B   İ   R   H   A   S   B   İ   H   A   L/12 
Konya 02.01.2012

Neden Despotizm!

Mukayeseli siyaset bilimi tahsil etmiş bir Dost;Arap Halklarının uzun bir süreçten sonra despotizmden kurtulma  iradesini ortaya koyup meydanlarda   canhıraş bir vaziyette “artık yeter!”  diyerek  bir yıldır gündemi işgal eden bir dönemde bizim “despotizm” vurgumuzu  hafife alarak,bizi  “indirgemecilikle” suçlamaktadır. Neymiş efendim her olayı “despotizm” bağlamında ele alıyormuşuz! Batıdaki sofistik(!) ve rafine edilmiş despotizmi göremiyor, Doğudaki  ilkel despotizme kafayı takmışız!
Maalesef  despotizmin mahiyeti üzerinde yeterince  bilgi sahibi olmayan yada despotizmin toplumu ve moral değerlerini nasıl dejenere ettiği noktasını es geçmiş  İslami kesimde o kadar ciddi isimler varki bu dostumuz tek olsa gam yemeyeceğim. Mesela  Devrimci İslamın Kadim duayenlerinden bir şahsiyet  emokrasiden; “liberal kapitalist diktatörlük!” diye garib bir değerlendirme dahi yapabilmektedir.
Ümmetin siyasi modeli konusunda hala daha  yasama,yürütme ve yargı ergini tek adama veren “hilafet” modelini tek meşru yönetim şekli olarak görülmesine karşılık; Batı’nın emperyalist  vasfına takılarak, demokrasi,hukuk devleti,parlementer sistem,kuvvetler ayrılığı v.b. araçlarla halkın iradesine dayalı bir yönetim şeklini “küfür” olarak gören,en azından “soğuk” duranların varlığı bir gerçektir. Hele de  mukayeseli siyasety bilimi okumuş Dostun “rafine yada sofistik despotizm” tabiri evlere şenlik cinsinden. Hemen sormak gerekir neden sofistik/rafin!? Oysa  despotizmin  hoyratça keyfi uygulamaları varken, işi kılıfına uydurarak,gizli ve örtülü bir despotizm  demek hem mümkün değil,hem de pratikte despotik eğilim sahiplerinin başına dert açtıklarını biliyoruz. Demokrasi,hukuk devleti, devletin şeffaflığı,basın özgürlüğü,yargı bağımsızlığı  v.b  araçların tam da “despot” rejimleri ve despotik uygulamaları  önlemek,uygulamadan kaldırmak için üretildiğini bilmek gerekir.Hatırlanmalı yada bilinmelidir ki;despotizm insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi olan ve kavimlerin  kaderini olumsuz yönde etkileyen  bir  yapıdır. Bu yapı insanın tabiatından kaynaklanmaktadır. Hükmetme,idare etme,söz sahibi olma,sahip olma ,ele geçirme,teslim alma güdülerinden  beslenmektedir. Direk olarak ta insanın doğuştan kazandığı haklarını ve onurunu hedef almaktadır. İnsanı özne olmaktan çıkartıp nesneleştirme gibi bir tabiata sahiptir. Dolayısıyla insanlık tarihi despotlarla Allah’ın Halkları arasındaki çatışmanın,rekabetin,istismarın tarihidir desek mübalağa etmemiş oluruz. Zira tüm peygamberler ;zamanlarının mütref azınlıklarının tasallutundan  mahrumları halasa çıkartmak için,onları egemenlere kulluktan  alıkoyup,Rabbe kulluğa davet  için gönderildiklerini biliyoruz. İnsanların Rabbinin,Melikinin,İlahının sadece Allah olması’nın  manası budur.Ve Tevhid akidesi ile despotların istibdatının reddedilmesi arasındaki ilişki hep göz ardı edilmektedir.Rabliğin,melikliğin ve ilahlığın Allah’a has kılınmasının üzerinde bu kadar durulmasının sebebi,Despotizm olgusunun halklara kendini  Rab,melik ve ilah  olarak dayatmasıdır. Bir yönetimin bir şekilde despotizmden vaz geçmesini sağlayacak  yada despotizme yönelmesini zorlaştıracak düzenlemeler rafine yada sofistik diye nitelemek meseleyi anlamak olur. Ne olursa olsun  bir yönetimin fütursuzca despotizm sergilemesi ile çaktırmadan  dolaylı olarak despotaizm uygulaması arasında  elbetteki  önemli farklar vardır. Elbetteki önemli olan ve nihahi olarak despotik uygulamaların her nevinin ve  büyük küçük  her çeşidinin terk edilmesidir. Ve dünyanın genel tarihi seyri bu yönde cereyan etmektedir. Buna Müslüman dünyasının çok önemli katkılar sunabileceğini düşünüyorum. Yeter ki  kompleklerden kurtulup,öz güvenle dünyaya ve insanlığa açılabilme basiretini gösterebilelim. Aksi durumda hayata ve yeryüzüne yön veren,tanzim eden değil,nesneleşmiş seyirciler olarak kendi kendimizi mahkum ederiz.
            Son yüzyıllık İslamcı serüvenin demokrasi karşıtlığı;İslam Dünyasında egemen olan despot rejimlerin elini güçlendirmiş ve İslamcıların ezilmesi için Batı  nezdinde despotlara meşruiyet ve destek sağlamaktan başka bir işe yaramamıştır. Bizde de son anayasa referandumunda bu tartışmalarda açıkça göstermiştir ki;seçim hakkını  sırf  demokrasi ve oylamayı “küfür” olarak addederek boykot edenlerin kime fayda sağladığını,hangi  siyasete destek  olduğunu göstermesi bakımından ilginç bir deneyim olmuştur.
            Hasbihali, Ahmed el Efendi ile bitirelim;“Modern demokrasi teorisi, felsefi varsayımların, ideolojik yönlendirmelerin, gerçeklere dayanan gözlemlerin, tahminlerin ve aşırı beklentilerin ustaca bir kombinasyonudur. Bununla birlikte o, iyi bir yönetimin nasıl olması gerektiğine ışık tutuyor; eşit ve sağlam bir sosyal düzenin nasıl olacağını açıklıyor. İşte bu sorular insanoğlunun (ve Müslümanların) zihnini yıllardır kurcalayan sorulardır. 
Yıllardır var olagelen ve değişmeye devam eden, insanlara somut faydalar veren demokrasiler, halifelik hakkındaki yüzyıllardır süren bir tartışmanın kurbanı yapılıp göz ardı edilemez. Ve İslami kaynaklar (şura, icma vs.) üzerinden, demokrasi için dolambaçlı, anlaşılması güç meşrulaştırmalar yapmaya gerek yoktur. Çünkü apaçık gerçek şu ki, demokratik düzen, kıyaslanmayacak ölçüde despotizme, tek adama dayalı ya da kliklere dayalı bir düzene tercih edilir. Ve demokrasinin dile getirdiği değerler, İslam ile uyum halindedir. İslam, asırlardır insanoğlunun benimsediği değerlerden farklı bir söylemle gelmedi. Ve insanoğlunun değerlerine, yeni ya da alışılmadık tanımlar getirmedi. “

Mezhepçilik Dindarlık Değildir!

Evet kimi mezhepçi hassasiyete sahip kişilerin;sanıldığının ve görünenin  aksine  din dışı bir hayat tarzına ve ahlaki yapıya sahip olduğunu sıklıkla görürüz. Bu durumun örneklerine hem Sünni cenahta hemde şii/alevi kesimde görmek mümkün. Daha geçen gün Şişli’de  tanıştığım Trabzonlu bir genç;” Abi kızın babası nuh diyor peygamber demiyor.Elimde  sırları var kaynanama anlatacam.Kaynanamda Sünni,kendisi alırken mezhep farkı görmüyordu.” Diye dert yandı. Belli ki sevdiği kıza kavuşmasına  mezhebi engel vardı. Sordum;” sen namaz kılıyormusun?”  Cuma ve bayram namazlarını kaçırmazmış. Ara sırada içki içermiş.”Kayınpeder nasıl?” Cevabı hayret verici;”alkolik derecede içki tüketir. Ne namazı,ateist!”  kendilerini şii ve Sünni olarak tanımlayan halkların genel durumunun  olduğu malumdur ve hususen de Sünni ve şii ulemanın bilgisi dahilindedir.
            Neden bu duruma bir çözüm için mesai harcanmaz? Şii ve Sünni ulema halkların bu kadar cahilane bir durumda  kalmasına nasıl olurda bu kadar kayıtsız kalabilir? Tarihsel olarak içtihadlardan,felsefi anlayışlardan,menkıbe ve mevzulardan oluşmuş bu yapının yer yer de Vahiyle çeliştiği,çatıştığı sözkonusu iken ve kırk dereden tevillerle bu çelişki ve çatışma kapatılmaya,örtülmeye çalışılırken kimsenin aklına bu bataklığı kurutacak tedbirler ve çözüm yolları gelmemektedir. Sanki Sünni ve şii din adamları sınıfı bu vasattan memnundur. Ve işleri yolundadır. Irakta,Aganistan’da,Pakistan’da ve Türkiye’de,İran’da  ve  diğer İslam Ülkelerinin tamamında durum bundan farklı değildir.  
            Iraklı Sosyolog Dr. Ali El-Verdi (1913-1995) İslam Dünyasının başlı başına en büyük sorunu ve müşkülü olan suni ve şii mezhepçiliği konusundaki analizlerinde şu çarpıcı ifadeleri  ilginçtir ve üzerinde düşünülmeğe değer hikmet içermektedir.
“Dine bağlılığı çok zayıf ve dini mezheplere mensubiyeti çok kuvvetlidir. Yani Irak insanı bir yandan ateist diğer yönden de mezhepçidir” ve “Irak halkının dini eğilimi zayıflamış, kendilerinde sadece mezhepçilik kalmıştır. Böylece aynı anda hem ateist hem de mezhepçi oldular.”  Nasıl? Ayniyle vakii değimli?  
            Mezhepçlik ve mezhebi fanatizmin dindarlıkla ve samimi Müslümanlıkla da bir alakasının olmadığı bir gerçektir. İnsanlarla,arkadaşlarıyla,komşularıyla İlişkilerinde,ticaretlerinde,vatandaşlıklarında; hiçbir dini ilkeye,farz ve vacibe,helal ve harama riayet etmeyen bu kesimlerin;mezheb,cemaat,meşreb söz konusu olduğunda fanatizme varan tarafgirlikleri ve yine Allah’ın hoşnutluğunu gözetmeyen  tercih ve davranışları  bunu göstermektedir.Ve bunun çok yaygın örnekleri ile hep karşı karşıya olduğuz malumdur. İran’ın ve Hızbullah’ın, Baas Rejimi yanında bir asker teslimiyeti ile olup biten katliamlara tepkisiz kalmasının altında bu mezhebi fanatizm yatmaktadır.  Siyonizm karşıtlığına; dinin  olmazsa olamazı olan adalet  ilkesinin kurban edilmesi de; bu zaviyeden değerlendirilecek bir husustur.
            “Sünniler ve Şiilerin, Araplarla İranlıların arasını açan zorbalıktır (despotluktur). Bu zorbalık bazen fıkhî bir sarığın altına gizlendiği gibi bazen de karşımıza askeri kask ile çıkabiliyor. Ancak neticede çirkin yüzüyle o yine de zorbalıktır. İki tarafı özgürlük ve farklı olma hakkını kabul etmek dışında bir şey bir araya getiremez. Elleri halkının kanıyla boyanmış Esad’a, Nusayri halklarıyla bir iç savaşa sürüklemek ya da isim ve bencil çıkar dışında bir mensubiyeti söz konusu olmayan bölgesel mezhebi bir ittifakı kalkan edinmek fayda vermeyecek. Bölgesel Şii yapının Şam’daki kan emicilerin arkasında durmasına münasip cevap da Sünni bölgesel saf oluşturma karşılığı olmayacak. Gerçek cevap, Suriyeli devrimcilerin verdiği; mezhepçilik mantığının bir kenara bırakılması, bedeli ne olursa olsun herkes için özgürlük ve adaletin tasarlanması cevabıdır. Zalimin ya da ona karşı çıkanların mezhebi önemli değil. Önemli olan zalimi yakalayıp adalet ve doğruluğa zorlamaktır.” (M.M.Şankıti)

Edirne’de Bir Gün

İstanbul’a gelmişken Edirne’yi görmeden dönmek olurmu?Olmaz tabii! Bir gece uyandığımda  aklıma geldi ve “Ben Edirne’ye  neden gitmedim?Selimiye’yi görmem gerek!” diye düşündüm ve hemen proğramımı yaptım. Çarşamba günü sabah erkenden yola koyuldum.İstanbul’dan çıkmak varacağın yere varmaktan daha müşkil. 2,5 saatlik yolu bir 4,5 saatte tamamlayabildik ve saat 13.30 da Selimiye Camii’ndeydim. Şadırvanda buzlar arasında abdest aldım. Doğunun soğuğunu aratmayan bir soğuk vardı. Edirne hep böyleymiş. Kuru soğuğu ile meşhur bir şehrimiz. Selimiye Oldukça büyük bir Camii. Sultan Ahmed Camiinden küçük. Ayasofya ile mukayese edilmez bile. Ayasofya benim gördüğüm en heybetli mabed. Sultan Ahmed Camii bile onun heybeti yanında sönük kalıyor. Sultan Ahmedle arasında 500 yıl mesafe olsa da Ayasofya dünyacı bir anlayışın ürünü olması nedeniyle görkemini henüz geçebilmiş bir mabet henüz inşa edilememiş. Bu aslında iyidir. İslam dini bizim dünyevileşmemizi farkında olmadan frenliyor, ne kadar yarışa giriş sekte dünyevi işlerde tek dünyalıları geçemeyeceğimiz ortadadır. İstanbullu Osmanlı döneminden kalma en görkemli binalarının gayrimüslimlerin yaşadığı İstiklal Caddesi,Beyoğlu,Taksim,Boğaz,Eminönü,Karaköy  v.b.  yerlerde görülmesi boşuna değildir. Saray’ın zengin aristokrasisinin yaptıklarını saymazsak bu böyle! Neyse gelelim Edirne’ye.150 bin nüfuslu gelir kaynağı esas olarak tarım ve hayvancılık olan bir şehrimiz. Hemen Yunanistan’la sınır şehridir.
            Şehrin Merkezinde tepede Selimiye,100 metre aşağısında Eski Camii, Onun solunda Burgulu Camii Külliyeler, kapalı çarşılar, çeşmeler ve eski bir gözetleme Kulesi ile önemli tarihi eserlere sahip. Osmanlıya 90 yıl Başkentlik yapmış, İstanbul un fethi ile başkent İstanbul’a taşınmıştır. İstanbul un başkent olması ya da fethine en çok üzülenler ya da zarara uğrayanlar her halde Edirneliler olmalıdır. 
            Eski Cami’nin mihrab’ın hemen sağ yanı başındaki duvarın sağ yüzüne,yerden  2,5 metre kadar  yukarıya siyah bir taş parçacığı,duvar taşına gömülmüş ve üzeri camla kapanmıştı. Hemen altında bir tabure vardı. Bir yaşlı kadın aceleyle tabureye çıktı ve önce eliyle camın üzerinden bu taşı sıvazladı,yüzüne sürdü. İki elini açarak dua etmeye başladı.Merakla izledim. Bir kadınsa sırada bekliyordu. Biraz sonra indi sıra da bekleyen kadın tabureye çıktı ve o da duaya başladı. Yaşlı kadına yaklaştım,”Teyze  demin ne yaptın öyle bu nedir,ne anlama gelmektedir,ne dir oradaki o şey?” diye sordum.”Oğlum” dedi,”Bu Kabe taşından bir parçadır,Allah kabul etsin diye  dua ediyorum,Kabemizin bir parçasıdır,Kabe’de edilen dualar kabul olunur ya bu da Kabe’nin bir parçası sayılır.” Diye cevap verdi. Teyzeciğim, Allah’tan duada bulunmak için bu taburenin üzerine çıkmana ve bu taşı aracı olarak kullanmana gerek varmı? Buradan da dua edersen Allah bunu duyar zaten. Bak bu durum Allah’ın gücüne gider. Allah her türlü aracıyı reddetmemizi sadece kendine yönelmemizi, ancak ondan yardım istememizi  diler.” Mey anında açıklamalarda bulundum. İnanırmısınız ben bu Leyla Teyze gibi bir mü’min görmedim!  Önce “ama ben bu taşdan değil Allah’tan istiyorum!” dedi. “Ama bu taburenin üzerine çıkmanıza gerek yok ki! Hele de elinizi bu taşa sürüp, hemen onun karşısında Allah’a avuç açmanız şart değil ki. Rasulullah böyle yapmışmı?Yapmamış!” deyince “Vallahi bilmiyordum.Şimdi öğrendim. Evladım dua et bana, Allah beni affetsin!” deyiverdi. Onlar ki, sözü dinler ve onun en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahipleridir.” (zümer 17)Leyla Teyze bana bu ayeti celileyi hatırlattı. Rabbim ondan razı olsun ve ona dünyada ve ahrette iyilikler versin. Üç yoksul çocuğun meslek sahibi olması için eğitim giderlerini karşılayan bu yaşlı kadın iyilerdendi.Allah iyiliğini bereketlendirsin. Bu güzel işte bir payımın olmasının verdiği hazla gezime devam ettim.

Haftanin /Uludere; Operasyon Kazası:35 Ölü!

Haftanin’den kalkıp 50-100 kişilik Apoist eşkıya gurubu  gelip sınır karakollarını basıp 10-20-25 acemi askeri katlettiğine dair onlarca örnek vardır. Ve bu hareketlenme termal kameralarla ya da heronlarla izlendiği halde “kaçakçı zannettik!” yok “ köylü,çoban zannettik”  denerek  tespit edilen bu hareketlenmelerin hiçbirine müdahale edilmemiş,akabinde de karakollarımızda saatlerce  süren katliamlar yaşandığı herkesin malumudur. Bu konuda müdahale edilmediğinden ya da geç müdahale nedeniyle hala süren davalar mevcuttur. Çok merak ediyorum,özellikle bu olaya bilerek yada bilmeyerek  benzin taşıyan,körükle giden özellikle  Apoist,kürkçü-islamcı kesimlerin;bu kaçakçı gurup pkk militanları olsaydı ve bir karakolu basıp 35 askeri katletseydi ayni tepkiyi gösterirmiydi!? Tabii ki göstermezdi. O halde geçiniz bunları. Bu operasyon kazasına gösterilen tepkiler;Türkiye’de demokrasinin ve hukuk devleti standardlarının, 2002 den bu yana  devrimsel bir hızla yükseldiğini göstermektedir.Hatırlanmalıdır ki  2002 den önceki  vesayetçi rejim döneminde hiç kimse değil Facebook gibi  açık platformlarda,özel sohbetlerde bile  devleti eleştirirken  dönüp kapıya bakardı;  açık mı kapalımı bir duyan olmasın diye! Bu gün demokratik ve hukuk devleti standardındaki  gelişmenin sağladığı özgürlük ortamından istifadeyle;devlet,hükümet,başbakan hakaret ve iftira saldırısına uğruyor ve bu ifade özgürlüğü kapsamında değerlendiriliyor. Bu durum; Türkiye’nin nerden nereye geldiği noktasında bir göstergedir. Ancak  protesto maskesi altında  Ateşe benzin dökme operasyonlarına yani provokasyonlarına  ise diyeceğimiz sadece şudur; Hukuk yakanıza yapışır! Bu Operasyon Kazasının tek sorumlusu Pkk terörüdür ve bu Teröre destek veren kesimlerdir. Ve pkk şu ya da bu şekilde silahı bırakmadıkça da bu tür kazalar hep olacaktır. Devletin terörle mücadelesindeki demokratik ve hukuk ilkesi hassasiyeti ile hükümetin demokratikleşme niyeti bu kadar istismar edilmemelidir. Başbakana ve hükümete karşı iftira ve hakaret içerikli salvo sahiplerinin demokrasi ve hukuk umurlarında olmayabilir ancak bu cesareti de  yine  vesayet rejiminden demokratik sürece dönüşümle gelen  özgürlük ortamından aldıkları unutulmamalıdır.
Ve önümüzdeki günlerde olayın gerçek çehresinin daha bir aydınlanacağını düşünüyorum. Zira devlet eskiye oranla daha bir şeffaflaşmıştır. Ve eskiye dair tüm gizli kapaklı olaylar bu gün yargı önünde aydınlanma sürecine girmişken, Uludere’deki bu olayda varsa bir bit yeniği elbette ki açığa çıkartılacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası