Reşad ve Haeri Şirazi gibi) Hamaney’in şakşakçıları konumundadırlar. Bunlar tam da Hamaney’in ihtiyacı olan insanlardır. Ve onlara gönül rahatlığıyla güvenebilir. Bu grubun diğer üyeleri ise zorbalığın, kas gücünün temsilcileridir. Bununla “Besic” üyelerini, sivil milis güçlerini ve Devrim Muhafızlarını kastediyorum. Bu insanlar, aydınları (yani kendi görüş açılarına göre “sorun çıkaranları”) susturmaya ve baskı altına almaya çalışmaktadırlar.
Hamaney’in benimsediği bu metot, tamamen onun düşünce ve algı dünyasının ürünüdür. Bu algının ve metodun zararı, toplumun devrim ateşini ve sevincini taşıdığı ilk günlerde görünür değildi ve devrim aşkı ve şevki ile beraber ilerliyordu. Maalesef toplumda, Hamaney’in uygunsuz davranışları için teorik destek sağlayan (Dr. Davari, Misbah Yezdi gibi) bazı filozoflar da vardı. Fakat tedricen, bölünmeler ve çatlaklar ortaya çıktı ve İran halkı, özelllikle gençler ve eğitimli insanlar bu dünya görüşünün bizi bir yere götürmeyeceğini algıladılar.
Eminim ki Hamaney, ne liberalizmi ne de Marksizmi tam doğru bir şekilde anlayabilmiştir. Ne Batı felsefesini ne de Doğu felsefesini bilmektedir. Birisinin bunları bilip-bilmemesi çok da önemli değildir. Doğu’da ve Batı’da bu tür şeyleri bilmeyen çok lider vardır. Ama bilmeyen biri eğer, bunlar hakkında gelişigüzel yargılarda bulunup fikir beyan ediyorsa, kendi peşinden bir ülkeyi sürüklüyorsa, muhaliflerine işkence edip bilim adamlarını kovuşturuyorsa, akabinde “neden bir ülke yıllardır bu çarpık beyanların ve algının sonuçlarına maruz kalmak zorunda” diye ciddi bir itiraz elbette ortaya çıkacaktır.
Dinin Siyasete Reel ve Meşru Müdahalesi
SORU: Diğer sorum; dinin, genel olarak da İslam’ın siyasete, hükümete ve devlete müdahalesi hakkındadır. 1990’larda siz, demokratik dini devlet fikrini ortaya attınız. Liderlere son mektubunuzda, dini aşan bir devletten bahsettiniz. Muhacerani, Kediver, Bazergan ve Genci beyefendilerle beraber yapmış olduğunuz müşterek beyanatta sizler, adil olmayan, mutlak “velayet”e karşı çıktınız. Nasıl bir devlet öngörüyorsunuz? Dini mi yoksa dini aşan bir devlet mi? Amerika’nın anladığı gibi seküler bir devlet mi yoksa Fransa’nın anladığı gibi laik bir devlet mi? Sizin felsefi sekülerizmi eleştirdiğinizi biliyoruz. Fakat siz, ne ölçüde siyasi ve sosyolojik sekülerizmi benimsiyorsunuz?
CEVAP: Kanımca, siyasete müdahale edebilen din anlayışında iki şekil mevcuttur: Reel müdahale ve yasal müdahale. Reel müdahalenin kaçınılmaz olduğuna inanıyorum. Yani, din daima dünyanın her yerinde siyasete müdahale etmiştir ve etmektedir. Reel müdahale şu anlama gelir ki eğer din, kelimenin gerçek ve doğal anlamı içerisinde, toplumun içinde mevcutsa, kaçınılmaz olarak siyasette de rol oynayacaktır. Başka bir deyişle, insanları belli bir yöne yöneltecek, akıllarına belli fikirler sokacak ve belli şeyleri yapmalarını sağlayacaktır.
Bence, dinin özel bir alana ait olduğu fikri, yanlış ve saçmadır. Elbette inanç ve iman kalpte yer alır ve kimse bunları bilemez. Fakat inanç üstüne inşa edilen din, yani toplumda kökleşmiş olan, kitapların konusu haline gelen, etrafında tesis edilmiş kurumları olan ve inanları bir araya getiren din fikri, artık özel bir mesele olamaz. Tamamen sosyal bir olgudur ve kendi sosyal etkilerini gösterecektir.
Günümüzde dünya üzerindeki dini kavgalara bir bakın! Bunlar özel bir meseleden mi kaynaklanıyor? Eğer din özel bir mesele ise, hiçbir şey şu anda olduğu gibi olmazdı. Şimdi, biri din adına başka birini öldürüyor. Başka biri, din adına cami inşa ediyor. Başka biri, din adına hayırseverlik hareketi başlatıyor. İnsanlar dini fikirlerine bağlı olarak birbirine dost ya da düşman oluyorlar. Bunlar dinin sosyal etkileridir ki, aynı zamanda siyasete de mutlak manada etkileri vardır. Bu yüzden, dinin siyasetle ilişkisi ve bağlantısı vardır. Bu hep böyle olmuştur ve hep böyle olacaktır. Son günlerde haberlerde çıkan İsviçre’deki minareler hakkındaki tartışmalar, dinin ne kadar sosyal bir olgu olduğunu gösteren örneklerdir. Kavganın sebebi, dinin sosyal yönünden kaynaklanmaktadır. Demek istiyorum ki, dinin duadan, oruçtan müteşekkil olduğuna inanan insanlar bile dinin sosyal bir olgu olduğuna inanırlar. Çünkü dua etmek için insanların birer sosyal tesisler olan camiye ya da kiliseye ihtiyaçları vardır. George W. Bush kiliseye gidenlerin oylarını almıs, bu şekilde başkan seçilmiştir. İşte bu yüzden ben, din ve siyaset arasında kaçınılmaz bir ilişki vardır diyorum.
Fakat din ve siyaset arasındaki meşru bağlantı farklı bir meseledir. Burada sorun, bizim dine kanun yapma ve yasama konusunda öncelik verip vermeyeceğimiz sorunudur. Din, devletin yasama organında temel alınmalı mı alınmamalı mı? Bunlar din ve devlet arasındaki meşru bağlantıya karar verecek sorulardır. İşte burada siyasi sekülerizmden bahsediyorum. Bence siyasi sekülerizim iyi bir şeydir. Yani modern dünya bize, bu reel bağlantıyı resmen kabul etmemiz gerektiğini ve özgürce işlemesi için ona olanak sağlamamız gerektiğini göstermiştir. Aslında onu kabul etmekten başka bir seçeneğimiz de yok. Ancak meşru bağlantıyı koparırsak, en hayırlı hareket bu olacaktır. Başka bir deyişle dini çoğulculuk temelinde ilerlemeli, bütün vatandaşlara siyasette eşit fırsatlar vermeli ve yasama konusunda bütün dinlerden faydalanmalıyız. Fakat dini aşan bir devletten bahsettiğim zaman, şunu demek istiyorum ki bizler, dinden daha geniş ve daha kapsamlı bir kimlik ve damar bulmalıyız ve devleti ona göre idare etmeliyiz. Bence bu daha kapsamlı damar ise ahlaktır.
Şunu da belirtmeliyim ki meşru bağlantı, değişmez bir bağlantı değildir. Eğer bir toplumda, din çok güçlü olursa ve meseleleri tekelleştirmeye meylederse bu, meşru bir bağlantının olmayışını aşındırır durur. Seküler ya da seküler olmama durumu mutlak şeyler değildir. Az ya da çok seyreltilik gösterebilirler. İngiltere sekülerdir ve resmi bir dini yoktur. Aynı zamanda kraliçe kilisenin başıdır ve o, gerektiğinde Hristiyanlığın savunucusu olabilmektedir.
Teokrasi Sonrası (Post Teokratik) Bir Devlet, Fıkhı Aşan Ahlaki Bir Devlettir
SORU: Diğer sorum dini entelektüalizm ve geleneksel fıkıh hakkında. Geleneksel İslam anlayışını ve ulemayı eleştiriyorsunuz. Aynı zamanda sizin Ayetullah Muntezeri ve son zamanlarda Kediver gibi ulema ile iyi ilişkileriniz var. Birbirinizi eleştiriyorsunuz, ama arkadaşsınız. Dini entelektüalizm ve fıkıh arasındaki ilişki nedir ve ahlak, şeriatın ve kanunların yerini alabilir mi?
CEVAP: Pek çok ulema dostum var. Çok iyi insanlardır. Onlarla hiç bir sorunum yok. Ulemalık diğer meslekler gibi, bünyesinde iyi, samimi insanlar ve aynı zamanda kötü niyetli insanlar da barındırıyor. Bu bakımdan ulema ve doktorlar, marangozlar, mühendisler arasında fark görmüyorum. Bunların hepsi birer meslek ve onların kendi çıkarları vardır. Fakat ulemalık önemli bir noktada, diğer meslek gruplarından farklıdır. Ulema din adlı bir ürün satar ki bu, dini bir toplumda çok önemli bir şeydir. Şimdi eğer meslekler, kusurlu ürünler satarlarsa insanlar hala hayattayken onun kusurlu olduğunu anlayacaklardır. Eğer bir doktor ehil değilse, birkaç hastaya baktıktan ve yanlış tedavi uyguladıktan sonra insanlar ondan uzak duracaktır. Aksini düşünürsek, eğer bir doktor ehilse insanlar hastalandıklarında akın akın ona gideceklerdir. Aynı şey diğer meslekler için de geçerlidir. Yani onların performansları tecrübe yoluyla test edilebilir. Fakat ulema örneğinde, eğer sattıkları din yorumları kusurlu ise, bunu anlamak insanlar için zor olacaktır. Ulema “şunu, bunu yapın işte o zaman mutluluğa erişirsiniz” der. Fakat onların dediklerinin doğru ya da yanlış olduğunu kıyamet gününe kadar bilemezsiniz. Bu bakımdan, ulema ve diğer meslekler arasında büyük bir fark vardır. İşte bu nedenle şunu diyorum ki, yaptıkları işin içeriği yüzünden ulema, maaş almamalıdır. Onların geçimi din olmamalıdır. Çünkü sattıkları şey kesin, belirgin bir şey değildir.
İkinci husus şudur ki, eğer bu ulema, bu temel üzerine iktidar elde ederse büyük bir zarara sebebiyet verecektir. Çünkü siyasette de insanlara “yaptığımız ve söylediklerimiz Allah’tan gelmektedir, bu yüzden bunları sorgusuz sualsiz kabul edin” diyeceklerdir. Başka bir deyişle, siyasette de ulema, tecrübe yoluyla test edilmeye istekli değildir. Örneğin cezai kanunların uygulanması, istenen etkiden farklı bir etkiye sahip olursa, ulema halihazırda onları terk etmeye istekli olmayacaktır. Bu nedenle, eğer ulema iktidara gelirse, iyilikten çok zararı dokunacaktır.
Elbette, ferdi olarak alimler özgür ve adil seçimlerde yer alabilirler. Ve rakiplerine karşı kazanabilirler. Fakat onlara mutlak imtiyaz vermek tatsız sonuçlara neden olabilir.
Yazılarımda tekrar tekrar onlara söyledim: Ulema! Şimdi, gücün, iktidarın dizginlerini elinizde tutuyorsunuz, iktidar ve güç ipliğiyle mantığınızdaki delikleri yamamaya kalkışmayın. Yani muhataplarınızı ikna etmede başarısız olursanız, onları susturmak için güç kullanmaya kalkışmayın. Bu sadece size zarar vermez, aynı zamanda dine ve ülkenize de zarar verir.
Fıkıh hakkında görüşüme gelince, yazılarım fıkıh konusu hakkında açıklamalarla doludur. Bir noktada fıkhı oldukça övmüştüm. İnsanlarımızın ve ulemamızın sahip olduğu fıkıh-odaklı zihniyet, onları kanunlara saygılı olmaya yaklaştırıyor. Küçük bir mesele olmaktan öte bu, demokrasi için faydalı olan çok değerli bir özeliktir. Fakat önemli nokta şudur ki, fıkıh, görev-odaklı bir agrega[1]dır. Tamamen görev-odaklı olmak bizi, haklar için endişelenmekten uzaklaştırır. Bu, üzerinde çok durduğum bir dikotomidir: Yani haklara karşı görevler dikotomisi. Ve bu temel üzerine açıkladım ki, modern dünya hak-odaklı bir dünyadır; oysaki geleneksel dünya, görev-odaklı bir dünyadır. Bu dikotomide pek çok hususlar görebiliyorum. Fıkıh kanun-odaklıdır, fakat onun alakadar olduğu kanunlar, haklara değil görevlere odaklanır. İçerisinde hiç haklara dair işaret yoktur demek istemiyorum, fakat miktarı çok azdır. Bizler fıkhı daha iyi hale getirmek için, bunun içine hak-odaklı ilkeler katmak zorundayız. İşte bu anlamda, fıkıhın ciddi bir eksikliği vardır.
Fakat fıkhın ikinci eksikliği şu ki, dinin ahlak ve fıkıhtan oluşan bir agrega olduğunu akılda tutalım, tek basına fıkha dayanmak ve ahlakı göz ardı etmek çok zararlıdır. Bence devrimden sonra İran’daki ciddi kusurlardan biri, feci şekilde yerle bir edilen ahlak olmuştur. Normalde, toplum içinde pek çok şey ahlakı yıkar; mesela bencillik ve açgözlülük. Fakat bizler, onun fıkıh tarafından da yıkılmasına müsaade etmemeliyiz. Ama maalesef bugün olan işte budur. Ahlak dışı hareketlerin bütünü, toplumumuzda fıkıh adına ve fıkha uygun olarak işlenmektedir. Bu durdurulmalıdır.
Ahlaki bir dine inanıyorum ve bence dinin dükkanından alabileceğiniz en iyi ürün ahlaktır. Peygamber, “Ben güzel ahlakı tamamlamaya geldim” demiştir; “Ben fıkhı tamamlamaya geldim” dememiştir.
Fıkıh-odaklı agregada, ahlak benzeri görülmemiş şekilde ayaklar altına alınmaktatır. Ahlaka layık olduğu değer verilmelidir ve adilane davranılmalıdr. Teokrasi sonrası devletten kastım işte budur, yani ahlaki bir devlet. Demek istediğim, fıkha dayandığından daha çok ahlaka dayanan bir devlet anlayışıdır. Meselenin özü, bugün İran’da dini bir devletten bahsettiklerinde, onlar ”fıkıh-temelli bir devlet”i kastediyorlar ve başka bir şekilde anlaşılmıyor. Bu yüzden ben “dini aşan bir devletten” bahsettiğimde, “fıkhı aşan bir devleti” kastediyorum. Ve “fıkhı aşmaktan” kastım, “ahlaki” olmaktır.
İran toplumunda, din ahlakın kaynağı ve deposu olarak takdim edilmelidir; yani layıkıyla değer biçilmiş ve layıkıyla temiz hale getirilmiş bir ahlak, eski psikoloji üzerine temel alınmış, çelişki yumağı olmuş ve bazen de kürsüden vaaz edilen ahlak değil. Bence dinin ahlaki yönü güçlendirilmeli ve insanlar dinin etik yönünden faydalanmalıdır. Eğer bu gerçekleşirse her şey bizim için olumlu yönde gelişecektir.
SORU: ABD’de yayımlanan Foreign Policy (Dış Politika) adlı dergide en etkili 100 düşünürden biri seçildiniz. Siz, Dr. Zehra Rahnavard ve Bayan Şirin Ebadi ile beraber 2009’un zirvedeki 3 İranlı temsilcisinden birisiniz. Bu, İran adına uluslararası alanda prestij getirdiğiniz ilk örnek değil. Bu sıralama hakkında neler hissediyorsunuz?
CEVAP: Neredeyse hiçbir şey hissetmedim desem inanır mısınız? Elbette hiçbir şey ifade etmediğini söylemek istemiyorum. Benden daha üstte, fakat eserleri, çalışmaları çok fazla tanınmayan insanların olduğunu biliyorum. Bu yüzden, listeyi yapanlar açıkçası bireylerin şöhretini baz alarak karar vermiş ve bu şekilde hareket etmişler diyebiliriz. Fakat bendeniz ve Bayan Rahnavard ve Ebadi gibi arkadaşlarım, sizin de dile getirdiğiniz gibi İran’a prestij getirdiysek bundan elbette mutluluk duyarız. Fakat gerçekten de bu liste hakkında söyleyecek çok da bir şeyim yok.
Dindar ve Dindar Olmayan Aydınlar
SORU: Diğer sorum, bir kavram olarak ve ayırt edici bir nitelik olarak “dini entelektüalizm” hakkında olacak. Siz kendinizi dindar bir aydın ya da yenilikçi bir dindar düşünür olarak tanımlıyorsunuz. Günümüz dünyasında din hakkında yeni neler söyleyebilirisiniz? Dindar kelimesine neden çok fazla vurgu yapıyorsunuz? Hem geleneksel Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar tarafından eleştirildiğiniz için bunu sormak ihtiyacı duyuyorum.
CEVAP: Sorunuzu 2 kısımda cevaplandıracağım: Birincisi, neden “dini entelektüalizm” kavramını kullanıyorum; ikincisi, din konusunda yeni olarak ne söylüyorum?
Ben, dindar aydının meşru ve kabul edilebilir bir kavram olduğu görüşündeyim. Daha önce başka yerlerde söylediğim gibi, eğer biz dindar olmayan aydınlara sahip olabiliyorsak, pekala dindar aydınlara da sahip olabilmeliyiz. Daha açık ifade edecek olursak, ne dinin olmayışı, dini olmayan entelektüalizmi meydana getirir; ne de dinin oluşu, dini entelektüalizmi meydana getirir diyebiliriz.
Dini entelektüalizm dindar insanların, yani düşünce üretmek isteyen insanların entelektüalizmidir. Ben entelektüalizmin bir tür fikir üretme ve mantıklı düşünme biçimi olduğunu ve bu mantıklı düşünmenin de tenkitçi/eleştirel bir şekilde olduğunu düşünüyorum. Yazılarımda, entelektüalizm için bir dizi tanımlayıcı özellik sıraladım. Bunlardan en önemlisi eleştirel düşüncedir. Ben şuna inanıyorum ki eğer dindar bir insan, aynı zamanda bir düşünür ise ve eğer bir düşünür olarak kapasitesi oranında eleştirel olmaya özel bir önem verme gayretindeyse ve eleştirel olmanın metotlarıyla ve teknikleriyle tanışık ise o birey, layıkıyla dindar aydın olarak tanımlanabilir. Benzer şekilde, dindar olmayan biri, aynı zamanda bir düşünür ise ve eğer bir düşünür olarak eleştirelliği benimsiyorsa o insan, dindar olmayan aydın olarak tanımlanabilir.
Entelektüalizmin, modernizmin ürünü olduğu söylenir ve bu iddia doğrudur. Fakat benim modernizmden anladığım, onun en önemli tanımlayıcı özelliklerinden ve unsurlarından birinin “ikinci derece bakış açısı (second order perspective)”na sahip olmuş olmasıdır. Modern dünyada meta-felsefe[2], ahlak bilimi, dinsel teori ve epistemoloji[3] kapsamına giren her şey neredeyse eski dünyada var olmayan “ikinci derece bakış açısı” içerir. Modern cağın özelliklerinden biri de bu üstün bakış açısıdır. Yani başka bir deyişle Kant’ın felsefesinde “deneyüstü (transandantal)” olarak adlandırılan bakış açısı. Bazı insanlar bunu, “deneyüstü” olarak çevirse de ben, “ikinci derece bakış açısı” olarak çevirmeyi uygun görüyorum.
Kant’ın felsefesi temelde “ikinci derece felsefe”dir. Baska bir deyişle o, metafizik değildir. Yani onun felsefesi, modern dünya öncesindeki felsefe algısına benzer felsefe değildir. Meta-felsefedir. Bu nedenle, “eleştirel felsefe”[4] adıyla bilinir. Biz, bir dizi eleştirel bilgi alanına sahibiz. Bu da Kant’ın eleştirel felsefesine benzer bir şeydir. Aynı şey din alanında da meydana gelmiştir. Dinin psikolojik, sosyal ve felsefi kritiği gibi fikirlerin hepsi modern çağa aittir. Onların hepsi, etki itibariyle modernitenin ürünleridir. Bu temel üzerinden, entelektüel çalışmalar -genel anlam itibariyle- ikinci derece aktivitelerdir.
Yazılarımdan birinde aydınları, “sırlara vakıf” insanlar olarak tanımlamıştım. Yani onlar sorunları “birinci derece düşünürler”den farklı bir bakış açısıyla ele alırlar. Bu nedenle bizler hem dindar aydınlara, hem de dindar olmayan aydınlara sahip olabiliriz. Bu kavramı kullanmada en ufak bir sakınca görmüyorum ve inanıyorum ki dindar olmayan aydınlara sahip olabildiğimiz gibi dindar aydınlara da sahip olabiliriz.
SORU: Fakat bazı insanlar bu dini entelektüalizmin bir kavram kargaşasından başka bir şey olmadığını iddia ediyorlar.
CEVAP: Bence bunu iddia edenler dar görüşlülüklerinden, cehaletlerinden ve bazen de düşmanlıklarından dolayı böyle yapıyorlar. Söylediklerim bir kavram kargaşası olmaktan öte, tamamen ahenkli ve uyumludur. İkinci olarak, bizler akıldan yola çıkarak dış dünyaya varamayız. Yapılması gereken, dış dünyadan yola çıkarak akla ulaşmaktır. Etrafımıza bakmak ve dindar aydınların var olup olmadığını görmek zorundayız. Eğer varlarsa o zaman, böyle bir şeyin var olabileceği ve bunun bir kavram kargaşası olmadığı açıklık kazanır.
“Süt ve Şeker” adlı makalemde, birisinin çıkıp zihin dünyasında, sütün süt ve şekerin de şeker olduğunu söyleyebileceğini belirtmiştim. Süt, şeker olamaz ve şeker de süt olamaz. Bu iki şey tamamen farklıdır. Fakat bu insanın, dış dünyaya bir bakmasına ve sütle şekerin karışıp karışmayacağını görmesine müsaade edin. Eğer biz entelektüalizmin bir şey, dinin de başka bir şey olduğunu, hem aklımızda hem de hayal dünyamızda bu iki şeyin karışmayacağını söyleyerek başlarsak, onlar muhtemelen dış dünyada da karışmazlar. Bence bu tür iddialar, dış dünyaya bakarak yapılmamış bir illüzyon, öznelcilik (sübjektivizm) ve idealizm çeşididir.
“Kendi adıma ne tür bir yeni fikre sahibim?” sorusuna gelelim. Bence asıl önemli nokta da burasıdır. Bu soruya cevap vermek benim için hiç de kolay değil. Bunu cevaplamak, kendimi övmek anlamına geleceğinden benim için her zaman zor olmuştur. Önerebileceğim şey şudur ki, ben bir dizi dikotomi[5] (ikili karşıtlık) tespit ettim. “Din” ve “dini bilgi” arasında ayırım yaptım. “Minimalist[6] din” ve “maksimalist din” ayrımını belirledim. Epistemolojideki “neden” ve “sebep” meselesine özel bir anlam yükledim. Ve aynı zamanda “kimlik olarak İslam” ve “hakikat olarak İslam” arasındaki ayrımı da ortaya koydum. Bunun yanı sıra “görev merkezli” insanlar ve dönemler ile “hakikat merkezli” insanlar ve dönemler arasındaki farklılığı ortaya koymaya çalıştım. Prensip olarak, azami ilgi ve alaka ile kendimi bu ayrımları belirlemeye adadım diyebilirim.
Bahsettiğim bütün bu dikotomiler, uzun süreli tefekkürün ve bilhassa insanları aldatan pek çok safsata denebilecek görüşlerin inceden inceye tetkikinin ürünleridir. Ben bütün bu safsatalardan kendimizi kurtarabileceğimiz bir yol bulmak istedim. İşte bu temel üzerinde, bu dikotomilere ulaştım ve inanıyorum ki aydınlatıcı olacaklardır.
Din ve dini bilgi arasındaki farkı açıklama yoluyla, ben sunu söyleyebilirim ki, bizler bir yanda dine sahibiz, diğer yanda dini bilgiye sahibiz. Müminler, bu dinin komple ve yanılgılardan uzak bir din olduğuna inanırlar. Fakat dini bilgi yanılabilir. O, değişken özelliktedir ve gelişmeye müsaittir. Bu, dinin yorumlanması meselesinde formüle ettiğim pek çok kavramların ve fikirlerin başlangıç noktası olmuştur. Ben, bir çeşit epistemolojik ve sosyolojik yorum bilim ortaya koydum. Dinin farklı yönlerde yorumlanabileceği ve çeşit çeşit okumalara sahip olabileceğini gösterdim. Bu şekilde, dini bilgi aracılığıyla insanlara ait bilgi alanlarına ve din arasındaki ilişkiye dikkat çekmek istedim.
Dikkat çekmek istediğim bir diğer farklılık ise “fıkha göre yönetim” ve “bilime göre yönetim” arasındaki farklılıktır.
Bu dikotomiler sayesinde, ben hem teorik hem de pratik sorunları çözmeye çalıştım. İnşallah bir bakıma da olsa başarılı olmuşumdur.
Sosyal Bilimler: En Kanlı Kurban
SORU: Bugünkü İran’ın durumuna geri dönelim. İran İslam Cumhuriyeti mahkemeleri, siyaset bilimi, felsefe, sosyoloji gibi sosyal bilimleri kovuşturmakla hayli meşgul gibi görüntü sergiliyor. İran’da ve ABD’de sosyal bilimler konularında dersler vermiş biri olarak, bugün İran’daki sosyal bilimlerin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İran İslam Cumhuriyeti liderlerinin basiretsizlikleri ışığında nereye yol alıyoruz?
CEVAP: Bu hazin ve trajik bir konudur. 30 yıldır bu sorunla karşı karşıyayım ve aynı zamanda 30 yıldır bu meseleyi yazıyorum ve bu mesele hakkında düşünüp duruyorum. Ve şimdi bütün bunlara ek olarak, acı çekiyor ve bu sorundan dolayı gözyaşı döküyorum. Bence, devrimden sonraki yıllarda sosyal bilimler İran’ın en büyük ve en kanlı kurbanı olmuştur. Hamaney’in, ev hanımlarına seslendiği bir konuşmasında, Kur’an’dan sosyal bilimlerin prensiplerini çıkaralım dediğini duyduğumda bu beni kahretti. Hamaney’in sosyal bilimlerden anlamadığını zaten biliyordum. Ama Kur’an bilgisinden de yoksun olduğunu yeni öğrendim. Şunu anladım ki İran, adaletsizliğine ek olarak, cehaletini de ulusa zorla kabul ettiren bir lidere sahiptir. O, en küçük düşünce kırıntısı bile içermeyen beyanatlarda bulunup durmaktadır.
Ben biliyorum ki Hamaney teoloji ve felsefe alanında pek bilgili biri değildir. Hakkında bilgisi olabilecek sosyal bilimler, sadece edebiyat ve tarihten ibarettir. Fakat tarih alanında bile eksikleri vardır, yani tarih felsefesi öğrenimi bile görmemiş ve o konuda hiçbir şey bilmemektedir. İnsanın kanını donduran böylesi ağır beyanatlarda bulunmasını sağlayan işte bu cehalettir. Kur’an’dan sosyal bilimlerin ilkeleri çıkarılmalı diyor ve Haddad Adil, Keçuyan ve benzerleri onun beyanatlarını övmeyi ve desteklemeyi kendilerine meslek edinmişlerdir. Bu şakşakçıların sayısı hızla artmaktadır ve şimdi, Kültürel Devrim Yüksek Şurası’nda 30’dan fazla böylesi insan vardır. Onlar bu beyanatları, cehaletlerinden ya da gizli gündemlerinden dolayı destekliyorlar ve liderlerini neşeye boğuyorlar. Ama maalesef sosyal bilimlerin geri kalmışlığına ve ortaya çıkan sıkıntıya katlanmak zorunda kalan İran ulusu oluyor.
İran İslam Cumhuriyeti liderinin “veli-yi fakih” olduğu ve “velayet-i fakih” teorisi temeline göre onun sadece fıkıh ve siyaset meselelerinde yorum yapma, fetva ve hükümler yayımlama hakkına sahip olduğu gerçeği anlaşılmayacak kadar zor bir nokta mıdır? Onun, sosyal bilimlerde hükümler bildirme hakkı yoktur. Hamaney’in ya da o görevi dolduran herhangi birinin, şu ya da bu felsefi teorinin doğruluğunu ya da yanlışlığını söylemeye hakkı yoktur. Örneğin, O bundan böyle, “varlığın aslı (asalet-i vücut)”na bağlı kalmalıyız, “özün aslı (asalet-i mahiyet)”nı terk etmeliyiz ya da bu böyle olmalı, şu şöyle olmalı diyemez. Bu, ne onun uzmanlık alanına girer, ne de yargı yetkisine girer. Bu türden cahilce ve uygunsuz beyanatların, ülkemizdeki bilgili insanları ve yeni şeyler öğrenme yolundakileri nasıl etkileyeceğini sadece Allah bilir.
Buna göre, sosyal bilimler ilkelerinin Kur’an’dan çıkarılacağının söylenmesi, tıp alanındaki ilkelerin ya da matematik, kimya, fizik, astronomi ve jeoloji ilkelerinin de Kur’an’dan elde edilmesi gerektiğini söylemekten farksızdır (ve ben biliyorum ki pek çok insan bunu böyle yapma arzusu gütmektedir). Bu beyanatlar arasında hiç bir fark yoktur. Onların hepsi aynı derecede tuhaf ve cahilcedir. Onlar, bu bilimlerin bir dizi ahlaki emir olduğunu ya da felsefi düşünce ile aynı düzeyde olduğunu düşünüyorlar. Onların deneysel (ampirik) boyutlarına hiç dikkat etmiyorlar. Yine de onlar, sosyal bilimlerin deneysel alanlar olmadıgını, onun iletilen/aktarılan alanlar olduğunu düşünüyorlar. Hatırlıyorum da bir keresinde Ayetullah Cevadi Amuli, nasıl gemi yapılacağını Kur’an’ın Nuh hakkındaki kıssasından almamız gerektiğini ya da tarımla ilgili yapılması gerekenleri şu veya bu kıssalardan elde etmemiz gerektiğini söylemişti. Bu, bir zamanlar Hz. Meryem’in tecrübelerinden yola çıkarak matematikle ilgili bilgiler elde etmeye çalışan İngiliz rahibin çabalarına benzemektedir. Sizin sorunuza cevap olacağına inandığım birinci nokta budur ve en büyük sıkıntı buradan kaynaklanmaktadır.
Fakat apaçık ortada olan ikinci nokta, yalnızca sosyal bilimlerde uzman olan insanların bu konularda bir şeyler söylemeye yetki sahibi olduklarıdır. Yani bu alanlarda yapılmış büyük gelişmelerin farkında olan ve aynı zamanda bu konularda yöneltilen eleştirilere vakıf olan insanlar. Başka bir deyişle, sosyal bilimlerle tanışık olan insanlar yani daha önce bahsettiğimiz “ikinci derecede bakış açısı”na sahip insanlar. Diğer mesele şudur ki, böyle bir çalışma aslında şimdi yerine getiriliyor. Demek istediğim, sosyal bilimlerin yanı sıra “bilim felsefesi” genel başlığı altında toplanan bilgi alanları da vardır. Onların görevi sosyal bilimlere değer biçmek ve eleştirmektir. Bu alanlar (metotlarından ve görüş açılarından tutun da ilkeleri ve teorilerine kadar değişiklikler gösterir), sosyal bilimleri mercek altına koymuş ve onlara değer biçip onları eleştirmiştir. Eğer Hamaney bu şeyler hakkında muntazam bilgiye sahip olsaydı ve onun danışmanları ona layıkıyla yardım etselerdi, o, İran’da sosyal bilimlerin güçlendirilmesi gerektiğini bilirdi. Bu, yerine getirilmesi gereken güzel bir temennidir. Son 30 yıldır, canla başla bu gayeye ulaşmak için çabaladım. Devrim sonrası ilk yıllarda, İran üniversitelerinde sosyal bilimler felsefesi ve doğa bilimleri felsefesi dersleri verdim. Tarih felsefesi hakkında sayısız konferanslar verdim. Söylemekten mutluluk duyuyorum ki, bu fikirlere aşina olan bir öğrenci nesline hocalık yaptım.
Sosyal bilimler meselesi ve sosyal bilimler felsefesi akademisyenler tarafından icra edilmelidir. Bilim, gizemli şekilde, gizli bir köşede dikilip, daha sonra insanlara giydirilecek bir cüppe değildir. Üniversitelerimiz, dikişin yapıldığı yerlerdir. Akademisyenlerimiz, korkusuzca bilimlerini üretebilmeli ve kritik edebilmelidirler. Eleştiri, bilimleri daha sağlıklı ve daha düzgün bir hale getirir. Bizler, Batı’dan geldi ve Batı hayranı oluruz diye sosyal bilimleri almayı reddedemeyiz. Öğrenme ve düşünme, herhangi bir topluluğa, döneme ve nesle ait olan bir nimet değildir. Allah’ın bütün kulları düşünce üretebilir. Eğer üniversitelerimizin kapılarını açarsak, eğer korkudan ve tehditten muaf bir ortamı profesörlerimiz için oluşturabilirsek, o zaman, biz bu bilimlere katkıda bulunabiliriz.
Son bir kaç asırdır, sosyal bilimler alanında insanlık tarafından yapılmış kazanımları reddetmek, gerçekten küstah ve saygısızca bir davranıştır ve bu küstahlık da yalnız cahil insanların sahip olabileceği bir özelliktir.
Benim önerim şudur ki, sosyal bilimle uğraşan bilim adamları bu alanları özgürce öğretebilmeli ve sosyal bilimler filozofları bu alanların eleştirel felsefesini yine özgürce öğretebilmelidir. Onlar, bu işe girişirlerken dindar teorisyenlerden de faydalanabilmeli ve Kur’an’ı, kıssaları, tarihi ve hadisleri de kaynak olarak kullanabilmelidirler.
Sorunuza cevaben bahsedeceğim bir diğer mesele şu: Neden bu beyler son zamanlarda sosyal bilimleri aniden düşünür oldular? Devrimden bu yana 30 yıl geçti ve ulema, 30 yıldır (hayır 100’lerce yıl diyelim) Kur’an’ı inceliyor ve ondan teoriler çıkarıyor. Şimdiye kadar bunu yapmaktan ulemayı kimse engelledi mi? Bugün, bu nedenle mi onlara Kur’an’dan bilimsel ilkeler çıkarmaları tavsiye ediliyor? İnsanların dini katkılarından ve hükümete ait olan ya da olmayan kaynaklardan istifade eden ulemanın bundan başka görevi yok mu? Neden onlar şu ana kadar, herhangi bir teklifle ortaya çıkmadılar? Eğer herhangi bir faydalı, bilimsel teklif ortaya koysalardı, şüphesiz onlar insanların akıllarında yer edinirlerdi ve bilgi dünyasında gururla yer alırlardı.
Bana öyle geliyor ki, eğer Hamaney’in tavsiyesine göre hareket edilirse, İran’ın kültür ve eğitim dünyasında karanlık bir çağ başlayacaktır. Sofu medreselerden gelen pek çok deneyimsiz, Arapça ve birkaç hadis bilen bir sürü cahil insan ortaya çıkacak ve üniversite profesörlerini yıldıracaklardır. Profesörlerin yaptıkları her öneriye onlar, bazı noksan ve konuyla alakası olmayan alıntılarla cevap vereceklerdir ve akabinde “bütün dünyayı avucumuzun içine aldık” diye böbürleneceklerdir.
Son bir kaç yıldır, Hamaney’in teşvikiyle İran’da “teori kurma kürsüsü ve yazılım hareketi” olarak bilinen bir gelişmeye tanık olduk. Gerçekten anlamıyorum; teori ortaya koymak için nasıl kürsü kurabiliyorsunuz?! Yani kasten ve zorla aklınızdan teori üretebilmek mümkün müdür? Uzun yıllar boyunca düşünce ve araştırma ile özgürce meşgul olan bilim adamları, aniden bir fikre sahip olabilirler ve daha sonra yeni bir teori olarak bilim camiası tarafından kabul görür ve öyle takdim edilir. Fakat teoride bulunmak için bir araya gelecek bir grup insanın, kaşlarını çatıp kendilerini teori üretmek için zorlamalarını düşünmek, bir grup insanın şiir ortaya koyma fikriyle bir araya gelmesine benzer. Güzel şiirler, şairler tarafından ortaya çıkar. Yani güzel şiiri, kaşlarını çatıp kendilerini zorlayarak “güzel şiir yazacağım” diyen şairler yazamaz. Şiir insanın içinden gelmek zorundadır ve bu, şair tarafından ortaya koyulan yılların çabası ve deneyimine bağlıdır.
Bu beyler, bilim tarihini ve bilimsel teorilerin ne şekilde doğduğunu bilmiyorlar. Bilimle dalga geçmemeleri gerektiğinin farkında değiller. Bilimle yanlış şekilde haşir neşirler. Bilimde kestirme yollara başvuramazsınız. Bilime tevazu ile yaklaşmak zorundasınız. Eğer yeteneğiniz varsa, bilgi dünyasına kendi küçük katkınızı yapmalı ve bilim kervanına yardımda bulunmalısınız.
Şimdi işler öyle bir noktaya geldi ki, Sadıki Reşad adlı cahil bir ulemaya, Dr. Davari tarafından 40 sene önce yazılmış “Farabi’nin Felsefesi” adlı çalışmasından dolayı Farabi özel ödülü veriyorlar.
Foucault[7]’nun Düşüncesindeki Gizli Yıkıcılık
Burada, başka bir meseleye daha dikkat çekmek istiyorum. Ülkemizde bazı insanlar, mesela Michel Foucault”nunki gibi Batı’ya ait bazı sosyal bilim teorilerini ve düşüncelerini ele alıyorlar ve bu Batılı sosyal bilimlerin, taraflı ve hepsinin güç/iktidar tarafından yozlaştırılmış olduğunu ileri sürerek kullanmayı reddediyorlar. Dayanakları ise Foucault”nun sosyal bilimlerin güç, iktidar gölgesinde temayüz ettiğini ve onunla yakın ilişki içinde olduğunu dile getirmiş olmasıdır. Bu şekilde onlar, Batı kaynaklı sosyal bilimlerin başarılarını yok saymış oluyorlar. Daha sonra, zafer kazanmış edasıyla bir araya gelip “artık onların başarısız olduğu ortaya çıktığına göre, bizim yeteneklerimizi ortaya koyma zamanı geldi” diyorlar. Ne yazık ki, bu tavırları ucuz ve kolaya kaçan bir tavırdır. Bu ancak, cahil ve oportünist (fırsatçı) insanlara geçici bir teselli sağlar.
Bütün bunlarda başka, Foucault’nun teorisi çok da ciddiye alınmamalıdır. Çünkü sadece ben değil, aynı zamanda onun felsefesini eleştirenler de onun fikirlerinde oldukça yıkıcı bir görecelik yattığını söylemektedirler. Eğer sadece tartışma, beyin fırtınası uğruna bu problemleri görmezden gelir ve bunu ciddiye alırsak, o zaman, Foucault’nun teorisinin sadece Batı bilimini içermekle kalmayıp aynı zamanda İslam fıkhını, İslam felsefesini ve ilahiyatı da içerdiğini kabul etmemiz gerekecek. Bunun yanında, bütün bu alanların itibarı sarsılacaktır. Onlar, Batı sosyal bilimlerini geçersiz kılmak ve kullanımını uygunsuz göstermek için Foucault’nun teorisini kullanmak istediklerinde, amaçları insanları aldatmaktan başka bir şey olmayacaktır (“aldatma” kelimesini burada bilerek kullanıyorum). Eğer onun teorisi gerçekse, o zaman onun yıkıcı etkisi aynı zamanda İslam’ın bilgiye dair alanlarını da yıkıp geçecektir. Yani şu ana kadar elde edilmiş bilgiyi değil aynı zamanda gelecekte ortaya çıkacak bilgileri de etkileyecektir. Hiç bir bilgi alanı güvenilir kalmayacak, buna bu beylerin oluşturduklarına inandıkları bilimler de dahil olacaktır.
Beş Dindar Aydının Müşterek Beyanatları
SORU: Son sorum, Yeşil Hareketin talepleri doğrultusunda sizden başka dört dindar aydınla beraber yayımladığınız müşterek beyanat hakkında olacak. Bana beyanatın bizzat kendisi, içeriği ve zamanlaması çok şaşırtıcı geldi. Beş imza sahibi de geçmişte farklı duruş ve fikirleri olan kişiler. Böyle bir müşterek beyanat yayımlama ihtiyacını düşünmenize ne sebep oldu? Beyanatınız Mir Hüseyin Musevi’nin ifadesinin yayımlanmasından sonra ki iki güne denk geldi. Müşterek beyanatlara devam edecek misiniz? Yeşil Hareketin yurt dışı ayağının doğumuna mı, yoksa Yeşil Hareket için yeni bir “think-tank”a mı şahitlik ediyoruz?
CEVAP: Beşimiz bir bakıma din adamları gibiyiz; geçmişte dini risaleler yazdık ve onları geri alamıyoruz. Bu beyanatları imzalayan arkadaşlarım başka başka konularda farklı görüşe sahipler. Fakat onların hepsi, hareket içerisinde başlayan asgari noktalara inanıyorlar. Yeşil Hareket sokaklarda aksiyoner bir hareket olmuş, fakat teorik çerçevesi başka bir yerde gözler önüne serilmemiş bir hareket olduğundan bu beyanatları yayımlama ihtiyacı hissettik. Musevi henüz beyanatını yayımlamadığı bir zamanda, biz bir araya gelmiştik zaten. Bu yüzden Musevi beyanatını yayımladıktan sonra biz arkadaşlarla yollarımızı ayırmadık, beraber hareket ettik. Musevi’nin söylemediği bazı şeyler dile getirdik. Bence biz, hem Musevi’nin beyanatına tamamen sadık kaldık, hem de bu Yeşil Hareketin hatlarını aydınlattık.
Bu tür beyanatlara devam etmek niyetindeyiz. Ve bu çabalarımızın yerini bulacağına inanıyorum.
Şimdilik, bu çabamıza bir isim vermeyelim. Think-tank ya da Yeşil Hareketin yurt dışı liderliği gibi isimlerle çağırmayalım. Bu grup başka işler gerçekleştirdiğinde, başka örnekler ortaya koyduğunda ve başka beyanatlar yayımladığında, yavaş yavaş grubun ne olduğu, Yeşil Hareket içinde ne pozisyon yüklendiği ve ismi netlik kazanacaktır.
- BİTTİ -
[1] Agrega: Benzer olmayan maddelerden oluşmuş bütün, katışmaç - TDK
[2] Meta-Felsefe: Felsefenin konusunun, metotlarının ve amaçlarının felsefesidir. Yani felsefenin felsefesidir. http://tr.wikipedia.org
[3] Epistemoloji: Bilginin doğası, kapsamı ve kaynağı ile ilgilenen felsefe dalıdır. Bilgi felsefesi olarak da adlandırılmaktadır.
[4] Eleştirel felsefe (kritik felsefe): Kant, zihnimizin bilgi edinmek için giriştiği çabayı; deneylerimizin nereden geldiğini; neleri bilmemizin mümkün olduğunu temel problemler olarak ele almıştır. Bundan ötürü, Kant felsefesi, önce bilginin incelenmesiyle ve eleştirilmesiyle başlar; amacı, bilme gücümüzün incelenmesi, irdelenmesi ve eleştirilmesidir. Kant’ın felsefesine «eleştirici» (kritik) felsefe denmesi, bundan ötürüdür. Ayrıca, Kant, insan aklının kendisi ile dış dünya arasındaki ilişkiler üzerinde düşünmesine “deneyüstü” düşünme der. Transandantal bilgi «nesnelerle değil, bu nesneleri biliş tarzlarımızla ilintili» olan bilgidir. Yani bilgi teorisidir. Kant felsefesinin amacı, bu bilgiyi ortaya koymaktır. Bundan ötürü Kant’ın felsefesine «deneyüstü felsefe» de denir. Görüldüğü gibi, Kant, felsefesine temel olarak bilgi teorisini almakta, «bilginin nasıl ortaya çıktığını, sınırının ve değerinin ne olduğunu» araştırmaktadır. http://dusundurensozler.blogspot.com
[5] Dikotomi: Birbirinin zıttı olan ancak biri olmadan diğerinin anlam ifade etmeyeceği şeyleri anlatan sosyal ve siyasal bilim terimi. Gece ve gündüz zıttır. İşte bu zıtlık birbirine anlam kazandırır.
[6] Minimalist: En azı içeren / maksimalist: En çoğu içeren
[7] Michel Foucault (Mişel Fuko) 1926-1984

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası