İslam Devletine Kim İhtiyaç Duyuyor? /
Abdulvahhab el-EFENDİ
|
Bu
yazı el-Efendi’nin Türkçeye “Nasıl Bir devlet?” ismiyle çevrilen “Who
needs an Islamic state?” isimli kitabının ikinci baskısına yazdığı
önsözdür. Kitabın ikinci baskısını Türkçeye kazandıran ilke yayıncılık
yeni baskıda bu önsöze yer vermemiştir.
"Ümmet kavramının,
dünyaya ahlaki liderlik yapmak için çabalaması ve Batı egemenliği
altındaki moderniteyi karakterize eden gücün aşırı merkezileşmesine ve
tüketim çılgınlığına alternatif bir model sunması gerektiğine tüm
kalbimle inanıyorum. Bence ümmet böyle olmalı. Ama Müslümanca hayatın
ideali ve realitesi arasındaki uçurum her geçen gün büyüyor. Müslümanlar
modern dünyayla tanıştıkça, en müsrif endüstriyel toplumlardan bile
daha materyalist ve tüketim çılgını oldular. Ümmet ne yazık ki sürekli
tüketmekte, üretime de hiç katkıda bulunmadan varlığına devam
etmektedir. Egemen güçlere karşı bağımsız bir hale gelmek şöyle dursun,
dış dünyaya bağımlılığı arttıkça artmıştır. Biz bugün, Müslümanlar
insanlığa önder olmalı, ışık tutmalı, ahlaki liderlik ve örnek
davranışlar sergilemeli dediğimizde, bu iddiamız çok gülünç duruyor.
Şimdi biz, Müslümanlar intihar eylemleri yapmaktan ve bu süreçte masum
insanların ölümüne sebep olmaktan vazgeçmeliler dersek daha gerçekçi
oluruz. "
İslami Yorum için Çeviren: Fatih Peyma
Kitap
hakikaten ilginç bir şeydir. İnsan bir kitap yazıyor ve akabinde o
kitap, kendine has bir hayat sunarak hakimiyeti ele alıyor. Bu kitabın
yazılma fikri yıllardır aklımdaydı ve sanırım eski dostum Ziyauddin
Serdar olmasaydı, bu fikir bir kitap haline dönüşemezdi. O ve Merryl Wyn
Davies, Grey Seal Books’da “Çağdaş İslam dizisi” oluşturmaya
giriştikleri zaman, ben onların ilk kurbanı oluverdim. Çağdaş İslam
konusunda, bizzat seçeceğim bir konuda benden kitap yazmamı, bunu da
kısıtlı bir zaman diliminde ve herkese hitap edebilecek, herkes
tarafından anlaşılabilecek bir üslupta yapmamı istediler. Seve seve
kabul ettim ve kendime konu olarak, çok tartışılan bir konuyu “İslam
devleti” konusunu seçtim.
Bununla
birlikte, akabinde ortaya çıkan tepkilere hazırlıksız yakalanmıştım.
Hemen burada şunu itiraf etmeliyim ki, bazı ciddi tartışmaları harekete
geçirmek gibi niyetim olmuş olsa da, bu kitabı ihtilaf oluşturayım diye
yazmadım. Ben böyle düşünüyorum. Benim tüm yaptığım, uzun süredir pek
çok insanın görmezden geldiği belli başlı gerçeklere dikkat çekmekten
ibarettir. Ne “liberal” ne de “ılımlı” Müslüman sıfatlarıyla (öyle bir
izlenim vermek şöyle dursun) kendimi tanımlama yoluna gittim. Bu yüzden
Feriş Nur ve pek çoklarının bu türden moda sıfatlar hakkındaki
endişelerine hak veriyorum.
Batı’da
ve akademik çevrelerde bu kitabın ilk baskısı hakkında dile getirilen
coşkulu kabul sevindirici olsa da, bu benim öncelikli hedefim değildi.
Öncelikli hedefim, özellikle İslami çevrede var olagelen İslam tarihi ve
ilkeleri hakkında bazı ciddi yanlış anlaşılmalar bulunan “İslam
liderliği” konusunu hak ettiği anlayışa kavuşturmaktı. Bazı okuyucular,
tüm bunlara rağmen başka türlü düşüncelere kapıldılar ve benim, sapkın
fikirler savunduğumu iddia ettiler. Bu tür iddialarda bulunanların çoğu
son on altı yılda meydana gelen fırtınalı gelişmeler göz önüne
alındığında, şimdi anlattığım şeyleri farklı bir açıdan görüyor olmaları
ilginç bir ayrıntı olsa gerek. Demek on altı yılda çok şey
değişebiliyormuş.
Haklı
olarak, okuyucu kitlesi öncelikle Müslüman olan bir kitapta, başlıca
İslami hareketlerin ve onların otoriter eğilimlerinin sert bir
eleştirisini yapmanın hiçte iyi bir fikir olmadığı söylenebilir. Ama
aksini yapmak da çok doğru ve faydalı olmazdı. Ne yazık ki, bence,
oldukça yumuşak ve yapıcı (hatta bir kez daha düşünüldüğünde fazlasıyla
ılımlı) eleştiriler, bu hareketlerin takipçilerinin savunmaya/tesis
etmeye çalıştığı düşüncelerden yararlanmalarını engellemektedir.
Ben
bu eleştirileri düşünmeden yapmadım elbette. Çünkü ben bu sözleri
söylemeden önce, yaklaşık yirmi yıldan beri, bu hareketlerin hem
yazdıklarını, hem de yaptıklarını takip etmekteyim. O zamandan beri,
gelişmeler benim burada dile getirdiğim hususları doğrular niteliktedir.
Sudan’da
modern Sünni bir İslami hareketin ilk kez iktidara gelişi, tam
anlamıyla felakete dönüştü. Çünkü otoriter eğilimlere çabucak teslim
oldular ve demokrasiyi öncülleştirmek için bu kitapta teklif edilen
uyarılara aldırmadılar. Burada üzerine basa basa vurgulamaya çalışılan
husus şu ki, Müslüman topluluklar özgürlüğe ve demokrasiye fazlasıyla
öncelik vermeliler ve daha yaratıcı formüller bularak modern ulus-devlet
adlı deli gömleğinden kurtulma yoluna gitmeliler. Az önce bahsettiğim
Sudan’daki İslami hareketin, demokratik ilkelere ve fikirlere diğer pek
çok hareketten daha açık olduğunu düşündüğümüzde durum daha trajiktir.
Hamas ve diğer hareketlerin deneyimleri tam bir felaketti. Bu nedenle bu
eleştirilerimin arkasındayım ve eleştirilerimin yeterince sert
olmadığını belirtmek istiyorum.
İslam
dünyasında demokrasi olmadığı için İslamcıları suçlamak hiç de doğru
olmaz. Çünkü onlar çoğu zaman despotluk (zulüm) yapan olmaktan çok onun
kurbanları durumundadırlar. Bununla birlikte, bir kurbanın bile
seçenekleri vardır; özellikle kurban, siyasi gelişmelerde söz sahibi
olan önde gelen bir muhalif hareket ise. Bunu, Mısır’daki İhvan-ı
Müslimin’in rolü ile örneklendirebiliriz. İhvan yaygın olarak Mısır’daki
en önemli muhalif güç konumundadır. Fakat demokrasiye geçiş sürecine
yardımcı bir öncü güç olmadı. Bunun başlıca sebebi, İhvan’ın rejime
karşı birleşik bir demokratik cephe kurmak için diğer muhalif grupları
ikna etmede başarısız olmuş olmalarıdır. Bu bakımdan İhvan’ın
seçimlerdeki başarıları onu, iktidarın savunmasız bir hedefi haline
dönüştürdü. Aynı zamanda demokrasiye bir engel haline geldi. Çünkü
İhvan, başarılı olduğu takdirde hem ülke içinde hem de uluslararası bir
tepkiden çekindiğinden iktidara gelemedi ve çoğu muhalefet grupları,
İhvan’ın gizli kapaklı niyetleri olduğundan şüphelendikleri için,
onlarla koalisyona yanaşmadılar. Bu süreçte İhvan’ın sınırlı başarısı,
hükümete, İhvan’ın demokratikleşmeye direnmesinden dolayı bir bahane
sundu ve Mısır hükümeti İhvan’ın “demokrasi karşıtı İslamcılar” olarak
iktidar olmak gibi bir gündemi olduğunu iddia etmeye başladılar.
Böylesi
durumlar hemen hemen her yerde bu şekilde oluyordu. İslamcıların
demokrasi karşıtı yanlış üsluptaki konuşmaları pek çok despota,
demokratikleşmeye karşı çıkmak için bir mazeret ve bahane sağlar hale
geldi. Birkaç istisna elbette vardı. Bu istisnaya en önemli örnek,
Türkiye’dir. 2001 senesinde bir grup İslamcı, Recep Tayyip Erdoğan
liderliğinde daha ılımlı demokrasi yanlısı bir parti kurmak adına dava
arkadaşlarından ayrılmış ve ertesi yıl büyük bir başarıyla iktidara
gelmişlerdi. O zamandan beri, Türkiye’nin demokratikleşmesinde aktif bir
rol oynamakta ve hem içte hem de dışta büyük destek görmektedirler. En
azından bu grup, demokrasiye mutlak öncelik verme çağrısına kulak veren
kişilerden oluşan bir gruptur. Elbette bunda payım vardır demiyorum, ama
1994’te bu kitabım Türkçeye tercüme edildi ve söylendiğine göre büyük
çapta bir okuyucu kitlesine ulaştı ve üzerinde yorumlar yapıldı.
Ve
bir de 11 Eylül olayları var elbette. Böyle bir olayın gelmekte oluğunu
önceden tahmin ettiğimi söyleyemem. Ama bu kitapta bahsettiğim, soğuk
savaş sonrası dönemde İslam’ın hoşnutsuzluk kaynağı olacağına dair
öngörülerimi, 1985’te “Arabia” adlı dergideki bir dizi makalede ve aynı
zamanda 1998’deki (yine Zia Sardar’ın talebi üzerine) diğer bir
makalemde uzun uzadıya anlatmıştım. Bu yazılarımda (kitapta da kısaca
değindiğim gibi) İslam’ın, Batı merkezli dünya düzenine karşı sürpriz
bir dış güç rolü oynayacağını ve Batı’nın, İslam’ı istikrarsızlaştırmaya
dönük politikalarla mevcut “İslam tehdidi”ne karşı yapacağı
girişimlerin uluslararası barış ve güvenlik için ciddi sonuçlar
doğuracağı yönünde uyarılarda bulunarak görüşlerimi dile getirmiştim.
Demek istediğim kısaca şuydu: Müslümanlar mutlak surette ortak olarak
dünya düzenine dahil edilmedikçe ve dahil edilecekleri güne kadar, dünya
karışıklık içinde kalmaya mahkumdur. Bu yöndeki tahminlerim son
yıllarda meydana gelen olaylardan da görüleceği gibi doğrulanmıştır.
Ek
olarak, üzerine daha fazla çalışma yapmam gereken kısım buydu sanırım,
şunu da kabul etmem gerekir ki; evvela, İslam ümmetini olduğundan çok
daha mükemmel gösterdiğimin-gördüğümün ve onun maneviyatı ve birliği
hakkında çok fazla hüsnü zanda bulunduğumu fark ettim. Ümmet kavramının,
dünyaya ahlaki liderlik yapmak için çabalaması ve Batı egemenliği
altındaki moderniteyi karakterize eden gücün aşırı merkezileşmesine ve
tüketim çılgınlığına alternatif bir model sunması gerektiğine tüm
kalbimle inanıyorum. Bence ümmet böyle olmalı. Ama Müslümanca hayatın
ideali ve realitesi arasındaki uçurum her geçen gün büyüyor. Müslümanlar
modern dünyayla tanıştıkça, en müsrif endüstriyel toplumlardan bile
daha materyalist ve tüketim çılgını oldular. Ümmet ne yazık ki sürekli
tüketmekte, üretime de hiç katkıda bulunmadan varlığına devam
etmektedir. Egemen güçlere karşı bağımsız bir hale gelmek şöyle dursun,
dış dünyaya bağımlılığı arttıkça artmıştır. Biz bugün, Müslümanlar
insanlığa önder olmalı, ışık tutmalı, ahlaki liderlik ve örnek
davranışlar sergilemeli dediğimizde, bu iddiamız çok gülünç duruyor.
Şimdi biz, Müslümanlar intihar eylemleri yapmaktan ve bu süreçte masum
insanların ölümüne sebep olmaktan vazgeçmeliler dersek daha gerçekçi
oluruz.
İnsan
yine de umudunu kaybetmiyor. Müslüman toplumları dünya düzenine entegre
etmenin güçlüğü konusunda sadece Müslümanları suçlamak hiç de adil
olmaz. Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığı halihazırda sona erdirildi -ki
bu, egemen dünya düzeninde suç olarak en büyük adaletsizliklerden
biriydi- ama İslam dünyasını etkileyen pek çok haksızlık/adaletsizlik
desteklenmeye devam ediyor ve bu türden haksızlıklar yıllardır
yapılmaktadır. Bu dengesizliklerin devam etmesi, inşallah daha iyi yönde
bir değişim için teşvik edici bir güç olacaktır. Bizim yapmamız gereken
şu yöndedir ki, bütün bu haksızlıklara onun benzeri karşılıklar
verilmemelidir. Çünkü Kur’an, bize yanlış muamelelerde bulunanlara
iyilik yapmayı tavsiye etmektedir. Burada Müslümanların yalnızca
uğradıkları haksızlıkları düzeltmek için savaşmayıp, aynı zamanda
dünyayı da ıslah etme endişesi gütmeleri gerektiğini söylemek,
insanların kulağına çok idealist bir yaklaşım gibi gelebilir. Buna
rağmen tekrar etmekte fayda var ki, yüksek ahlaki üstünlük adına bir
arayış Müslümanlar için sadece, çok daha yüksek bir ahlaki düzen için
gereklilik değil aynı zamanda yaşam için bir zorunluluktur.
Bu
kitapta tekrar tekrar bahsedildiği gibi bu yazılarımızın hedef kitlesi,
düşünen Müslümanlardır. Bununla birlikte, burada da sürekli
vurgulamakta olduğumuz gibi bu gezegende yalnızca bizim yaşamadığımızı
göz önünde bulundurursak, başkaları da bizim muhatabımız olmaktadır. Bu
sebeple biz ne söylersek söyleyelim, bizim dışımızda kalan
muhataplarımıza karşı söylediklerimiz ikna edici, güven verici
olmalıdır. Yaşadığımız dünya üzerinde Müslümanların diyaloga girmeleri
ve bu Müslüman diyalogun modernite etrafında diğer toplumlarla bir
noktada buluşması, hem kaçınılmazdır hem de arzu edilen bir şeydir. Bu
her şeye rağmen pek çok sorun ortaya çıkarsa bile.
Müslümanların
kendine has problemi, tabiri caizse “tribünlere oynamaktır”. Yani
Müslümanlar gerçek bir diyalogdan çok, yapmacık bir hareketle Müslümanca
davrandığını iddia etmektedir. Bu sadece, Batı’ya ne kadar hoş ve
emperyalizm yanlısı olduklarını kanıtlamaya çalışan sözüm ona
“ılımlı”larla sınırlı değil, aynı zamanda cesur ve yılmaz
olabildiklerini göstermeye çalışan Müslüman yığınların büyük bir
kısmıyla da alakalıdır. Bu iki eğilim, gerçek bir diyalogu imkansız hale
getiriyor.
Problemin
en büyük belirtisi, diyalogun Müslümanlara ait bölümünü tanımlayan ve
kolaylıkla görülebilen “çıkmaz”dır. Muhammed Abduh gibilerinin yüzyıl
öncesinden sormaya başladığı aynı sorular, bugün de halen tartışılmakta
ve çok uzun zaman olmasına rağmen halen bu sorulara tatmin edici
cevaplar verilememiştir. Günümüzde Müslüman aydınlar, özellikle Batı’da
yaşayanlar, günümüzdeki tartışmalarda artık marjinal-toplum dışı
unsurlar ya da sadece dışarıdan olayları izleyen izleyiciler konumunda
değiller. Pek çoğu akademik toplulukların tam üyeleridir ve birkaçı da
kendi alanlarında önder durumundadırlar. Bazıları ise etkin Batı
akademilerinin gelişmesinde ve onların ön yargılarının düzeltilmesinde
(mesela oryantalizm hakkındaki tartışmalarda) pek çok katkıda
bulunmuşlardır. Yine de daha geniş çaptaki insan ilişkileriyle ve İslami
meseleler etrafındaki tartışmalarla meşgul olanlar arasındaki her geçen
gün büyüyen uçurum, çözüme meydan okumaya devam ediyor.
Bu
kitapta, ilk ve son olarak benzer tartışmaları birleştirerek, bu önemli
değişiklikten yararlanmaya çalıştık. Biz, modern bir siyaset bilimcisi
ve Müslüman bir entelektüel olmanın, kişilik bölünmesine yol açmaması
gerektiğini göstermek istedik. Kişinin İslami geçmişi, ehil bir siyaset
bilimcisi olarak onun yeteneklerini ve avantajlarını artırmalı ve
zenginleştirmelidir. Ve elbette nitelikli bir siyaset bilimcisi olmak
da, onun İslam tarihini anlamasında ve güncel siyasi sorunları
yorumlamasında ona yeni ufuklar açmalıdır.
Bu
hedefi gerçekleştirmede elde edilen muhtemel başarı ölçüsünde, bunu,
merhum İsmail Raci el-Faruki ve diğerleri tarafından öne sürülen
“bilginin İslamileştirilmesi” tezinin açık bir çürütülmesi olarak
görüyorum. Sadece Müslümanlara ulaşabilen, onlar tarafından elde
edilebilen “gizli” bir İslami bilgi diye bir şey olamaz. Bir tarafta
bilgi vardır, diğer bir tarafta cehalet vardır. Bununla beraber hiç
kimse, bilginin yüce ve imtiyazlı bir şeklinin var olduğunu ortaya
koyarak modern siyaset bilimine gizli niteliklerle ayrıcalık
vermemelidir. Sosyal meselelerle alakalı bütün tartışmalar gibi, siyaset
biliminin tezi (ve hatta pek çok ekonomi tezleri) tanımladıkları sosyal
realitenin bizzat parçalarıdırlar. İtirazlara rağmen bu tezler,
ideolojilerle bulanmış ve öncelikli (ve çoğu zaman tamamen tetkik
edilmiş ve hatta tamamıyla kısıtlı) varsayımlarla doludur. Bu yüzden
hiçbir şekilde, modern siyaset teorisini, İslam siyaseti hakkında başka
bir tartışmanın karara bağlanması ve neye uyması gerektiğini söyleyen
bir ölçüt olarak görmüyoruz. Bununla birlikte, bizim burada ikili bir
hedefimiz var. İslami bir yönetim hakkındaki tartışmadan yeni anlayışlar
ortaya çıkararak, sosyal bilimi geliştirmek ve modern sosyal bilimden
yeni anlayışlar çıkararak, Müslümanca tartışmanın seviyesini
yükseltmek.
Modern
demokrasi teorisi, felsefi varsayımların, ideolojik yönlendirmelerin,
gerçeklere dayanan gözlemlerin, tahminlerin ve aşırı beklentilerin
ustaca bir kombinasyonudur. Bununla birlikte o, iyi bir yönetimin nasıl
olması gerektiğine ışık tutuyor; eşit ve sağlam bir sosyal düzenin nasıl
olacağını açıklıyor. İşte bu sorular insanoğlunun (ve Müslümanların)
zihnini yıllardır kurcalayan sorulardır.
Yıllardır
var olagelen ve değişmeye devam eden, insanlara somut faydalar veren
demokrasiler, halifelik hakkındaki yüzyıllardır süren bir tartışmanın
kurbanı yapılıp göz ardı edilemez. Ve İslami kaynaklar (şura, icma vs.)
üzerinden, demokrasi için dolambaçlı, anlaşılması güç meşrulaştırmalar
yapmaya gerek yoktur. Çünkü apaçık gerçek şu ki, demokratik düzen,
kıyaslanmayacak ölçüde despotizme, tek adama dayalı ya da kliklere
dayalı bir düzene tercih edilir. Ve demokrasinin dile getirdiği
değerler, İslam ile uyum halindedir. İslam, asırlardır insanoğlunun
benimsediği değerlerden farklı bir söylemle gelmedi. Ve insanoğlunun
değerlerine, yeni ya da alışılmadık tanımlar getirmedi. Kendisinden
önceki Hristiyanlık gibi İslam, asil/yüce değerlere uymayı talep ederken
oldukça titiz davrandı. Bu şekilde, insandan sadece saldırganlıkta
bulunmaması gerektiğini değil, aynı zamanda kendisine haksızlık yapanı
da affetmesini istiyordu. Peygamber, olası bir suikast tehdidi yüzünden
Mekke’den ayrılmaya mecbur kalınca, bütün borçlarının ödenmesi
talimatını bıraktı. Kimse, onu öldürmek isteyenlere borcunu ödememe
konusunda ona bir şey diyemezdi. Nasıl olur da bu örnekte, bir Müslüman,
yüksek ahlakın gereksinimi olarak bunu fark edemez.
Dünya
üzerindeki ilk katil olan Kabil’in hikayesinin Kur’an’daki anlatımında
Kabil, sadece işlediği suçtan dolayı değil aynı zamanda Habil’in ölü
bedeninden nasıl kurtulacağı hakkında bir fikri olmadığından büyük bir
sıkıntı içerisine girmiştir.
“Derken
Allah ona kardeşinin cesedini nasıl gizleyeceğini göstermek için, yeri
eşeleyen bir karga gösterdi. Bunu gören Kabil ‘eyvah’ diye haykırdı.
Yazıklar olsun bana. Ben bu karganın yaptığını yapamayacak ve kardeşimin
cesedini gizleyemeyecek kadar aciz miyim? Ve bunun üzerine pişmanlık
duyanlardan oldu.” (5-31)
Kıssadan
çıkarılacak ahlaki ders şudur: Eğer Allah insanlara, hayvanların
davranışlarını gözlemleterek bir şey öğretebiliyorsa; mutlaka diğer
insanlara da birbirlerinin davranışlarını gözlemleterek bir şeyler
öğretebilir. Ve çağlar boyunca toplumların (Müslümanlar dahil)
zihinlerini kurcalayan pek çok soruya cevap veren demokrasi yönetimini
gördüğümüz zaman yapmamız gereken, el-Maverdi’ye ya da diğer kaynaklara,
bu türden iyi sistemlerin İslam ile uyumlu olup olmadığına bakmak
olmamalıdır. Bu konuda yapılacak şey, Kabil gibi “Yazık bize! İşleyen
bir demokrasimiz ve meclisimiz olamayacak kadar beceriksiz miyiz biz”
dememektir.
İslam
devleti hakkındaki modern tartışmalar, tekrar ediyorum, daha önce eşi
görülmemiş ve birbiriyle bağlantılı iki gelişmenin arka
planına/geçmişine karşı yürütülmüştür. İlki, yabancı güçler tarafından
kontrole ve istilaya maruz kalmış olan Müslüman topraklarının
kaybedildiği sömürge döneminin gelişidir. İkincisi (ki birincinin doğal
sonucuydu), halifeliğin çöküşüyle İslam’ın tarihte ilk kez devletsiz bir
dine dönüşmesiydi. Halifeliğin yüzyıllardır gerçek anlamından uzak
olması önemli değildi. Çünkü asıl amacından uzakta da olsa hilafet
rahatlatıcı bir unsurdu. Onun tarihten silinişi, Müslümanlar üzerinde
travmatik bir etki yaptı. Resmi dini-siyasi otorite olan halifenin
tarihten silinmesi, İslamcı grupların ortaya çıkmasına yol açtı ve diğer
bağımsız aktörlerin kendilerini, bir dini otorite olarak lanse
etmelerine sebep oldu. Bunda doğal olarak yanlış bir şey yok. Çünkü
İslam’da dini otorite her zaman değişken ve kendi içinde
çekişmeye/mücadeleye açık olmuştur. Bununla birlikte sorun şu ki, bu
hareketlerin çoğu (benim burada eleştirdiğim) otoriter bir devlet
vizyonu benimsiyorlarmış gibi görünmektedirler.
Burada,
İslami hareketlerin otoriter eğilimleri ve otoriter bir yapı olarak
İslam devletinin genel düşüncesi hakkındaki eleştirilerime bir açıklık
getirmek istiyorum. Burada halifeliğin, hayalden uzak ve daha gerçekçi
olan anlayışını dile getirdim ve “Müslümanlar için devlet” düşüncesi
lehine İslam’a dayalı devlet düşüncesinin terk edilmesini tavsiye ettim.
Hem halifeliği yeniden tesis etmedeki hem de modern uygulanabilir İslam
devleti kurmadaki başarısızlıkları göz önüne aldığımızda, inanıyorum ki
çok daha makul, sade bir hedef olarak “öncü bir Müslüman devletin
yaratılması” gerekmektedir.
Böyle
bir devletin fonksiyonu, Batı’da bir lider olarak ABD’nin oynadığı role
benzer bir rol olacaktır. Bu, hilafet fikrinden çok daha az
hırslı/iddialı bir fikirdir. Ve eninde sonunda Müslüman devletlerin AB
tarzı bir birlik inşa etmesine önayak olacaktır.
İslam
dünyasında halihazırda var olan kendimize has istikrarsızlığın sebebi,
böyle bir devletin ortaya çıkmamasıdır. İstikrarsızlık, bu rol için
birbiriyle çekişen Arap ve Müslüman devletler arasındaki rekabetten
kaynaklanıyor. Böylesi bir rol için iki aday devlet var: Malezya ve
Türkiye. Bu rol için aranan nitelikler; uygulanabilir demokrasi, güçlü
ve kendi kendine yeten bir ekonomi, canlı bir kültürel hayata sahip
olmak gibi niteliklerdir.
Her
şeye rağmen şunun farkındayım ki, bizler geçmişe şöyle bir
uzandığımızda orada bir haklılık aramaktan kendimizi alamıyoruz. Bu
istek bir bakıma, Ludwig Wittgenstein’ın felsefe yapma isteği hakkında
söylediği gibi bir aksaklık/sıkıntıdır. Bu, insanın kaşınmaya duyduğu
güçlü bir isteğe de benzetilebilir. Bu durum, zevkten çok bir tedavi
gerektirir. 1970’lerde Sudan’da, kanunların İslamileştirilmesi ve
düzenlenmesinde görevli olan bir komitenin geleneksel ulema sınıfı
temsilcileri ve Hasan Turabi arasındaki diyalog hayli ilginçtir.
Anlatılana göre, ne zaman Turabi ulemanın bilmediği bir kanun ile ilgili
bir şey teklif etse, ulema Turabi’nin teklif ettiği görüşün geçerli bir
delilini talep ederek, o görüşün hangi kitapta/kaynakta yazdığını
sorarlarmış. Turabi de her seferinde referansları ve alıntıları
layıkıyla verirmiş. Cevaplarına sürekli bir sorgulama geldiğinden dolayı
sinirlenmiş ve şöyle demiş: “Bu fikirlerim, Moğolların nehirlere attığı
kitapların birinde yazıyordu.” Demokrasinin apaçık avantajlarını
göremeyenleri ben, günümüzde İslami olmayan kitaplara havale ediyorum.
İnanıyorum ki Moğolların Dicle’ye attığı o kitaplar yeniden elde edilse
bile sorulan bu sorulara herhangi bir cevap bulunamayacaktır. Çünkü
klasik İslam eserleri bu tür konularda hiç akıl yormamıştır. Şunu
paylaşmak istiyorum ki az önce bahsettiğim dürtüye bende eğilim
gösterdim ve halifelik meselesini genişçe anlatan bir eki kitabın sonuna
koydum. Onun amacı, bu kurumun gerçekçi bir değerlendirmesini
sunmaktır. Bunu yaparken, onu yeniden canlandırmaya yönelik yorumların
ve klasik okumaların tarzından uzak bir değerlendirme sunmaya çalıştım.
Bununla birlikte, benim “realist” okuma biçimim, bu konuda oldukça
şüpheci/küçümseyici bir görüş benimseyen pek çok oryantalist ve İbni
Haldun gibilerin fikirlerinden ayrı değerlendirilmelidir.
Ek
2’deki “Şam modeli” adlı tetkikim bu kitapta benimsediğim aynı yaklaşım
tarzını takip ediyor. Bu yaklaşım, genel çerçeveyi hesaba katarak çok
daha bütüncül bir bakış açısıyla bu modelin sınırlandırmalarına ve Raşit
Halifeler anlayışının doğasına yeni anlayışlar getirmeye çalışıyor. Bu,
sadece ahlaki, siyasi ve teolojik tartışmaları ve meşrulaştırma, haklı
çıkarma sorunlarını incelemekle kalmıyor; aynı zamanda eski dönemdeki
toplumların yüz yüze kaldığı sorunlara göz atıyor. Böylece bu yaklaşım,
Emevilerin halifeliği zorla gaspı ile Raşit Halifeler arasındaki zıtlığa
fazla kafa yormuyor. Onun yerine iki modelin “mimarisi” ve yapısını
tahlil etmeye çalışıyor ve aynı zamanda, onların sorunlarını ve
sınırlarını daha geniş perspektifte ortaya koymak için onları diğer
tarihi modellerle kıyaslıyor.
Ne
Raşit Halife modeli dışlanmalı, ne de pek çoklarının yaptığı gibi Emevi
modeli yüceltilmelidir. Asıl yapılması gereken, her iki deneyimden
değerli ve faydalı dersler çıkarabileceğimiz gerçekçi bakış açıları elde
edebilmektir. Benim burada bahsettiğim “Şam modeli”, Medine modelinin
silinişinden sonra ortaya çıkmış değil; aslında Medine modeliyle beraber
yan yana yaşamışlardır. Bu yüzden Şam modeli oldukça sağlam temelli bir
modeldi. Ve dönemin ihtiyaçlarına daha çok uygundu ve özellikle
devletin genişleme/yayılma politikası taleplerine hitap ediyordu.
Son
olarak bu kitabın basılmasında emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Wan
Saiful Wan jan, Ziyauddin Serdar ve Merryl Wyn Davies bu kitapta
emekleri olan saygıdeğer dostlarımdır.
Yorumlar
Yorum Gönder