İşlevini
Yitirmiş Bir Yapı Olarak;
Sunni
Hilafet Teorisi’ne
Reddiye
Atilla MORÇOL
Konya/20.01.2012
“İslam, insanlık ortak
aklının ürettiği düşünce ve araç, gerece üretenin kimliğine bakmaksızın meşru
görmekte ve alınıp istifade etmeyi caiz saymaktadır.[1]
Zira “akıl” Allah’ın ayetlerindendir ve akıl ayetinin ürettiği maruf, doğru ve
faydalı her şeyden istifade etmek Müslümanlar içinde insanlık içinde bir
haktır. Nihayetinde her şeyin sahibi ve yaratıcısı ancak Allah’tır. Bu itibarla
Batı aklının ürettiği iyi ve faydalı olan bir şeyi batıda üretilmiştir diye
reddetmek makul bir davranış değil, asabiyetten kaynaklanan bir yaklaşım olduğu
açıktır.”
Kur’an
da ve Sünnet’te Ümmetin ya da Müslüman toplumların yönetim şekliyle ilgili bir
model rejim emredilmemiştir. Rasulullah’ın Medine’deki yönetimi,nevi şahsına
müteallik,risaletin bir parçası olarak ve tamamen Allah’ın
kontrolünde,denetiminde ve direktifinde cereyan eden bir yönetimdir. Yönetim
şekli tabii olarak Müslümanlara, kavimlere, halklara bırakılmış lakin yönetim
anlayışına adalet, dürüstlük, halkın maslahatı, hukuk, muhalefet hakkı,
müşavere gibi ilkeler ve kurumlar getirilmiştir. Yani önemle üzerinde çokça
durulan ve insanlık kadar eski aile kurumuyla ilgili olarak bir model ve şekil
getirilmediği gibi. Yani aile hayatı, ilişkiler, hak ve görevler nasılsa öyle
devam etmiş yalnız İslami hükümlerle çelişen ve çatışan konular vahiyle ve
sünnetle tasfiye ve tesfiyeye tabi tutulmuştur. Bunun gibi siyaset ve yönetim
konusunda da insanlığın ortak aklı ile geliştirilmiş sultanlıklar, krallıklar,
padişahlıklar, kabile reisliği gibi yönetim anlayışı ve modeli aynen alınmış
ancak bu modeller İslam’ın ilkeleri inşa edilip, İslamileştirilmiştir. Mesela
kralların ve sultanların keyfi yönetimleri, meşru görülmemiş, hukuka bağlılığı
ve adalet öngörülmek suretiyle eksikliği giderilmiştir. Elçilerin iktidar ve
yönetimi (Âdem, Nuh, Davut, Süleyman ve Muhammed sav) risaletlerinin bir gereği
olarak tek adam yönetimi şeklinde olmalıydı ve öyle de olmuştur. Kendilerine
iktidar verilen Peygamberler, birey ve toplumların inşasında dediğim dedik bir
uygulama içinde de olmamışlardır. İstişare edecekleri bir cemaat hep yanlarında
olmuştur. Muhalefete ise zamanlarının şartlarında krallık ve sultanlıklarla
mukayese dahi edilemeyecek meşruiyet ve tolerans tanımışlardır. Örneğin,
Hudeybiye’de müşriklerle yapılan anlaşma sırasında halkın muhalefeti o kadar
yükseldi ki müşkül bir durumda kaldı ve annelerimizden Ümmü Seleme ra “dışarı
çık kurbanını kes ve ihramdan çık, seni takip edeceklerdir.” Diyerek gösterdiği
yolla bu müşkilden kurtulduğu malumdur.
İslam
insanlık ortak aklının ürettiği düşünce ve araç, gerece üretenin kimliğine
bakmaksızın meşru görmekte ve alınıp istifade etmeyi caiz saymaktadır.[2]
Zira “akıl” Allah’ın ayetlerindendir ve akıl ayetinin ürettiği maruf, doğru ve
faydalı her şeyden istifade etmek Müslümanlar içinde insanlık içinde bir
haktır. Nihayetinde her şeyin sahibi ve yaratıcısı ancak Allah’tır. Bu itibarla
Batı aklının ürettiği iyi ve faydalı olan bir şeyi batılıdır diye reddetmek
makul bir davranış değil, asabiyetten kaynaklanan bir yaklaşım olduğu açıktır.
Hilafet
yönetimi konusunu, tercihlerinin başına alan ve bu konuda hem Türkiye’de hemde
tüm İslam Ülkelerinde çeşitli eylem ve etkinliklere imza atan bir örgüt olan Hızbu-t
Tahrir’in görüşlerini esas alarak, eleştiri ve kritiklerimizi bunun üzerinden yapamaya
çalışacağız. Tahrir’in görüşleri Türkiye Resmi Veb Sitesinden alınmıştır.[3]
Hilafet rejimini savunan bütün kesimlerin ayni dili ve gerekçelerini
kullandığını biliyoruz. Sünni siyasi akımların savunduğu Hilafet Rejimi;
Emeviler ve Abbasiler döneminin ki 8 asırlık bir iktidar dönemine tekabül eder,
fıkhi,içtihadi yapılandırılmasına dayanmaktadır. Ki çoğunlukla da Vahiyle
örtüşmeyen mevzu rivayetler ekseninde şekillenmiştir.
Hilafet Rejimini Savunanlar
Demokrasi ve Özgürlük Karşıtı Pozisyona Sahiptir.
Hızbu-t Tahrir demokrasiyi reddetmekte ve
demokrasiyi,Batılıların bir “ideolojisi” olarak görmektedir.Demokrasinin halk
iradesine ve hakimiyyetine dayanmasını da “küfür” olarak nitelendirmektedir.
Tahrir;
“Batılı ülkelerin ve Amerika'nın ideolojisidir. Din'i, devletten ve hayattan
ayıran bir ideolojidir. "Kayser'in hakkını Kayser'e, Allah'ın hakkını
Allah'a bırak." ilkesine dayanır….Bu ideoloji, İslâm'la çelişen küfür ideolojisidir.” Diyerek,
” Bunun için
Müslümanların kapitalist ideolojiyi benimseyip ona bağlanmaları ve onun
fikirlerini, nizamlarını almaları haramdır. Çünkü küfür ideolojisidir;
fikirleri ve nizamları, İslâm'la çelişen küfür fikirleri ve nizamlarıdır.”
Görüşündedir.
Hızbu-t Tahrir’in ve genel olarak ta
Sünni siyasi anlayışın; bireylerin özgürlüğü konusundaki tavrı; bireyin topluma
kurban edilmesinden farksızdır. Ve toplumun kölesi konumundadır. Toplum yani
Ümmet ise, Halifenin ömür boyu tebaası durumundadır. İnsanın hürriyetini
reddeder..” inanç hürriyeti, düşünce-kanaat
hürriyeti, mülkiyet hürriyeti ve şahsî hürriyetler”in kapitalizme ait fikirler
ve ilkeler olduğu ve İslam hükümleri ile çeliştiği inancındadır.
“Bu umumî dört temel
hürriyet, İslâm hükümleri ile çelişir. Zira müslüman akidesinde hür değildir.
Eğer dininden dönerse tevbe etmesi istenir, İslâm'a dönmeyecek olursa
katledilir. Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Kim dinini değiştirirse onu
öldürün." (Buhari, Cihad ve’s-Seyr, 2794)”
Bununla
da yetinmez görüş ve anlayışlarında müslümanın
hür yani özgür olmadığını,İslam neyi ”görür” ve “gösterirse” müslümanın
buna uyması gerektiğine inanmaktadır.
“Müslüman görüşlerinde
de hür değildir. İslâm neyi görür ve gösterirse, müslümanın bu görüşü benimsemesi
icabeder. Müslümanın İslâm'ın görüşünden başka görüşünün bulunması caiz olmaz.”
Görülmektedir ki İslam’ın düşmana ihtiyacı yoktur.”Aptal”
dostlar eliyle İslam’ın; müntesibini köleleştiren bir din olduğunu yaymak için
İslam karşıtlarının ve oryantalistlerin propaganda yapmasına gerek yoktur.
Sapla saman biri birine karıştırılmış, “demokrasi özgürlükler,kapitalizm” tuhaf
bir şekilde çorba haline getirilmiş ve hüküm verilmiştir: “Demokrasi Küfürdür!”
İnanç hürriyeti, düşünce-kanaat hürriyeti, mülkiyet hürriyeti ve şahsî hürriyetler”in
kapitalizme ait fikirler ve ilkeler olduğu ve İslam hükümleri ile çeliştiği
inancındadır.
Yani
Hızbuttahrir bu “inançtadır!” o
kadar! İslam’da ne inanç hürriyeti
vardır, ne kanaat hürriyeti. Böyle bir anlayışın bir topluma egemen olması durumunda
ancak, koyu bir despotizmden
bahsetmekten başka bir seçeneğin olmayacağı açıktır. İyi ama hangi görüşün
İslam’ın görüşü olduğuna kim, nasıl karar verecek? Halk hangisine uyacak?
Halifeye yakın olanların görüşü; “İslam’ın görüşü” olarak topluma dayatılacak
ve buna da İslam’ın görüşü denecektir. Tarihte de böyle olmamışmıdır? Mesela
Halife kureyştendir rivayeti ile Halife olmanın en önemli şartı Kureyş’ten
olmak,daha sonraki dönemlerde terk edilmiş, Hızbuttahrir bile artık bu “islamın
görüşü” olarak iddia edilen görüşü diline bile almamaktadır. Kişilerin
özelliklede Halife’ye yakın çevrelerin görüşleri, anlayışları, fetvaları resmi
otorite tarafından “İslam’ın görüşü” olarak değerlendirildiğinde muhalefet tarihte olduğu gibi “Allah’a isyan
etmekle,karşı çıkmakla” suçlanacaktır.Böyle bir tabloda halka düşen tam bir
teslimiyet içinde denilene ve dikte edilene boyun eğmek, akıl ve fikir
yürütmemek olacaktır.Despotizm de zaten bundan başkası değildir. Her halde
böyle bir Rejimden en çok mağdur olacak olanlar da “İslamcı” kesimlerden
başkası olmayacaktır. Zira,İslamcı sayısı kadar görüş farklılığı içinde, biri
birleriyle bedelleşenler nasıl olacakta kendilerine “bu İslam’ın
görüşüdür,kabul edin!” denecektir de,İslamcılar bunu kabul edecektir?
Mülkiyyet
konusundaki anlayış; Emeviler zamanında oluşmuş bir mülkiyet anlayışıdır ve
cahiliye anlayışından tek farkı, elde ediliş şekline helal ve haram noktasında
bir kısıtlamadan ibarettir. Bunun yanında israf, gösteriş, lüks, meta-ı gurur,
şatafat, ümmetin birliğini ve dirliğini bozacak sınıfsallaşma konularına hiç
değinilmediği görülmektedir. Sünni siyaset anlayışı gibi Sünni mülkiyet
anlayışının da sahiplenildiği ve bir proje olarak, geçmişten iktibas edilerek
sunulduğu anlaşılmaktadır.
Şöyle denmektedir; “Müslüman mülkiyette de serbest
değildir. Ancak şerî mülk edinme sebepleri uyarınca mülkiyete sahip olması
sahihtir. Dilediğini, dilediği gibi edinmekte serbest değil, bilâkis mülkiyet
sebeplerine bağlıdır. Bu sebepler dışındaki başka bir yolla mülk edinmesi mutlak
olarak caiz değildir. Faizle, ihtikârla, içki ve domuz satışı ile veya buna
benzer şer'an yasak olan mülk edinme yollarıyla mülk edinmesi sahih değildir.
Bu yollardan herhangi biriyle mülk edinmek caiz değildir.”
Yani haram yollarla değil ama meşru yollarla Karun
kadar mülk ve mülkiyet sahibi olunmayı meşru görmektedir. Bu tam Emevi ve
Abbasi anlayışıdır.
Hızbu-t
Tahrir,Hürriyetler konusunda o kadar aşırıya kaçmaktadır ki; Allah’ın özgür
yarattığı,kendi dinini bile dayatarak,zorlayarak,emrivaki yaparak davetine izin
vermediği hür insanları adeta köle olarak görmektedir.
“İslâm'da şahsî
hürriyet yoktur. Müslüman şahsî olarak hür değildir. Aksine müslüman Şeriat'ın
kendisine gösterdikleriyle mukayyeddir. Meselâ, namaz kılmadığı veya oruç
tutmadığı zaman cezalandırılır. Sarhoş olduğu veya zina ettiği zaman
cezalandırılır. Müslüman bir kadın güzelliklerini ve zinetlerini ortaya
çıkararak açık-saçık dışarıya çıkarsa cezalandırılır. Bundan dolayıdır ki
kapitalist batı düzeninde mevcut hürriyetlerin İslâm'da yeri yoktur. Bunlar
İslâm hükümleriyle tam bir tenakuzla çelişirler.”
Öyle
anlaşılıyor ki hürriyet konusunda Müslüman kesimlerin neredeyse tamamında
egemen olan kafa karışıklığı Tahrir’de de söz konusudur. Elbette ki hürriyet
anlayışı Batılılarda sınır tanımaz bir hal almıştır. Kaldı ki Batıda da bu duruma ciddi eleştiriler yapılmaktadır.
Birçok Batı ülkesinde kürtaj yasaktır. Müstehcen neşriyata bir takım
sınırlamalar söz konudur.Bu örnekler çoğaltılabilir. Oysa İslam’ın insana
verdiği özgürlük ve hürriyet kavramı Vahyin nuzul dönemi şartlarında akıl almaz
boyuttadır. Bu hürriyet bizatihi Allah tarafından lütfedilmiştir insana; Allah’ın Dinine girip girmemekte kendi
özgür iradesini esas almıştır. Peygamberlerini sadece davet için gönderdiğini
ve davete icabette zorlama olmadığını Vahiy’le belirtildiğini görmekteyiz. [4]Namaz
ve oruç tutmayan Müslümanların cezalandırılması sadece Allah’a ait bir husus
iken Emeviler ve Abbasiler döneminde işgüzarca fetvalarla ve mevzu rivayet
fabrikası desteğinde oluşturulan fıkh ile insanlar bu dünyada da yani hesaba
çekilmeden cezalandırılma durumu ile karşı karşıya bırakılmıştır. İslam da ceza
uygulamasının dikkat edilirse zina ve içki ya da hırsızlık gibi olaylarda
olduğu gibi, kişi haklarına tecavüz ve zarar verme gibi fiiller de söz
konusudur. Namazı eda etmek yani huşu içinde kılmak önemlidir ve kişi bunu
kimseden korktuğu için değil sadece Rabbini hoşnut için gönülden yaparsa
sağlayabilir. Zorla kıldırılan namaza Allah’ın ihtiyacımı vardır? Böyle bir
namazın kişiye bir faydası mı olur? Allah taqvayı önerirken, dayatmayla ve
tehditle ibadete yönlendirmenin tarihi olduğu malumdur.
Hızbu- t Tahrir daha şimdiden “İslam’ın
görüşü” diyerek kendi görüşlerini İslam’la özdeşleştirerek baskı ve dayatmaya
başlamıştır. Ya bu çevrelerin “hilafet devletini” kurduklarını bir düşünün, her
konuda “İslam’ın görüşü” budur diyerek kendi dini anlayışını mutlak doğruymuş
gibi halka dayatacağını ve muhalefet edenleri de “Allah’a karşı gelme”
suçlaması ile hall edeceğini söylemek zor olmasa gerektir. Talibanizm
ya da neo selefizmle mantık bağlamında benzerlik dikkat çekici ve ürküntü
vericidir.
Halkın içinden çıkan insanların,halka
ait bir konuyu yani halkın yönetimini halkın insiyatifine değil de bir kişiye
layık görmeleri başta anlaşılır bir şey değildir. Böylesi bir akıl tutulmasının
hiçbir tevili olamaz. Rasulullah hayatının son günlerinde ümmetin başına
geçecek olanın seçimini, kendi uhdesinde görmekten imtina ederken ve bu işi
doğru ve hakkaniyetli bir tarzda halka
bırakırken; Rasulullahı örnek aldığını söyleyenlerin halkın iradesini görmezden
gelmeleri yada önemsememelerinin İslam anlayışıyla bağdaşmadığını anlamak için
ne yapmak lazımdır? Rasulullah Ebu Bekir ra ve İmam Ali ra işaret ettiğine dair
rivayetler olmakla birlikte bunlar tamamen işaret babından tavsiyelerdir.
Örneğin vefatından önceki günlerde namaz
kıldırması için imameti Ebu Bekr ra tevdi etmesi gibi. Yada Ali’yi ra Gadir-i Hum’da ümmete tavsiye ettiği rivayet gibi.[5] Ama bunlar sadece işaret ve tavsiye
niteliğindedir. Eğer dinin bir emri söz konusu olsaydı bu hiçbir tevile meydan
verilmeyecek şekilde açıkça bu belirtilir hatta Rasulullah’ın
rahatsızlıklarından önce bir takım görevlendirilmelerle bu teyit edilirdi. Oysa
Rasulullah; Halkın yani Ümmetin kendisiyle alakalı bir işte iradesine hiçbir
sınırlama ve dayatma getirmeyerek bu konuya verdiği önemi göstermiştir. Şimdi
Tahrir’in demokrasi reddiyesiyle ilgili açıklamalarına bakalım.
“Demokrasi Hakkında İslâm'ın
Görüşü”
Demokrasi,
halk için ve halk adına halkın hakimiyetidir. Demokratik düzende asıl olan
iradeye, egemenliğe ve infaz hakkına sahip olan halktır. Kendi kendisinin
efendisi olduğundan iradesini yürütme kudretine sahip olan halktır. Onun
üzerinde hiç kimsenin egemenliği (üstünlüğü-efendiliği ya da hakimiyeti)
yoktur. Bundan dolayı da yasa koyucu odur. Dilediği yasaları koyar, iptal
etmeyi, dilediği yasaları da ilga ve iptal eder. Buna bizzat kendisi güç
yetiremiyeceğinden kendi adına yasalar çıkarmak üzere vekiller seçer.
Hakimiyetin ve yürütmenin sahibi halktır. Yönetimi halkın bizzat kendisinin
yürütmesi güç olduğundan, halkın kendi koyduğu yasaları uygulamak için, halk
kendi adına yöneticiler seçer. Böylece halk, kapitalist batı düzeninde yönetim
kuvvetlerinin kaynağı olur. Efendi (hakim) olan, yöneten ve yasa koyan halktır.
İşte
bu demokratik düzen, bir küfür düzenidir. Beşerin uydurduğu bir düzendir ve
şerî hükümler de değildir. Bundan dolayı da bu düzenle yönetim küfürle
yönetimdir. Demokrasiye davet etmek bir küfür düzenine davet olduğundan, ona
davet etmek de veya onu herhangi bir haliyle almak da caiz değildir.
Bu
demokratik düzen, İslâm'ın hükümlerine muhaliftir. Müslümanlar bütün işlerini
Şeriat'ın hükümleriyle yürütmekle emrolunmuşlardır. Müslüman, Allah'ın kuludur.
İradesini Allah'ın emirlerine ve nehiylerine uygun yönlendirir. Ümmet de
iradesini heves ve arzularına göre yürütme hakkına sahip değildir. Çünkü, onun
hakimiyet hakkı yoktur. Ümmetin iradesini yönlendiren Şeriat'tır, zira
hakimiyetin sahibi Şeriat'tır. Böyle olduğu içindir ki ümmet yasa koyma hakkına
sahip değildir. Çünkü, Şeriat koyucu yalnız Allah'tır. Ümmetin tamamı, meselâ;
faiz, ihtikâr, zina veya içki gibi Allah'ın haram kıldığını mübah kılmaya
toplanmış olsa, onun bu icmaının hiçbir kıymeti yoktur, çünkü İslâm
hükümleriyle çelişmektedir. Eğer bunda ısrarlı olurlarsa savaşılır.
Ancak
Yüce Allah sultayı, yani yönetim ve yürütmeyi ümmete tahsis etmiş, kendi adına
hüküm ve infazı gerçekleştirmek için de yöneticinin nasbedilmesi ve seçilmesi
hakkını ümmete vermiş ve Allah yöneticinin nasb edilmesinin (belirlenmesinin)
de muhakkak beyat yoluyla olmasını emretmiştir. Sulta ve siyade-hakimiyet
arasındaki fark işte böyle anlaşılır. Hakimiyet Şeriat'ın, sulta ümmetindir.”
Demokrasi
konusunda İslam’ın görüşü denerek aslında kendi akli yorumunu insanlara İslam’ın
görüşüymüş gibi lanse etmektedirler. Görüldüğü gibi bir yöntem olarak sapla
saman biri birine karıştırılmış,
doğrularla yanlışlar köşe kapmaca oynamaktadır. Sondan başlayacak olursak;
sulta, hâkimiyet, egemenlik siyasi terimleridir ve hepsi de ayni şeyi ifade
etmektedir.
Otorite;Yaptırma, yasak
etme, emretme, itaat ettirme hakkı veya gücü, yetke, sulta, velayet,
Sulta;Otorite
,Yetki,egemenlik. Hakimiyyet; egemen olma,yönetme gücü, anlamlarına haizdir.
Burada “sulta
ümmetindir” diyerek halife olarak ortaya çıkan birine “bey’at” yani bağlılığın
ikrarı kastediliyor ki buna ‘sulta ümmetindir’ denmez. Tarihin hangi döneminde
Ümmet Halifeyi seçmiştir de beğenmediğinde de azletmiştir? Asıl sorun da budur
zaten. Halkın seçmesi yetmez, bir süreliğine halk seçecek süre dolduğunda
tekrar halkın seçimine müracaat edilecektir. Ki sulta ümmetin olmuş olsun! Güç
Halkta olmalıdır. Halk birlik olduğunda hak ve hukukunu korumasını bildiğinde
doğacak büyük güç; halkın sultasının ilahi, fıtri kaynağıdır. Her kavim/halk nasılsa
öyle idare edilecektir. Ama kesinlikle bir azınlığın, elitist bir zümrenin,
ideolojik bir partinin baskı ve istibdadı ile değil, kendisinin seçtiği bir
yönetici mekanizma tarafından yönetilmelidir. Halkın güçsüz, örgütsüz olduğu
tüm yönetim şekillerinde yönetim halkı baskı altına alması mukadderdir.
Menfaatler ve halkın siyaset karşısındaki pasifliği; iyi niyetle iktidara
gelmiş her faniyi istibdada sürüklemiştir. Bunun tek çaresi; anayasal bir
düzen, halkın yönetimi kısa bir süreliğine belirleme, süre dolduğunda ya
azletmesi ya da “devam” diyerek
yetkilendirme hakkının halka verildiği bir yönetim şeklidir. Halkı kötü idare
etmek, adaletsizlik yapmak büyük günahlardan sayıldığından bunun sorumluluğu
bir kişinin vicdanına terk edilemeyeceği aşikârdır. Yani ömür boyu seçilen
Halife vicdanının sesini dinlerse adaletle hükmeder ya dinlemezse zulümle
iştigal eder. Birde namazı kılmaya devam ederse halkın tepesinde zulme devam
eder gider! Böyle bir sisteme İslam denebilirmi? Bu nedenle Rasulullah yerine
yönetici olarak kimseyi tayin etmemiş, tavsiyelerde bulunmuş ancak yöneticiyi
Halkın kendisinin seçmesi yolunu göstermiştir.
Hâkimiyet halka ait
olmayacak, kendi kendisinin efendisi olmayacakta kim olacak? Bir insanın Allah
adına hükmetme iddiası ile bir halkın başına geçmesi, yasama yetkisine tek
başına sahip olması, neyin İslam’a uygun neyin olmadığına karar vermesi İslam
la bağdaşır bir durum değildir. Bunun bir tek istisnası vardır Elçilerin
rehberiyeti ve yöneticiliğidir. Ki Peygamberler bizatihi Allah’ın kontrolünde
bu işi yaptıklarından asla zulme ve yanlışa düşmemişlerdir. Ve Elçilerin tek
başlarına yasama, yürütme ve yargı ergini elinde bulundurması tabiidir ki
risaletin bir gereğidir. Halife olarak toplumun tepesinde süper yetkilere sahip
bir kişi, halkın denetiminden muaf ve eleştirilemez bir konumda olması; halkın
kendi kendisinin efendisi olmaktan daha iyi değildir. Hele de buna dini bir
kılıf geçirilmesi durumunda eleştiri dahi “bağilik” olarak görülecek, despotizm
ve zulüm kaçınılmaz olacaktır. İran’da Devrimin hemen akabinde başlayan
Velayet-i Fakih tartışmalarında; bu kurumun dini bir mahiyeti nedeniyle
“diktatörlüğe” kayacağı endişesi Devrimin en önemli aktörlerinden rahmetli
Ayetullah Muntazari tarafında dile getirilmiş ve maalesef zaman onun haklılığını
ispatlamıştır. Bu gün devrimin en zor döneminde 10 yıl başbakanlığını yapmış
bir şahsiyet Mir Hüseyin Musavi ve diğer muhalif liderlerin, seçimlere bile
katılmasına izin verilmemektedir. Halkın egemen olmadığı bir siyasi yapıda
İstibdat ve despotizmin egemen olduğuna şahit olmaktayız. Bu her yerde, her
zaman ve ideolojik, dini yapılarda dahi ayni sonucu vermektedir. Egemen olan
halk değilse Halk baskı altına girmektedir. Bu bir toplumsal kaide olarak
karşımızdadır. Bu durum halen ve şimdilik “demokrasi” ile, kısmen de olsa ya da
bazı sorunlar yaşansa da aşılmış olduğu ve bu sistemin bu açıdan halihazırda
yegane sitem olduğu görülmektedir. İran’da 30 yıldır hüküm süren rejim dini
esaslar üzerine kurulmuş “Hilafet” benzeri bir rejim olmasına rağmen halkın
memnuniyeti, beklentileri, mutluluğu açısından parlamenter demokratik
sistemlere tercih edilebilir ne ahlaki, ne siyasi ne de ilkesel olarak bir
pratik ortaya koyamadığı ortadadır. İran’daki sorunun kaynağı; çok partili
parlamenter seçim sistemine sahip olmamasıdır.
Müslüman
bir halk demokrasi ile yönetilirken neden heva ve hevesine uygun yasalar
çıkartsın, neden Allah’ın emir ve nehiylerine aykırı davranılsın? İran Meclisi
yasama yetkisine haizdir ve çıkartığı hiçbir kanun İslam’a aykırı olmamıştır.
Zira Anayasada buna ilişkin hüküm vardır ve Yargı Mercii tarafından bu açıdan
denetlenmektedir. Batıdaki örnekler zaten Müslüman bir halkın pratiğinden
çıkmış örnekler değildir. Müslüman parlamento üyeleri Allah’ın dinine aykırı
yasaları neden çıkartsınlar? Böyle bir şey olabilirmi? Şu ifadelere bakınız! “Çünkü,
onun hakimiyet hakkı yoktur. Ümmetin iradesini yönlendiren Şeriat'tır, zira
hâkimiyetin sahibi Şeriat'tır. Böyle olduğu içindir ki ümmet yasa koyma hakkına
sahip değildir. Çünkü, Şeriat koyucu yalnız Allah'tır” denilmektedir. Şeriat
dinle ilgili hükümlerdir. Hayatla ilgili düzenlemeler için gerekli kanunlar
“şeriata” dâhil olan konular değildir. Burada dikkat edilmesi gereken yasama
yetkisine sahip parlamentonun toplumun dini inançlarına aykırı yasa
çıkartmamasıdır. Sanki Hilafet tarihi boyunca Vahiy’deki ilahi buyruklar
/şeriat dışında hiç kanun/Ferman/Buyruk çıkartılmamış gibi. Ya da
çıkartılmasına gerekte yokmuş gibi bir anlayış söz konusudur. Oysa durum hiç te
böyle değildir. Hz. Ömer döneminden itibaren Şeri hükümlerde bile değişiklik ve
tadilata gidildiğini görmekteyiz.[6]
Hilafet tarihi boyunca çıkartılan kanun
ve fermanları alt alta sıralarsak ortaya çıkacak Tablo kara bir Tablo olacaktır.
Birçoğu ne vahye uygundur ne Rasulullah’ın sünnetine ve nede halkın rızasına.
Geçmiş bunun şahitliği ile doludur. Demokrasi konusunda ki bu akli yorumlar,
zorlama teviller; daha da ileri gidilerek naslaştırılmakta dinin yeni hükümleri
haline getirilmekte ve “demokrasi” hakkında olumlu düşünen Müslüman aydınlar, “oy” kullananlar bile tekfir edilir olduğu
malumdur. Başkalarını Allah’ın hükmünü beğenmemekle suçlayanlar, kendi indi
görüşlerini naslaştırarak, insanları kendi hükümlerine göre İslam’ın dışına
yada farklı bir şekilde kategorilere ayırma cüretini göstererek, kendilerini
hüküm mevkiine koyduklarını anlayamamaktadırlar.
Halifenin Azli Yada Mezalim
Mahkemesi Bahsi!
Halifenin
azli ya da Mezalim Mahkemesi denen olay, Allah’ın ve Rasulülünün hükmetmediği
bir konuda “hüküm” koymak anlamına gelmemekte midir? Ne Rasulullah’ın sünnetinde ne de kavli sünnetinde (Hadislerde) ve ne de
Vahiy’de yöneticilik şartlarını kaybeden bir yönetici(Halife, ki bu kavramda
sonradan ta ki Emeviler zamanında kullanıma girmiştir.)nin azl yada mezalim
mahkemesi olarak nitelenen bir kurum tarafından görevden alınacağına dair
bir hüküm ve tavsiye bulunmamaktadır.
Rasulullah zamanında da (Ki olması düşünülemez.) 4 halife döneminde de söz
konusu bile olmamış bir kurumdur. Tamamen akli ve siyasi niteliktedir. Ve tarih
boyunca da uygulandığına dair bir tek örnek göstermek mümkün değildir. Hızbuttahrir’in
bakış açısıyla sormak gerekir ki; bu durum hüküm koymak anlamına gelmezmi? Ya
da dinde olmayan bir konunun yönetimle ilgili bir aracın dini bir nasmış gibi
ileri sürülmesi; Allah’ın Dini’ne hüküm ilave etmek anlamına gelmezmi? Tabii ki
gelmez. Çünkü yönetim şekli de siyasette akli bir ameliyedir. Tıpkı ticaret
gibi. İslam ticarete ilkeler getirdiği gibi siyasete de ilke ve kurallar
getirmiş, gerisini insan aklına bırakmıştır.
Ayni
çevreler Halifenin halifelikten düşürülmesini şöyle anlatırlar ki bunun tarihte
bilinen hiçbir uygulaması yoktur. Böyle bir fırsat 3.Halife Osman döneminde
zuhur etmiş ancak bir azl mekanizması oluşturulamadığından ki ayni mantık
örgüsü içinde bu yapılamamıştır, buna ilerde değinilicektir, herkesin malumu
feci olaylara sebebiyet verilmiş adeta Ümmetin belini kıran sorunların zuhuruna
vesile olmuştur. Uzun hilafet tarihi boyunca da adil ve kâmil “halife” sayısı
üçü beşi geçmemiştir. Tıpkı Batının krallıklar tarihinde ve Doğunun
sultanlıklar tarihinde olduğu gibi. Zira tek adam yönetimi ki o Allah’ın elçisi
değilse; onca yetki, güç, servet nedeniyle, lideri; hakka yöneltmekten ziyade
zulme ve fesada sürüklemektedir. Batı bu nedenle, sultayı bir kuruma değil,
Halkın iradesine vermiş ve iktidarı da kuvvetler ayrılığı ile biri birini
denetler hale getirmiştir.
Gelelim Hızbuttahrir’in “azil”
ya da “Mezalim mahkemesiyle” görüşlerine;
“Halifeyi Hilâfet’ten dışarı
çıkaran durum ile Halifenin azlini gerektiren durum arasındaki fark ise
şudur. Birinci durum; yani Halifeyi Hilâfet’ten çıkaran durumdur. Bu durum
halifede görüldüğünde kendisine itaat gerekmez. İkinci durum, yani Halifenin
azlini gerektiren durumdur. Bu durumda ise azl işlemi bilfiil gerçekleşene
kadar Halifeye itaat farz olarak kalır.
Halifenin durumunu
değiştirip onu Hilâfet’ten çıkaran şeyler üç tanedir. Bunlar :
1. Halife eğer
İslâmdan çıkar (mürted olur) ve bunda ısrar ederse.
2. İyileşme ümidi
olmayan sürekli deliliğe tutulursa.
3. Halife kendini
yenen düşmanın eline esir düşer ve kurtulma imkanı ve umudu bulunmazsa.
Halife bu üç durumda
Hilâfet’ten çıkar yani Hilâfet yetkisini kaybeder. Bu durumlarda Halifenin
azline hükmedilmiş olmasa bile o azl olmuş sayılır. Halifede bu üç sıfattan
birinin varlığı ile ona itaat farziyeti kalkar ve bu durumda iken verdiği
emirler uygulanmaz. Ancak Halifede bu durumların var olduğunun ispatlanması
gerekir. Bu isbat ise mezalim mahkemesi önünde olması gerekir. Mezalim
Mahkemesi Halifenin Hilâfet’ten çıktığına ve azline hükmedince, müslümanlar
hemen başka bir Halife ile Hilâfet akdi yaparlar ve yeni Halifeyi
belirlerler. Halifeyi Hilâfet akdinin dışına çıkarmayan fakat yine de
Hilâfet’te kalmasının caiz olmadığı değişiklikler ise şu beş husustan ibarettir.
1. Halifenin fıskı
sebebi ile adaletin zedelenmesi.
2. Halifenin,
kadınsılaşması ya da cinsiyetinin belirsiz bir hal alması.
3. Sürekli olmayan
bir deliliğe tutulması yani bazen iyi iken bazen deli gibi davranması: Bu
durum söz konusu olduğunda Halifenin işlerini yapacak sürekli bir vekil tayin
etmek caiz değildir. Çünkü Hilâfet akdi Halifenin şahsında yapılan bir
akittir ve başkasını yani vekili kapsamaz.
4. Herhangi bir
sebepten dolayı Halifelik yükünü taşımaktan aciz duruma düşmesi: Bu sebepler
Halifenin görevini yapmasına engel olan bir organ eksikliği ya da iyileşme
ümidinin bulunmadığı bir hastalığa yakalanmasıdır.
5. Halifeyi müslümanların idaresi ve
çıkarlarının gözetilmesinde şeriate uygun bir şekilde kendi görüşü ile
idareden alıkoyan bir baskı ve tesirin bulunması.
a. Halifenin,
çevresindeki bir yahut birkaç kişinin etkisi altına girmiş olmasıdır. ….Bu
durumda bakılır; eğer bu baskıdan Halifenin kısa bir süre içinde kurtulma
imkanı varsa, Halifenin bu kişilerden kurtulması için kısa bir süre verilir.
Bu sürede bu baskı ortadan kaldırılmazsa Halifenin azledilmesi farz olur.
b. Halifenin
durumunun esirlik ya da esirliğe benzer bir hal almasıdır…Bu durumda bakılır
eğer Halifenin düşman sultasından kısa bir sürede kurtulma ümidi varsa
beklenir. Eğer bu sürede Halife kurtulursa Halifenin acziyetine sebep olan
engeller ortadan kalkmış olur. Yoksa Halifenin azli farz olur.
Söz konusu bu beş
durumdan herhangi birinin bulunması durumunda Halifenin azledilmesi farz
olur. Ancak bu durumların gerçekliliğinin mezalim mahkemesi önünde ispatı
gerekir.”
Burada anlatılan hikâye (!)
çelişkilerle doludur. Değil bir ülkenin idaresi bir kasaba da bile böyle bir
mekanizmanın uygulanması mümkün değildir. Basitlik ve ilkellik ortadadır.
Yönetim ve siyasa konusunda insanlığın hukuk devleti, insan hakları,
despotizm, özgürlük gibi ciddi yönetim problemlerine getirdiği bilimsel
tekniklerin, kurumların ve araçların varlığı ile mukayese edildiğinde ne
kadar ilkel ve despotizme, adaletsizliğe, zulme meyyal olduğu anlaşılacaktır.
Adeta adaletle zulüm arasındaki tercih, bir kişinin vicdanına terk
edilmiştir. Ve böyle ilkel bir yönetim şekline değişmez bir kutsallık
atfedilmektedir. Bir defa “hilafet
akti” ne demektir? Kimle kim arasında bir akitten bahsedilmektedir? Halk bu akitin neresindedir? Mezalim
mahkemesi halife tarafından atanma maktamıdır? Yani bu Mahkeme Halifenin
üzerinde midir? Azli sağlayacak “güç” kimin elindedir? Yasama/teşri’i, yargı
ve ordu “halife” olarak nitelendirilen
kişinin elindeyken hangi organ onu sorgulayabilir, azledebilir? Orduyu bile
kontrolü altında tutma yetkisi olan ve teşri yetkisi ile kanun koyma
yetkisine sahip bir Halife nasıl, hangi mahkeme tarafından azledilecektir?
Tarihte bunun tek bir örneği yoktur.
Görülmektedir ki,Hızbul Tahrir ve
hilafet modeli konusunda ayni düşünenler;önerdikleri ve savundukları Hilafet
modeli ile; modern çağda insanlığın tecrübeleriyle oluşmuş ve genel kabul
görmüş yönetim anlayışına tepkisel bir karşı çıkışla kendilerini bin yıllık
bir zaman diliminin gerisine mahkum etmektedirler. Önerdikleri Hilafet
modelini zannediyorlar ki İslam emretmektedir. Öyle değil, siyaset, ticaret,
yaşam’a Allah kurallar ve ilkeler koymuştur. Bu ilkelere uyulması kaydıyla
insan ve insanlar istedikleri gibi siyaset, ticaret ve yaşamı
sürdürebilirler. Aklın Allahın bir ayeti olduğu unutulmamalıdır. Bu nimetin
Allahın koyduğu ilkelere sadık
kalınarak; toplumsal,siyasal,ekonomik,ticari
çözümler,yöntemler,usuller,araçlar,modeller üretmesinden daha doğal ne
olabilir? Toplumsal gelişmede ancak böyle mümkün olur ,insan’ın dünyayı mamur
etmesi böyle gerçekleşir.
“Halifenin
Görevleri”
“Allah’ın hükümlerini
tatbik etmek,
Namazları, özellikle
Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmak,
Zekât ve diğer
vergileri toplamak,
Kadıları (hâkimleri)
ve valileri tayin etmek,
İslam devletinde
yaşayan fertlerin malını, canını, dinini, ahlâkını, neslini korumak.
İslam devletinin
sınırların korumak, cihadı tanzim etmek,
Orduları hazırlamak,
seferberlik emri vermek, komutan tayin etmek ve gerekirse
komutanlık yapmak,
İslam devleti içinde
zulme uğrayanlara veya ihtiyaç sahibi olanlara yardım etmek,
İslam devletinde
yaşayan fertler arasındaki ihtilafları çözmek ve fitneleri engellemek.”
(Halife ve Hilafet)
Rasulullah’ın döneminde doğuda
ve Batıda sultanlar ve krallar da buna benzer görevleri tek başlarına deruhte
etmektedirler. İslam yönetim konusuna getirdiği ilkelerle ve sulta sahibi
kişilerin taqvaları ve adalet anlayış ve hassasiyetleriyle; Doğu
sultanlığından ve Batı Krallığından farklı bir seyir izlemiştir. Rasulullah
nasıl ve ne şekilde yönetmişse hangi hak ve yetkilere sahipse takip eden
halifelerde ayni hak ve yetkilere sahip olmalıdır anlayışının ne İslam’la
bağdaşır bir yanı vardır nede ilk iki Halife Eba Bekr ve Ömer bin Hattab’ın
tavrıyla uyum içindedir.[7]
Bütün bu görevler anayasal
parlementer devlet sistemiyle
daha titiz ve daha etkin ve
daha kamil manada ifa edilebileceği aşikardır. Anayasa ile,yargı ve Kamu oyu
(Halk iradesi) kontrol altında tutulan bir yürütme bu görevleri hakkıyla ifa
edebilir.
Bir toplum için gerekli kanunlar,
yönetmelikler, fermanlar neden bir kişi tarafından çıkartılsın? Neden halk
tarafından seçilen bir parlamento halkı ilgilendiren yasaları yapmasın da bir
kişinin uhdesine bırakılsın bu iş!? Bunun mantıklı bir açıklaması varmıdır?
Bu keyfiliği doğruran bir yapıdır. Ve tarih boyunca da pratiği hep keyfilik
olarak görülmüştür. Tahrir’in yukarıdaki açıklamalarından sadece Allah’ın
hükümlerini tatbik etmekten bahsedilmiştir. Oysa bir toplumun çağına ve
şartlarına göre Kur’an da ve Sünnette olmayan birçok genel hususi
gereksinimleri olabilir ve bunların her biri bir kanunu, yönetmeliği, tüzüğü,
eski tabirle “fermanı” gerekli kılar. Dikkat edilirse Burada Halifenin
teşri’i yetkisinden bahsedilmemiştir. Öyle anlaşılıyor ki “kanun “ yani
teşri’i yapma ancak Allah’a has kılınınca, Halifeye kanun yapma yetkisi
verilmesi yakışık görülmemiş olacaktır. Oysa biliyoruz ki ümmete hilafet
rejimini layık görenler, Halifeye teşri’i bir görev de vermişlerdir.
|
“Hadaret ve Medeniyet”
Hızbuttahrir’in Batıdan yani gayri
Müslim dünyadan nelerin alınması caizdir nelerin alınması caiz değildir
noktasındaki görüşleri şöyledir.
“Hadaret, hayat hakkındaki
mefhumların toplamıdır. Medeniyet ise hayat işlerinde kullanılan somut
maddî şekillerdir. Hadaret, hayat görüşüne göre hususî olur. İslâm hadareti,
batı hadaretinden ve komunist hadaretinden ayrıdır. Çünkü bunların hayata
bakışları kendilerine hastır, her biri diğerine muhaliftir.
Bundan dolayı garp veya
komunist hadaretlerinden bir şey almaları, bunların her ikisinin İslâm'la
çelişmesinden dolayı müslümanlara caiz olmaz.
“Amma medeniyet eğer ilmin ilerleme
ve gelişmesinin neticesi olursa ... uçak, gemi, otomobil gibi ulaşım araçları,
sanaî, ziraî ve gelişen harp araçları, bunlar gibi beşer aklının, ilmin
ilerlemesi sonucunda keşif ve buluşlar sonucu bulunan her şey ve teknolojinin
gelişmesi ile elektronik beyin ve benzeri geliştirilen şeyler.. Bütün bu
şekiller evrensel şekillerdir, bütün âleme aittir, insanların hadaretlerinden
veya dinlerinden birine mahsus olmaz. Çünkü bunların hadaretle de, hayat
görüşüyle de bir ilgisi yoktur.
Dolayısıyla bunların
alınması caizdir. Çünkü İslâm hükümleriyle tenakuz etmezler. Bilâkis bunların
alınması farz-ı kifayedir” denilmektedir.
“Hadaret” ve
“medeniyet” ayırımı ilginç! İyi ki medeniyeti oluşturan “akıl” ve “bilgi” ürünü
şeylerin alınması “caiz” olarak görülüyor. Yoksa basit bir elektronik aleti
üretmek için bir asır beklemek gerekecekti. Hızbuttahrir bu anlayış ve
ifadesiyle yönetim şekli ve siyaseti akli ve bilimsel görmediğini ortaya
koymaktadır. Batıdaki yönetim ve siyasa konusundaki asırlar boyu süren onca
akli/bilimsel faaliyetin dini değil akli olduğu görülememektedir. İslam’ın
yönetim şekli ile ilgilide ilim adamları akli ve ilmi faaliyetlerde bulunmuş
bunun sonucunda içtihat adı altında oluşan görüşlerle Sünni hilafet teorisi
oluşturulmuştur. Bu normaldir ve olması gereken de budur. Yönetim şekli ve ülke
siyasası aklidir ve bilimsel verilere dayalıdır. Yanlış olan akli, düşünsel
içtihatların naslaştırılması ve kutsanmasıdır. Yani dinileştirilmesidir. Batı bu
süreci14 ve 15.YY kadar yaşamış bu yüzyıldaki Rönesans hareketleriyle birlikte
Kilisenin tüm hayatı kuşatan dogmatik istibdatına kritik edip eleştirmeye ve
halkın da tasvibiyle 16.YY da Reform hareketleriyle Kilisenin taassubundan
kurtulmaya başlamıştır. Siyaset ve yönetimin “Tanrısal” olduğunu ve bu konuda
Kilise’den başka kimsenin akıl yürütme
hakkının olmadığını,kiliseninde kategorik bir akılla var olanı aynen devam
ettirdiği bilinmektedir.Taki ekonomik,sosyal,siyasi alanda bir sıçramaya sahne
olan 15.YY da Rönesans ve buna bağlı olarakta 16.YY reform çalışmaları ile akli faaliyetlerin
toplumda yankı bulmasına kadar koyu bir karanlığın içinde asırlar boyu
bocalayıp durduğu malumdur.
Kapitalizmin,
komunizmin ideolojik dünya görüşü elbetteki İslam’ın dünya görüşünden farklıdır
ve çelişir ve çatışır durumdadır. Ancak, bilimsel bir çalışma ve emek ürünü
olan Marksizm’in “artık değer “ teorisinden neden yararlanılmasın, istifade
edilmesin? Yada konuyla ilgili çalışmalarda dikkate alınmasın? Bu teknolojik
bir ürün gibi “insan aklının” ürünü değilmidir? Mademki “beşer aklının” ve “ilmin”
sonucu şeylerin alınmasına cevaz veriliyor bu tür sosyal, ekonomik, siyasa,
yönetim araç gereçleri de beşeriyetin akli faaliyetlerinin sonucu elde edilmiş
bilimsel veriler değilmidir. Ki tüm insanlığın akıl melekesinin; Allah’a ait
olduğu ve “aklın” Allah’ın bir ayeti olduğu gerçeği varken; maruf, faydalı,
güzel, iş görür teknolojik yada sosyal, ekonomik, siyasa/yönetimle ilgili araç,
gereç, mekanizma, yöntemler neden alınmasın? Neden “hadaret” ve “medeniyet”
ayrımı yaparak kendi kendimizi sınırlandırıp mahrum bırakalım.? Her geçen gün;
Batıyla İslam dünyası arasındaki siyasi, askeri, ekonomik, medeni fark
büyürken, eski dünyanın köhnemiş ve artık modern hayatta işlevselliği imkânsız
olan bir hilafet peşinde zaman ve enerji tüketmek ancak Batı dünyasını memnun
edecektir ve etmektedir.
“İslâm'da Yönetim Nizamının Şekli”
Başlığı
altında Hızbuttahrir şu açıklamaları yapmaktadır.
“İslâm,
yönetim nizamının şeklinin Hilâfet Nizamı olduğunu belirlemiş ve bu nizamı
İslâm Devleti'nin tek yönetim nizamı kılmıştır. Müslim, Ebu Hazim'den rivayet
etmiştir: "Ebu Hureyre (ra) ile beş yıl kaldım. Nebî (SAV )'in şöyle
buyurduğunu anlatırken işittim: "İsrailoğullarını Peygamberler
yönetmekteydiler. Ne zaman biri ölürse ardından diğer peygamber gelirdi. Benden
sonra artık bir peygamber yoktur; halifeler olacaktır, hem de pek çok."
(Ahmed b. Hanbel, Mükessirin, 7619)”
“Halife'yi Nasbetmenin
Yolu”
“İslâm, Halife'nin
nasbedilme yolunun biat olduğunu belirlemiştir. Nafi'in İbn Ömer'den rivayetine
göre, İbn Ömer şöyle demiştir: Ömer (RA) anlattı; Resulullah'ın şöyle
buyurduğunu işittim: "Kim boynunda beyat (halkası) bulunmadan ölürse
cahiliyye ölümüyle ölmüştür." (Müslim, İmara, 3441) Ubade b. es-Samit'in
şöyle dediği rivayet edildi: "Biz Resulullah'a rahatlıkta ve zorlukta dinleyip
itaat edeceğimize, emir sahipleriyle çekişmeyeceğimize her nerede olursak
olalım hiç bir kınayıcının kınamasından korkmadan, Allah için hakkı
tutacağımıza veya söyleyeceğimize beyat ettik/söz verdik." Başka bir
hadiste ise;
"İki Halife'ye
beyat edildiğinde; onlardan, sonrakini öldürün" (Müslim, İmara, 3444)
denilmiştir.
İşte
bu hadisler, Halife'nin seçilme yolunun beyat olduğuna açıkca işaret
etmektedir. Aynı zamanda bu konuda sahabenin icmaı da gerçekleşmiştir.
Buna
göre, Hilâfet Nizamında kaim olan ve içinde biat yoluyla Halife'nin
nasbedildiği ve Allah'ın indirdiği ile yani Kitab ve Sünnet'le hüküm edildiği
her hüküm ve sulta (otorite), İslâmî hüküm ve İslâmî sulta (otorite) dir.
Müslümanların
nasbettiği ve rızayla beyat ettiği her Halife, Şer'an Halife sayılır ve
kendisine itaat etmek de vacib olur.
Bundan
dolayı Krallık rejimi İslâmî bir nizam değildir. İslâm; Britanya ve İspanya'da
olduğu gibi devlete başkanlık eden fakat yönetmeyen, Kral'ın bir sembol olduğu
Kraliyet Sistemini kabul etmez. Çünkü, Halife bir sembol değil, aksine hakim ve
ümmet yerine Allah'ın Şeriatı'nı infaz eden kimsedir. Suudî Arabistan ve
Ürdün'deki gibi Kral'ın hem reislik yaptığı hem de yönettiği Krallık Sistemini
de kabul etmez. Çünkü Halife, krallar gibi Hilâfet'e miras yoluyla varis
olamaz. Aksine onu müslümanlar seçer ve ona beyat ederler ve İslâm'da veraset
rejimi caiz değildir. Aynı zamanda Halife, müslümanlardan herhangi birinin
sahip olduğu haklardan başka herhangi bir hakka sahip değildir. Sorumlu
tutulmayan krallar gibi kanunlar üstü de değildir. Bilâkis, Allah'ın
hükümlerine boyun eğen ve yaptığı her işlemde muhasebe olunan bir kimsedir.
Krallık
Sistemi böyle olduğu gibi, Cumhuriyet rejimi de İslâmî bir nizam değildir.
İster Birleşik Devletler'de olduğu gibi başkanlık sistemi olsun, isterse Batı
Almanya'da ortaya çıktığı gibi parlamenter sistem olsun; İslâm, Cumhuriyeti
kabul etmez. Çünkü, her iki şekli ile de Cumhuriyet rejimi, hakimiyetin halka
ait olduğu demokratik düzen üzerine kuruludur. Oysa Hilâfet Nizamı, hakimiyetin
Şeriat'a ait olduğu İslâm Nizamı üzerine kuruludur. Böyle olduğu içindir ki, ümmet
Halife'yi seçme ve muhasebe hakkına sahip olsa da, onu azletme hakkına sahip
değildir. Halife'yi azleden yani azlini gerektiren bir muhalefetle Şeriat'a
aykırı davrandığında onu azleden şerî hükümdür. Azlini gerektiren bir
muhalefetle Şeriat'a aykırı gittiği zaman Halifeyi azletme yetkisine sahip olan
yalnızca Mezalim Mahkemesi'dir. Çünkü, Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey
iman edenler! Allah'a itaat eden, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine
itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygamberine döndürün.
Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorsanız." (Nisa 59) Yani o şeyi Allah'ın
ve Resulün hükmüne döndürün. Allah'ın ve Peygamber'in hükmünü temsil eden ise Mezalim
Mahkemesi'dir. Oysa Cumhurbaşkanı'nı azletme yetkisine sahip olan halktır.
Çünkü halk hakimiyetin ve icranın tek sahibidir.
Halife, belirli bir
müddetle sınırlı değil, bilâkis İslâm'ı tatbik etmekle sınırlıdır. Eğer İslâm'ı
tatbik etmezse, nasbedilmesinden bir ay sonra bile olsa azlolunur. Oysa
Cumhurbaşkanı muayyen bir müddetle bağlıdır. Üstelik parlementer sistemde
Cumhurbaşkanı'yla birlikte Başbakan vardır. Cumhurbaşkanı da yönetmeyen bir
semboldür ve onun yanında hakim olan Başbakan'dır. Halbuki Halife tek hakimdir.
Yönetim işlerini yürüten ve uygulayan bizzat kendisidir. Halife'yle beraber
kendisinden başka yöneten bakanlar yoktur.
Başkanlık Sistemi'ne
gelince; Cumhurbaşkanı yönetimi yürüten kendisi de olsa, yanında yönetim
yetkisine sahip olan bakanlar vardır. Cumhurbaşkanı da onların reisidir ve
hükümet başkanı makamındadır. Bu ise Hilâfet Nizamı'na aykırıdır. Çünkü Halife,
yönetimi bizzat yürüten ve yanında ona yardım eden muavinleri bulunan kimsedir.
Bu muavinlerin, cumhuriyetçi demokratik rejimde bakanların sahip olduğu
yetkiler gibi bir yetkileri yoktur. Halife onlara başkanlıkta bulunduğu zaman
devletin başkanı sıfatıyla seçip idare eder, yürütme kurulunun başkanı
sıfatıyla değil.”
Buradaki açıklamalardan anlaşılıyor ki, Hızbuttahrir;
toplumlardaki iktidar mücadelelerinden, baskı gruplarından, siyasetin,
iktidarın kim tarafından ve nasıl kontrol altında tutulacağından, devlet erki
denilen sultanın ne şekilde kontrol altında tutulması gerektiğinden habersiz,
eski krallıklara ve sultanlıklara “İslam” adını vererek Ümmete bir yönetim
modeli beğenmektedir. Tabii olarak ta halka ait olması gereken egemenlik ve
hâkimiyetin, Halife ismi altında bir şahsa ve yardımcılarına geniş yetkilerle
devredilmesi; keyfi ve despot bir rejimi öngörmekten başka bir anlam
taşımamaktadır. Böyle bir yönetim modelinde halka; her denilene itaat,
yönetenlere de halkı hoyratça yönetmek düşmektedir. Adaletse; Halifenin
vicdanına ve karakterine kalmıştır. Ümmetin Rasulullah’tan sonraki siyasi
tarihi, halka eziyet eden, yetkilerini kötüye kullanan, halifeliğin babadan
oğla geçtiği hatta Abbasiler de görülmeğe başlandığı üzere, ordu komutanlarının
(Askeri sınıfın) ülke yönetiminde birinci derece sorumlu olduğu Halife/ sultanı
sembolik bir konuma ittiği,despotik bir askeri rejim görüntü hep
olagelmiştir.Osmanlının son ikiyüz yıllık siyasi yapısı da tıpkı böyledir.
Sembolik bir halife başta, ülke yönetimi askeri sınıfın elinde olduğu bir
sistem İslami olamaz. Hızbuttahrir’in önerdiği Hilafet sistemi; böyle bir
yapıyı kaçınılmaz kılan bir modeldir. Kaldı ki bir toplumsal seyr içinde belli
mesafeler katetmiş olan bir halk, yüzlerce asır geride kalmış bir yönetim
şekline geri dönmesi de; ne siyaseten ne de sosyolojik olarak mümkündür.
Toplumların nasıl yönetileceği kendi halleriyle, keyfiyetleriyle alakalı bir
durumdur. Ve Allah bunu toplumsal bir kaideye bağlamıştır. İslam’da halka
hizmeti Salih bir amel kabul ettiğinden ve dinde bile zorlamayı reddettiğinden
halkın kendi yönetimini kendine bırakmıştır. Bir kavim kendi durumunu (nefsinde
olanı) değiştirmedikçe Allah o kavmin halini değiştirmez sünnetullah’ı
gereğince toplumların yönetiminin kendi ellerinde olacağının yasasını
koymuştur. Hızbuttahrir, sanki toplumu idare eden Halife ve yönetici sınıf
Allah’ın elçisiymiş gibi masum ve adalet sahibi olurmuş gibi davranmakta,
İslam’ı temsil yetkisini Halife denilen tek adamın vicdanına havale etmektedir.
Denetim olarak ta “mezalim Mahkemesi”nden bahsetmektedir. Onca güç ve yetkiyi
yani devlet sultasını elinde bulunduran Halife kendisi tarafından atanan ve
hiçbir yaptırım gücü bulunmayan bir mahkeme tarafından azledilmesi mümkünmüdür?
Hâkimiyet Halka ait olmayacak ama bir tek kişiye (Halife) ait olacak.
Hızbuttahrir “şeriat” diyor ama şeriatın uygulayıcısı Halife olduğundan
hâkimiyet ve egemenlik tek adama (Halife) ait olmuş olacaktır. “Halk Halifeyi
seçebilir” dediği de seçmekle uzaktan yakına bir alakası yoktur. Siyasi ve
askeri gücü olan biri ortaya çıkar ve halka da bu güce ” beyat” etmek düşer. Olagelen
hep budur. Sonra da halkın zorla itaatini göstermesi yani biatı emredilir. Bu “
beyata” seçim diyor Hızbuttahrir, olacak iş değil! Hızbuttahrir’in modelinde
geçmişte görüldüğü gibi halka; dayatma, baskı, zor kullanma, marabalık, itaat,
uysal olma, her şeye razı olmak ve kabul etmekten başka bir şey düşmemektedir.
“Hilâfet Devleti'nin Tek Oluşu”
Başlığı
altında, Hilafet rejimini savunanlar ; Ümmetin yönetimini, tüm İslam Dünyasını
Endonezyadan,Cezayire,Sudan’dan
Pakistan’a,Türkiye’den Arabistana
dünyanın neredeyse yarısını bir tek adamın (Halife) omuzlarına yüklemektedir.Bunun ne akıllen,ne
bilimsellikle,ne de siyaseten mümkün olmadığı açıktır.Ve gereksizdirde. İslam
bir şekli dayatmadan ziyade maksada önem veren bir dindir. Bu kadar büyük bir
coğrafyada,her bir ülkede onlarca farklı inanç ve düşünce içinde birkaç milyar
insanın bir tek Halifeye beyat etmesi (Seçmesi) nasıl mümkün
olur?Ütopik,nostaljik,kelami bir söylemden öte gitmeyecek bir teroriden başka
bir gerçekliği olmayan bir model olarak ancak tarihte yaşayan bir rejim olmaya
mahkumdur.Tatlı acı anılarıyla tarihsel bir öğe olmaktan başka bir anlamı
bulunmamaktadır. Hilafet rejimi tarihin bir öğesi olarak geride kalmıştır.
İnsanlık ortak aklının ve bilimin ortaya koyduğu ve tecrübelerle deneyimlerle
yenilenerek gelen demokratik yönetim şekilleri önümüzde dururken hala daha
geçmişte bir çok acı tecrübelere neden olmuş bir sistemi Müslüman halklara
iyiymiş ve de İslam’ın emriymiş gibi sunmak ne kadar acıdır.
Konuyla
ilgili açıklamalara dönecek olursak;
“İslâm'da yönetim nizamı olan Hilâfet Nizamı
tek bir devletin vahdet nizamıdır; federal bir düzen değildir.Tek bir İslâm
Devleti dışında, dünyada bütün müslümanlar için başka devletlerin bulunması
caiz değildir; kendilerine Allah'ın Kitabı ve Peygamber'in Sünneti'ni yani
İslâm Şeriatı'nı uygulayan bir tek Halife dışında halifelerin bulunması da caiz
olmaz. Çünkü, şerî delil böyle gelmiş ve bunun dışındakini de haram kılmıştır.
Abdullah b. Amr b. el-As (ra)'den rivayet edildiğine göre Resulullah (sav)
şöyle buyurmuştur: "Kim bir imama beyat eder, elinin ayasını ve kalbinin
semeresini ona verirse -ona gönül hoşluğuyla beyat ederse- ona itaat etsin.
Onunla çatışan bir başkası gelirse, sonrakinin buynunu vurun." (Müslim,
İmara, 3431) Ebu Sâid el-Hudrî'den Resulullah (sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "İki halifeye beyat edildiği zaman, onlardan sonrakini
öldürün." (Müslim, İmara, 3444) Yine Arfece'den rivayet edilmiştir ki: "Size
kim gelir de toplanmış saflarınızı dağıtmayı ve cemaatınızı ayırmayı isteyerek
emrederse onu öldürün." (Müslim, İmara, 3443)”
“İslâm'da Yönetim Kaideleri”
Aşağıda görüleceği üzere,Hızbuttahrir ve
benzeri çevreler, İslam dininin
yönetimle ilgili ilkelerinden yola çıkarak,
yorumla; tüm Dini, siyasal bir
alana hapsetme indirgemeciliği sergilemektedirler. Demokrasi ile ilgili olarak ta ayni şeyi bu
sefer tersinden yaparak demokrasiyi bir din olarak tanımlamaktadırlar.
Böylece İslam’la demokrasiyi ayni kulvarda biri birinin alternatifiymiş gibi
bir yanılgıya ve derin bir hataya düşmektedirler. Bunu bilerek veya bilmeyerek
yapmaları önemli değildir. Yapılan
İslam la demokrasinin mukayesesidir ve bu İslam’ı dengi olmayan ve olamayacak
bir şeyle mukayese ederek rencide etmek anlamına gelmektedir.
Hızbuttahrir’e göre;“İslâm'da yönetim nizamı
dört kaide üzerine kurulmuştur:
1- Hakimiyet Ümmetin Değil,
Şeriatın'dır.
Müslümanın ve ümmetin iradesini
yöneten, müslümanın ve ümmetin bizzat kendisi değildir. Aksine müslüman
ferdin ve müslüman ümmetin iradesi yalnızca Allah'ın emirlerine ve
yasaklarına göre yürütülmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Hayır, -öyle değil- Rabbine
and olsun ki, onlar aralarında ihtilafa düştükleri şeyde seni hakem
kılmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)
"Allah ve Resulü bir emre
hükmettiği zaman, hiçbir erkek ve kadına, işlerinde kendi isteklerini yapmak
(serbestlik) yoktur." (Azhab 36)
"Ey iman edenler! Allah'a
itaat eden, Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir
şeyde çekişirseniz, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanıyorsanız, o şeyi Allah'a
ve Resulü'ne götürün." (Nisa 59)
Resulullah (SAV) de hadisinde
şöyle buyurdu:
"Sizden biriniz, düşünce ve
istekleri benim getirdiğime tâbi olmadıkça asla iman etmiş olmaz."
İşte bu deliller, hakimiyetin
ancak Şeriat'a ait olduğu, ümmete ait olmadığı hakkında açıktırlar.”
Denilmektedir. Oysa;bu babta verilen ayet
meallerinin ve rivayetlerin; “Hakimiyet Ümmetin Değil, Şeriatın'dır.”
Çıkarımı ile alakası nedir? Zorlama teville hakimiyet nasıl şeriatın olacak?
Şeriat yani İlahi buyruk ve emirler kişisel olarakta toplumsal olarakta
insanın bizzat kesdisi tarafından yada toplumsal olarak benimsenip uygulama
konusuna giren bir hukuktur. Dini hükümlerin uygulanması için toplumun kabulü
ve yine halkın görevlendirdiği bir yönetim mekanizması gerekir. Hızbuttahrir
bunu Halife denilen tek Adama tevdi etmektedir ki Allah’a has kıldığı
hakimiyeti, konunun esas öznesi halka/ümmete değil de, tek adamın vicdanına tevdi etmektedir.
2- “Sulta (Otorite), Ümmetindir.”
“Sultanın (otoritenin), yani
yönetmenin ümmet tarafından beyatla nasbedilmesi için Şeriat koyucunun tayin
ettiği yolla ümmete ait olduğu açıktır. Halife'nin bu beyatla sultayı almış
olması ve ümmet adına yönetmesi, sultanın ümmete ait olup onu dilediğine
vermesine dair açık bir delildir. Ümmetin emiri emirliğe getirmesi, onu nasb
etmesi ve ona itaat etmesini açıklayan sarih hadisler gelmiştir. Abdullah b.
Ömer'den Nebî (SAV)'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: "Aralarından
birisini kendilerine emir seçmeden, üç kişiye yeryüzünde sefere çıkıyor
olmaları helâl değildir." (Ahmed b. Hanbel, Sahabe, 6360) Bu hadis
emirliğe getirmenin ümmete ait olduğunun sarih bir delilidir.”
Sulta ve hâkimiyet ayırımı
anlamsızdır. Söz konusu olan halkın yönetiminde “belirleyici” olan meşru
“güç” tür ve buna ister sulta deyin isterse hâkimiyet, bunun öznesi halk
olduğuna göre elbette ki halka ait olmalıdır. Halk bu hâkimiyetini ya da
sultasını dini referanslarına göre kullanacağı tabiidir. Halkın dini
hassasiyeti, ticarette gösterdiği rikkat gibi siyasette de göstereceği malumdur.
Dindar bir toplum emaneti ehline verecektir. Ama her halükarda kendine hizmet
edecek bilgi ve donanıma sahip olanları yönetime getirecektir. Yöneticilik
vasfı olmayan, dünyayı tanımayan, siyaset bilmeyen kişileri abid te olsalar
iktidara getirilmeyeceği nakli ve akli delillerle sabittir. Mademki halifeyi seçmek
ve göreve getirmek Ümmete aittir, o halde bu halifeyi denetlemek ve azletme
yetkisi de halka/ümmete ait olmalıdır. Yoksa birilerinin halife olarak lanse
ettiği bir kişiye halkın şu yada bu şekilde beyat etmesi; ne “sultanın ümmete
ait “ olduğunu gösterir nede halifeyi
seçtiğini. Günümüzdeki tek partili vesayetçi despot rejimlerdeki gibi tek
partili rejimlerdeki, ya da geçmişte krallıkların ve sultanlıkların halk
tarafından “bağlılık yemini” törenlerinin seçimle bir alakasının olmadığı
açıktır.
3- “Devlette Tatbik Edilen
Hükümleri Benimseme Hakkı Yalnızca Halife'nindir.”
“Anayasa Ve Diğer Kanunları Koyan
da Odur. Yalnızca Halife'nin hükümler benimseme hakkına sahip olduğu
sahabenin icmaı ile sabittir. Bu icmaadan şu meşhur kaideler
çıkartılmıştır:
"İmamın emri, ihtilafları
kaldırır." "Sultanın emri uygulanır." "Müşkillerden
ortaya çıkanlar miktarınca, hükümler ihdas etmesi, sultanın hakkıdır."
Yani teşrii, kanun yapma yetkisi,
anayasa hazırlama görevini Hızbuttahrir, bir tek “adam”ın omuzlarına ve
sorumluluğuna vermektedir. Oysa Halk tarafından seçilmiş bir parlamentonun bu
görevi yerine getirmesi, hatta çıkan yasaları anayasaya uygunluk denetimi
yapan bir mahkemenin olması dinen ne mahsuru olacaktır? Mademki bir kişiye
(Halife) teşrii yetkisi meşrudur, o kişi de Halk/Ümmet tarafından seçilmiştir,
hangi şer’i şebep bir tek “adama” verilen yetkiyi halk tarafından seçilmiş
bir parlamentoya vermemiş olsun? Seçilmiş bir parlamento ile ve yargı
denetimiyle teş’ri görevi mukayese edilemeyecek derecede daha kamil manada
ifa edilmiş olacaktır.
Hızbuttahrir’in
açıklamalarından; Halife ve yöneticilerin “ümmet” tarafından “denetleneceği”
ve “muhasebe edileceği” gibi ifadeler bulunsa da bu ne denetleme ve nede
hesap sorulma anlamına gelmemektedir. Hilafet tarihi boyunca böyle bir şey de
söz konusu olmamıştır. Bunun bir örneğine rastlamak mümkün değildir. Mevcut
mekanizma içinde de bu mümkün değildir.
|
Hızbuttahrir konuyla
ilgili olarak; “Yüce Allah yöneticilere itaatı farz kılmış ve onların amelleri
ve tasarruflarını denetlemeyi de vacib kılmıştır. Müslümanlara; yöneticileri
denetlemeyi ve tebanın hukukunu çiğnedikleri; tebayla ilgili vazifelerinde
kusur gösterdikleri; tebanın işlerinden birini ihmal ettikleri; İslâm hükümlerinden
birine muhalefet ettikleri veya Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla
yönettikleri zaman onları değiştirmeyi kesin bir emirle emretmiştir. Resulullah
(SAV) şöyle buyurmuştur: "Cihadın en üstünü, zalim bir sultana hak sözü
söylemektir." (Ahmed b. Hanbel, Mükessirin, 10716)”
Bizim
de üzerinde durduğumuz nokta budur zaten! Fakat “onları değiştirmeyi kesin bir
emirle emretmiştir.” Dense de halkın
elinde bunu yapacak ne bir güç vardır ne
de mekanizma. Siz ordu komutanlığını, teşri yetkisini tek
yetkili yönetici olarak Halifeye verirseniz ve İslam’la yöneten yöneticiye
(Sudi Kralları da İslam la yönettikleri iddiasındadırlar ve Şeriat kanunları
Arabistan’da caridir) itaat farzdır derseniz kim, nasıl, ne ile Halifeyi
değiştirecektir. Sistemin kendi yapısı buna manidir. Hem İslam değiştirmeyi
kesin bir emirle emretmiştir” denilmektedir ve hem de buna izin vermeyen bir modeli(Hilafet) İslam’ın
tek yönetim şekli olduğunu iddia edilmektedir. Ki bu açık bir çelişkidir.
“Allah'a
İsyanla Emretmedikçe İslâm'la Yöneten Yöneticiye İtaat Farzdır”
Başlığı altında ise şu
açıklamalar yapılmaktadır.
“Allah'ın indirdiğiyle
yöneten bir yöneticiye, ma'siyetle (Allah'a isyanla) emretmedikçe ve
yönetiminde açık küfrü açığa çıkmadıkça, itaat etmek müslümanlara farzdır.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin ve Peygambere itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de." (Nisa 59) Allah'ın indirdiğiyle yöneten müslüman bir yöneticiye, ma'siyetle emretmesi hali müstesna, mutlak itaat gerekir. Emrettiği ma'siyette ona itaat caiz olmaz. Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: "Ma'siyetle emrolunmadıkça, müslüman kimseye, hoşuna giden ve gitmeyen şeyde dinlemek ve itaat etmek gerekir. Ma'siyetle emrolunduğu zaman ne dinleme ne de itaat vardır."(Buhari, Ahkam 6611)”
"Ey iman edenler! Allah'a itaat edin ve Peygambere itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de." (Nisa 59) Allah'ın indirdiğiyle yöneten müslüman bir yöneticiye, ma'siyetle emretmesi hali müstesna, mutlak itaat gerekir. Emrettiği ma'siyette ona itaat caiz olmaz. Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: "Ma'siyetle emrolunmadıkça, müslüman kimseye, hoşuna giden ve gitmeyen şeyde dinlemek ve itaat etmek gerekir. Ma'siyetle emrolunduğu zaman ne dinleme ne de itaat vardır."(Buhari, Ahkam 6611)”
Burada
“Allah’ın indirdiği ile yönetmeyene” ve
“masiyeti emredene” itaat etmemek demek,Halkın/ümmetin yönetim üzerinde
belirleyici,vesayet hakkı ve bu hakkı kullanacak bir donanımı,gücü olması
gerektiğinin bir delili olabilir ancak. Bunun adı tarihte gördüğümüz Hilafet rejimi değil Batıda görülen demokrasi
olur. Zira halk hoşuna gidene, memnun olduğuna itaat edecek aksi durumda iktidardakine
itaat etmeyecek demek; demokratik bir şekilde seçimle yönetimi belirleme ve
azletme yetkisine sahip olmağı gerektirir.
Ve Halifeye itaatten vazgeçilip değiştirilmesi o kadar
zorlaştırılmaktadır ki adeta Saddam, Kaddafi ve Suud Kralının neden ömürleri
boyunca Müslüman halkların sırtlarında taşındığının ip ucunu da vermektedir. ki
Sünni anlayışa göre,bir kişi diliyle Allah’ı inkar ettiğini açıkça söylemedikçe
İslam dairesinden çıkmayacağı malumdur. Halife ister ülkeyi kötü idare etsin,
isterse hazineyi yakınlarına peşkeş çeksin,isterse zevk ve sefaate dalsın,Halk
yoksulluk içinde kıvransın,isterse de zulmetsin yine de “Halifeye itaat
farzdır” öylemi? Böyle bir rejimi ve yönetim anlayışını, Müslüman halklara
İslam’ın yegâne yönetim şekli olarak savunup,tavsiye etmek başlı başına bir
zulümdür.
Hızbuttahrir devamla;
“Küfürle Yönetmesi
Müstesna,İslâm'la Yöneten Yöneticiye Baş Kaldırmak Haramdır.”
“Yönetici İslâm'la
yönettiği sürece, zulmetse bile; İslâm, ona baş kaldırmayı haram kılmıştır. O,
zulmünden dolayı hesaba çekilir. Zulmünden dolayı ona karşı ayaklanmak ve
savaşmak caiz değildir. Resulullah (SAV) şöyle buyurmuştur: "Kim cemaattan
çıkarsa, tekrar ona dönünceye kadar İslâm halkasını/bağını boynundan çıkarmış
olur." (Ahmed b. Hanbel, Şamiyyin, 17132) Hadislerde, zulmetseler de,
yöneticilere karşı savaşmaya açık nehiy vardır. Ancak, kat'î delille küfür
olduğuna şüphe bulunmayan açık küfürle yönettikleri bir tek hal müstesna.
Peygamber (SAV) şöyle buyurmuştur: "(İyi-kötü) pek çok emir gelecektir.
Onları tanırsınız ve red edersiniz. Kim tanırsa berî olur, kim de inkâr ederse
salim olur. Fakat kim razı olur da tabi olursa ..." "Onlarla
savaşmayalım mı?" diye sordular. "Namazı kıldıkları müddetçe, hayır."
diye cevap verdi. (Müslim, İmara, 3445)”
Burada
Namaz, "İslâm ile yönetmeye" kinayedir. Müslim'in rivayet ettiği Avf
b. Malik'in hadisinde ise şöyle geçmektedir: "Ey Allah'ın Resulü, onları
kılıçtan geçirmeyelim mi?" diye soruldu: "Aranızda namazı ikâme
ettikleri sürece, hayır." buyurdu. (Müslim, İmara, 3445) Ubade b.
es-Samet'in hadisinde şöyle geçmektedir: "Elinizde-yanınızda, Allah'tan
kesin bir delilin bulunduğu, apaçık bir küfür görmeniz müstesna; emir
sahipleriyle çekişmeyeceğimize ... (beyat ettik.)"
Mevzuular,yalan,yanlış teviller,Emevivari saptırmalar iç
içedir. “Namazı ikame eden” bir mü’min hiç Halkın memnuniyetini ortadan
kaldıracak bir icraatı yani zulmü siyaset edinirmi? “apaçık bir küfür” ü kırk
dereden su getirme şartına bağlarsanız (eyyamcı Mücie; bir kişi Müslüman
olduktan sonra ne yapsa Müslümanlıktan çıkmaz anlayışı.) olacağı budur.
Dolayısıyla siyaset ve yönetim konusu, en çok mevzu rivayetin olduğu konulardan
biridir. Bu rivayetlerin Vahiyle kritik edilerek ayıklanması zarureti, İslam
toplumlarının özgün bir siyaset ve yönetim anlayışına kavuşmasında olmazsa
olmaz bir gereklilik olduğu muhakkaktır.
H U
L A S A
İslam toplumunda halife tayin etmenin
vâcib olduğu konusunda icma ve ittifak vardır. Bu toplumun işlerinin icrası
için zarurettir. Hele de devlet kurumsallaşmasının kemale ermediği dönemlerde
tüm işlerin emir ve direktiflerle halledildiği bir vasatta bu elbette ki
önemlidir. Burada önemli olan soru
şudur; Halifeyi ve imamı seçmek ya da tayin etmek Allah’a ait bir konumudur
yoksa halka ait midir? Bu vâcibiyyet akli ve nakli delille mi, yoksa aklî ve
mantıkî delille mi vâcibtir? Kuran’da ve Peygamberin sünnetinde evveliyatla ve
acilen Halife seçilmesini emreden bir delil olmadığını biliyoruz. Buradaki
gereklilik, o günün şartlarından ve Müslümanların tercihlerinden kaynaklanmış
bir durumdur. Bu günün dünyasında oturmuş ve kurumsallaşmış bir devlet
mekanizması söz konusudur ve devlet başkanı ölse bile yerine derhal kimin
vekâlet edeceği önceden bellidir. Yani işlerin aksaması ve kargaşa gibi
geçmişte sorun olacak durum, günümüz idare yapısında söz konusu değildir.
Devlete yani Halifeye kutsallık atfetmek, ona itaatin her hal ve şartta gerekli
olduğunu söylemek, ölünceye kadar bu görevde bırakmak, teş’rii yetkiye sahip
olduğunu söylemek; halkın tepesinde despot bir yönetici tayin etmek anlamına
gelir. Adalet ve zulüm konusunda iş halife olan bu kişinin vicdanına
bırakılmıştır. Gerçekten İslam halka adaletle davranmayı, zulmetmemeyi,
halifenin vicdanına, iki dudağı arasına bırakmış olabilirmi? Bu kadar önemli
bir konunun bir kişinin vicdanına terk edilmesini İslam onaylarmı? Halka karşı
adaletsizliği yani zulümü reddeden bir din halka istibdat uygulamaya her an
kayma potansiyeline sahip ve doğru dürüst hiçbir denetim mekanizması olmayan
bir yönetim şeklini “İslami” olarak kabul edermi? Ya da böyle bir keyfiliğin
olabileceği bir yönetime nasıl “İslami” payesi verilebilir?
Oysa Kur’an daki “…işleri aralarında
istişare/şura ile olanlar….”[8]
Tek adamdan ziyade daha çok;çok partili parlamenter seçim sistemine delalet
ettiği açıktır. “İşlerin istişare” ile oluşuna hali hazırda; çok partili seçim,
parlamento, yargı denetimi, kamuoyu, muhalefet v.b. araçların olduğu demokratik
sistemin daha yakın olduğu ya da cevap verdiği açıktır. Emanetin ehline
verilmesi[9]
konusu ise; halkın yönetilmesi ve işlerin tevdi edildiği merciin seçilmesinde
halka seçici davranması öğütlenmektedir. Ve seçim sistemi ile oturmuş, kurumsallaşmış
bir iktidar ve kamu yönetiminin liyakat ve kariyer şartını gözeten bir sistemin
İslam’a daha yakın olduğu aşikârdır. İnsan haklarına ve onuruna saygılı,
muhalefet,yargı denetimi,halkın seçtiği meclise, kuvvetler ayrılığına anayasal
çok partili parlamenter sisteme haiz bir siyasi yapı içinde cumhur başkanının
yada Başkanlığın,”Halife” ye ait olduğu söylenen yetkilere hukuk ve halkın
iradesi doğrultusunda sahip olmasında bir beis yada engel bulunmamaktadır.
“İlim hikmet mü’minin
yitiğidir” ve “ilim çin de de olsa onu
gidip arayınız” İbn hibban, ibn Cevzi gibi zatlar bu rivayete uydurma
demişlerse de, Beyhaki, Hatib el bağdadi, İbn Abdi'l-Ber ve Deylemi gibi
alimler bunu hadis olarak rivayet etmişlerdir. Ancak zayıf olduğuna da dikkat
çekmişlerdir. (Bkz. acluni, Keşf'ü-l Hafa, I. 138)Nitekim Beyhaki Hadis'i
eserine almış ve zayıf olduğunu söylemiştir. (Beyhaki, Şuabu'l- İman, II. 254)
Bu hadisi, büyük İslâm Âlimi Celâleddin Suyutî de iki ayrı rivayet olarak
kitabına almıştır: “Çin’de de olsa ilmi arayınız. Çünkü ilim öğrenmek her
Müslümana farzdır. Melekler, yaptıkları işten hoşlandıkları ilim talebeleri
için kanatlarını yere sererler.” (Câmiü’s-Sağîr, 1/310)“İlim Çinde de olsa
gidip alınız.” (Fethul-Kebir 1/193)“Faydalı olan ilim müminin yitik malıdır. Onu
nerede bulursa alsın” (Keşful-Hafa, 1/435 No:1159)
Allah’ın afakî ve enfusi ayetleri üzerinde düşünmek,
tefekkür etmek, sünnetullahı ve adetullahın işleyişi üzerinde çalışmak farzı
kifaye olduğu malumdur. Allahın
adetullahının fizik kanunları içinde saklı olduğu, gemilerin suda yüzmesi,
uçakların havada uçması gibi, sunnetullahında
sosyal bilimlerle de ilgili olduğunu
anlamamız gerekir.
Prof.İlhami Güler’in
tespitlerindeki ilmilik, detay ve zamanın gerçekliğine uygunluk ile
Hızbuttahrir’in yukarıda değindiğimiz günümüz dünyasının gerçekliği ile
örtüşmeyen önerileri mukayese edildiğinde işimizin ne kadar zor olduğu
görülmektedir. Sayın İlhami Güler “Lider Kültü, Karizma, Erdoğan ve Demokrasi” adlı makalesinin bir bölümünde; “Ben, siyasal
ilişkiler bağlamında Avrupa’da yaratılan Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve
Demokrasinin –her ne kadar üretilme saikleri İslami bağlamda “hakkaniyet”
değil “çıkar” olsa da-, “Emruhum şura beynehum=Onların işleri aralarında şura
iledir.”(Kur’an-42/38) ayetine daha uygun olduğuna inanıyorum. “Emr”
kavramı, burada kamu işlerine; “hum” zamiri, toplumun tümüne; “şura” kavramı
ise, kişi tapınımına değil; kamusal/kurumsal ortak akla delalet eder. Bunun
dışında “Bilge-kıral”lığın, ‘karizma’ ve ‘lider’ kültüne oranla daha
gelişmiş bir toplumsal şuur düzeyine tekabul ettiğine inanıyorum.Ayrıca
“Emanetleri, ehline tevdi edin”(4/58) buyruğu, ima yoluyla kuvvetler
ayrılığını, kurumlaşmayı gerektirir. “Tek-adam”lığı veya despotizmi değil.
Bu seviyeye gelmek için de halkımızın “sürü” seviyesinden
uzaklaşarak sorumluluğunu müdrik “kişi” olması ve kişi tapınımına
dayanan “lider” kültünü terk etmesi lazımdır.” Tespitini yapmaktadır ki
katılmamak mümkün değildir.
Bir şeyin arka planın
da elbette ki o şeyi icat edenin dünya görüşü ve felsefi bakışı yatmaktadır. Bu
her şeyde böyledir. Bir yönetim şeklinde de bu böyledir, bir tankın icadında
yada bir şirketin yada fabrikanın verimliliği ile ilgili yöntemlerin icadında
da böyledir. Tüm bunları kullanan kişi yada toplumlar kendi dünya görüşlerine
ve yaşam tarzlarına uygun olarak bu “şeyleri” kullanacakları tabiidir. Yani Bir
tankı üreten bunu, savaşlarda daha çok zarar vermek, sömürü alanını genişletmek
için icat etmiş olabilir. Bu amaçla da kullanmış olabilir. Ama barışçı toplumlar
ve Müslüman halklar tankı sadece savunma amacıyla kullandığı malumdur.
Demokrasi konusu da bu bağlamda ele alınmalıdır. Batıdaki insan hakları, hukuk
devleti, demokrasi yıkıcı ve acı bir tecrübe ile uzun bir zaman dilimi sonucu
ortaya çıkartılmış hikmet ürünü sosyal araçlardır. Tevhidi bir dünya görüşü
elinde bu araçlar İslam Dinine uyumlu hale getirileceğini açıklamaya bilmem
gerek varmıdır. Batıdan her şeyi ithal ederken, buna insani ilişkiler de dâhil,
demokrasi, insan hakları, parlamenter seçim sistemine uzak durmak anlamsızdır.
Bu gün Müslümanların biri birleriyle ilişkileri İslam’ın emrettiği kardeşlik
hukuku çerçevesinde midir yoksa Batı kültürünün bireyci, faydacı, menfaatçi
ilişkilerine mi benzemektedir?
Müslüman
aydınların, siyasetçilerin ve din bilginlerinin; Vahiy-siyaset-halk-devlet
ilişkilerini; Vahiy bağlamında, Rasulullah’ın pratiği, insanlık ortak aklının
tecrübeleri ve kazanımları, siyaset biliminin gereklilikleri düzleminde gözden geçirerek,
İnsanlığa herkes,her kesim için
Darusselam olabilecek bir çatı siyasi modeli sunma zamanı gelmiştir ve
geçmektedir.Bu konudaki ihmal her geçen gün Batı ile İslam Dünyası arasındaki
uçurumun her alanda daha da büyümesi anlamına gelmekte ve daha da tarihin gerisine
düşüldüğü anlaşılmalıdır.
[1] “İlim
Çinde de olsa gidip alınız.” (Fethul-Kebir 1/193) “Faydalı olan ilim müminin yitik malıdır. Onu
nerede bulursa alsın” (Keşful-Hafa, 1/435 No:1159)
[2] “İlim
Çinde de olsa gidip alınız.” (Fethul-Kebir 1/193) “Faydalı olan ilim müminin yitik malıdır. Onu
nerede bulursa alsın” (Keşful-Hafa, 1/435 No:1159)
[3] www
türkiyevilayeti.com
[4]
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir. Artık
her kim tâğutu inkar edip, Allah'a inanırsa, sağlam bir kulpa yapışmıştır ki, o
hiçbir zaman kopmaz. Allah, her şeyi işitir ve bilir." (Bakara, 2/256)
[5]
"Ben kimin mevlâsıysam, Ali de onun Mevlâ-sıdır Allah'ım! Onu seveni sev
ve ona düşman olana düşman ol"
[6]
Zekat verilecek olanlar listesinden mellefetul gulubun “artık gerek kalmadı”
içtihadı ile zekat kapsamı dışında tutulması gibi.
[7] Eba Bekr’in
üç kez minbere çıkıp “Beni azledin” dediği ve Ali’nin (Hepsine selam
olsun) “hayır seni azletmiyoruz. Sen emirül mümininsin” dediği vakidir. Hz.Ömer
ise;”dosdoğru olduğum sürece bana itaat edin ama aksi durumda bana itaat
etmeyin!” anlamında hutbeleri malumdur.
[8] 42/38”Onlar, Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı dosdoğru
kılarlar. Onların işleri de kendi aralarında bir istişare iledir. Kendilerine
verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar.”
[9] 4/58 “Allah,
size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel
öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
Yorumlar
Yorum Gönder