"Her şey; Biriktirme, tüketim, lük ve sefahat için olmaya başlayınca kokuşma ve sapkınlıkla başlamış demektir. Bu durum; Müstağniliğin, Allah’a güvensizliğin, ahret yurduna ve cennet nimetlerine burun kıvırmanın tezahürüdür. Sadaka kavramının sadakatten gelmesi bu açıdan manidardır. Allah’a yönelmek yerine;servete,mal ve mülke,güç ve şatafata meyletmek ( meyl edilen “malın”; meylden gelmesi bu açıdan düşündürücüdür.) tamda Mekke oligarşisinin ahlakıdır. Onlar Allah’tan yüz çevirdiler,güce,paraya,servete ve şehvete yöneldiler. Allah boşuna uyarmıyor; insanın mala karşı tutkulu olunduğunu." | ||||||||||||||||||||||||||||||||||||
İran’daki “iftira
fabrikası”nın Geldiği Son Nokta!
Çok yazık, iftira ve
karalamanın İslam dininde günah olduğunu bilmeyen yoktur. Hatta iftiranın,
tabii ahlak açısından insanlığın olduğu her yerde çirkin sayıldığı bir
gerçektir. Gelin görün ki İran’da muhaliflere “iftira” bir ahlak haline
gelmiştir. Orada olurda Türkiye’de ki muqallidler bundan geri dururlarmı?!
Kesinlikle! En küçük eleştiriyi bile “Amerikancılıkla” özdeş haline getiren bu
taife, komploculuğu ve “iftira fabrikasını” mezheplerinin bir rüknü haline
getirmiş durumdadır.
Cumhurbaşkanı
Ahmedinecad’a Ammariyyon Sitesi
tarafından yapılan iftira;
Tahran’da aşırı Hamaney
taraftarlarının muhaliflere ve itirazcılara(Rehbere itiraz) karşı sınır
tanımayan bir iftira ve karalama
kampanyasını ne boyutlara
getirdiğinin resmidir.
Aşırı “Rehberiyyet” yanlısı olmakla tanınan , Ammariyyon Sitesi, Cumhurbaşkanı
Mahmud Ahmedinecad’ın akımının İran’daki İslam Cumhuriyeti’ne karşı dünya
Siyonistleriyle ortak bir şekilde çalıştığını iddia etti. Ancak site bu iddia haberi
kısa bir süre içinde sadece başlığını bırakarak siteden kaldırdı
ve devletin sansür kurumu tarafından yazılı uyarısı üzerine bu yola
gittiğini duyurdu. Site söz konusu haberi kaldırdıktan sonra “birçok sebep bu
etkileyici haber hakkında daha fazla ayrıntının verilmesini engelliyor."
Dedi.
İran’a aleyhine 30
yıldır hüküm süren dış tehdit ve yalıtım ile buna karşı İran’daki aşırı
güvenlikçi anlayış; toplumda bir paranoyaya sebep olduğu anlaşılmaktadır. Muhalif reformcu kanata yapılan iftira kampanyaları,
saldırı ve baskıların bu durumun eseri
olsa da;bundan da önemli ve ciddi olan despotik,totaliter bir zihniyetin
resmi ideoloji tarafından giderek içselleştiriliyor olmasıdır. Lakin İran’daki
“iftira ve karalama fabrikası” nın anlaşılır bir tarafı vardır da Türkiye’deki
“mugallitlerin” iftira ve karalama
eylemleriyle güya “Inqılaba” hizmet ettiklerini zannetmelerinin mukallitlikten
kaynaklandığında şüphe yoktur. Bu anlayışın ortak hususiyeti “Ya
bizdensin ya onlardan!” yani; “ ya
Direnişten yanasın ya da Amerika ve İsrail’den!” Bilgisizlik ve dogmatizm ile bizdeki muqallidlerin, cinayet kar
despotik ve totaliteryen Baas rejiminin eleştirilmesine bile tahammül edememeleri,gerici
despotik anlayışın ne denli zihinsel derin köklere sahip olduğunu
göstermektedir.
Maalesef bu durumun temelinde koyu cehalet,
bilgisizlik, tarafgirlik, mezhebi taassup olduğu aşikârdır. Bu kesimin söylemlerine dayanak olarak getirdiği
büyük ölçüde ulusalcılığı ile maruf gazeteci Banu Avar’ın komplo teorilerine ve
iftiralara dayalı yüzeysel ama bir o kadar hamaset yüklü, her telden çalan
söylem ve açıklamalarının bu kesim tarafından elden ele dolaşması bunu
göstermektedir.
Dört günlük Kurban
Bayramında Suriye Baas Rejimi 60 Suriyeli muhalifi katletti. Amerika
mazlumların yanında Baas rejiminin karşısında pozisyon alırken İslami İran’ın
ve Nasrallah’ın Baas rejimini kayıtsız
şartsız desteklemesi akıl alır gibi değildir.
Despot Suriye Baas
Rejiminin yanında Rusya ve Çin’den başka İran ve Nasrallah’tan başka kimse
kalmamıştır. Rusya’nın Kafkaslarda yaptığı mezalim ile Çin’in Doğu Türkistanlı
Müslümanlara yaptığı katliamlar malumdur. Bu iki rejimin Baasçı mulhidlerin
yanında olması anlaşılır bir şeydir. Lakin İran’ın ve Nasrallah’ın nasıl
oluyorda Baas Rejiminin ayakta kalmasını “kırmızıçizgimizdir” diye yanında yer
alması anlaşılır bir şey değildir. Bir akıl tutulması ile karşı karşıyayız yada
bilinmeyen ve açıklanmak istenmeyen başka bir şey olmalıdır. Yoksa “savaşta her
şey mubahtır!” diye bir ilke mi var? Bütün dünya, abd ve Batı istemeyerekte
olsa despotik totaliteryen rejimlere başkaldıran Halkların yanında yer alırken,
Devrimci bir anlayışa sahip olduğunu bildiğimiz İran ve Hızbullah’ın; eli kanlı
mulhid rejime açıkça sahip çıkmasının ve desteklemesinin altından göreceğiz
neler çıkacaktır. Zalimle 30 yıllık ittifak, öyle anlaşılıyor ki; İran ve
Hızbullah’ın adalet ve zulum kavramlarını dönüştürmüş, değiştirmiştir. İran
Rejiminin Devrimin önde gelen şahsiyetlerine karşı sürdürdüğü baskıcı,
istibdata dayalı politikaları, zindanlarda işkence ve öldürme olaylarına karşı
duyarsızlık bu dönüşümün boyutlarını göstermektedir. Mü’minlerin Şahitlik vasfı; hiçbir amaca varmak için
gayri meşru bir yol ve yöntemin kullanılmasına izin vermeyecek hassasiyette bir
vasıftır. Bu vasfını kaybedenlerin Allah nezdinde ki makbuliyetleride, insanlık
nezdinde ki saygınlıkları da tartışma konusu olacaktır. İnsanlığa karşı hakkın
şahitliğinden düşenlerin ise İslam’a ve Müslümanlara verecekleri pek bir şeyin
olamayacağı aşikârdır. Hem Tahran’ın hemde
Nasrallah’ın bu müşkil durumdan bir an önce kurtulması gerekmektedir.
Hali hazırda durulan yerin ve pozisyonun;İslamiyet nezdinde de insanlık vicdanında kabul görecek hiçbir dayanağı
bulunmamaktadır. Baas ve müttefikleri; “Suriye uluslar arası bir komplo ile
karşı karşıyadır!” iddiası tek savunma argümanı dır. Oysa Baas Rejimi, her
despotik zalim rejimler gibi tarihi tersine döndürme iradesi ve inadı gösteren
bir rejimdir. Bizatihi eli kanlı mülhid Baas rejiminin varlığı; bir halk için
başlı başına bir komplodur ve bir halkın başına gelecek en büyük felakettir.
Arap Devrimlerinde
Sistem Arayışı
Tunus, Mısır ve
Libya’da despotlar tasfiye edildi, halklar gücünü göstererek kendilerine ait
olanı gasıpların elinden aldılar. Şimdi sıra, nasıl bir yönetim sorunsalına
bulunacak cevaba gelmiştir. Bu elbette
ki en zor aşamadır. Ülke şartlarına göre ve dini gereklilikler ve hassasiyetler
göz önünde tutularak bir model sistem üretme gayreti içinde olunduğunu gerek
Tunus’ta gerekse, Libya’da ve Mısır gözlemleyebiliyoruz. Bu umut vericidir ve
bu ülkelerdeki siyasi ortak aklın sorunları aklın ve bilimin ışığında ama
İslam’ın öngördüğü ilkeler doğrultusunda çözeceğinden kuşku duymamaktayım.
Libyalı devrimcilerin Kur’ani bir anayasa ile serbest seçim sistemine dayalı
parlamenter sistemi mezcetme düşüncesi denemeye değer bir uygulama
olacaktır. Tabiidir ki anayasa toplumun
tüm kesimlerinin ortak katılımı ile hazırlanması gereken bir metindir. Mademki tüm
toplumsal örgütlenmenin dayanağı olacaktır, ister Müslim, gayri Müslim tüm
toplum kesimlerinin konsensüsü ile hazırlanmalıdır. Aksi durumda daha
başlangıçta bir kesimin bir kesim üzerinde baskısı ve egemenliği söz konusu
olacaktır. Anayasalar toplumsal yapıya uygun, halkın inançlarını ve yaşam
biçimini dikkate alınarak hazırlanması gereken metinlerdir. Müslüman
aklı geçmiş açı tecrübelerden ve ilim ve hikmetle din,devlet,siyaset
ilişki ve kombinezesyonunu, Halkın maslahatına uygun bir şekilde dizayn
edeceğine inanıyorum.
Amerika’nın İran’a
Müdahale Konusunda Kafası Karışık!
Amerikan Savunma Bakanı
Leon Panetta, düzenlediği basın toplantısında, askeri bir harekatın İran'ın
nükleer programını sadece üç yıl erteleyeceğini ve bu nedenle ''ancak son
çare'' olarak düşünülmesi gerektiğini belirterek, kendine göre, uluslararası
toplumun Tahran'a karşı daha sert yaptırımlar uygulaması gerektiğini belirtti.
Devamla ;''İran'ı sadece projesinden caydıramamakla kalmayacak, aynı zamanda
bölgede ve bölgedeki Amerikan güçleri üzerinde ciddi etkisi olacak istenmeyen
sonuçlarla karşı karşıya kalmamak için dikkatli olmalıyız'' diyen Panetta,
selefi Robert Gates'in, İran'ın nükleer programını hedefleyecek askeri bir harekâtın
bunu sadece üç yıl erteleyeceği yönündeki tahminine katıldığını kaydetti.
İsrail Başbakanında ayni görüşte olduğunu öğrendiğimiz Basın toplantısında
Panetta, ''İran'a karşı harekat düzenlemek konusunda, sanıyorum İsrail
Başbakanı Binyamin Netanyahu bugün bizzat bunun son çare olması gerektiğini
söyledi ve biz de bu görüşü paylaşıyoruz'' diyerek sözlerini sürdürdü.
Afganistan’da 10 yıldır
istediğini yapamayan ve Irak’ta işlerin hepten ters gittiğini bizzat yaşayan
Amerika,İran gibi büyük bir savaş deneyimi olan ve savaşa da herkesten
iştiyaklı gözüken bir Ülke ile kontrollü bir operasyon dışında bir çatışmaya
izin vermeyecektir. Ki öyle de olmaktadır.Zaten Amerika ve İsrail Tahranla örtülü
bir savaşı 2007 den itibaren sürdürmektedir. İsfahan Nükleer Teknoloji
merkezinde İran nükleer programı için çalışmalar yürüten Ardeşir Hüseyinpur, 16
Ocak 2007’de ölü bulundu. Bu tarihten İran’ın nükleer programında kilit role
sahip uzman, bilim adamı ya kaçırıldı ya öldürüldü. Tuğgeneral Ali Ekber Asgari,
7 Şubat 2007’de İstanbul’da kaybolduğunda İran; askeri ve nükleer sırlara sahip
önemli bir adamını düşmana adeta sunmuştur. Son operasyonda Devrim Muhafızları’nın
sahip olduğu füze teknolojisinde büyük rol oynayan Tuğgeneral Mukaddam’ın
ölümü, Tahran için büyük bir kayıp niteliğindedir. Tahran’ın 100 km yanı başında Devrim
Muhafızlarının en stratejik üslerinde tamı tamamına bir yıl arayla iki büyük
patlama ile zaten bu küçük ve sınırlı operasyonlar(!) yapılmaktadır. İran
yönetimi taarruz bekleyedursun, savaş; sabotajlar ve siber saldırılar şeklinde
birkaç yıldan beri devam etmektedir.
Bu durumu İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Alon Liel NTV ye verdiği bir demeçte doğrulamaktadır. Liel; "Son iki üç yıldır İran'da
çok garip şeyler oluyor. Bilgisayar sistemleri bozuluyor, bilim adamlarıyla
ilgili şeyler oluyor. Bunlar İsrail'le ilgili olabilir. İsrail yönetimi İran'ın
nükleer bombaya erişmesini engellemek için her şeyi yapmaya hazır. 100 uçak
kaldırıp İran'a saldıracaklarını sanmıyorum ama bir yerler de bir şeyler
olacaktır. Askeri ve istihbarat alanlarında mutlaka bir şeyler göreceğiz."
Şeklinde bir değerlendirme yaparak, İran’a karşı örtülü bir savaşın çoktan başladıpğını ve hali hazırda sürdüğünü anlatmaya
çalışmaktadır.
Bir Alıntı;İşleri Bizim
Dinimiz Gibi;Dinleri Bizim Hayatımız Gibi!
Merhum
Mehmet Akif Ersoy; Avrupa’ya ilk seyahatini yapar. Seyahatı
biter döner İstanbul’a. Arkadaşları, dostları koşar giderler yanına hoş geldine,hasret gidermeye.Bu arada
sorarlar; “Batıyı nasıl buldun?” O veciz sözle tespitini söyler merhum;”Batının
hayatı bizim dinimiz gibi, dinleri ise bizim hayatımız gibi!” Bu çelişki hala daha sürmektedir. Ve
Müslümanlar ahlakını Vahiyle inşa etmedikleri sürece de bu çelişki böylece
devam edecek ve Batı ve muhtemelen de Doğu arasında sıkışıp ezilmeye devam edecektir.
İnternette sadece ” Mehmet
Menengiç ” isimli şahsa ait olduğu bilgisi olan şu
tespitler bu açıdan ilginçtir ve merhum Akif’in tespitlerinin şerhi mahiyetindedir.
“Felaket
üzerine, felaket yaşayan Japon halkı girmiş olduğu sınavda 10 üzerinden 10
aldı, çünkü: 1. Sakindiler Değil birbirleriyle tartışmak ya da kavga etmek,
üzüntülerini dahi kalplerine gömdüler. 2. Saygılıydılar Su ve Yiyecek için disiplinli
kuyruklar oluşturdular. Ne kötü bir kelime ne de kötü bir davranış sergilendi. 3. Yetenekliydiler İnanılmaz mühendislik örneği
verdiler, binalar sallandı, ancak hiç biri yıkılmadı. 4. Zarif ve
Nezaketliydiler İnsanlar, sadece o anlık ihtiyaçları kadar aldı, bu yüzden
herkes bir şey alabildi. 5. Dürüst ve Anlayışlıydılar Kimse yağma yapmadı,
yollarda kimse korna çalmadı ve birbirlerini geçmeye çalışmadı. 6. Gerektiğinde
Kendilerini Feda Etmeyi Bildiler Elli işçi N-reaktörlerin soğutulması için kendini
feda etti. Bu para ile ölçülebilecek bir fedakârlık değildir. 7. Şefkatliydiler
Restoranlar fiyatları düşürdü. ATM’ler için güvenlik gerekmedi. Güçlü olan
güçsüzü korudu. 8. Eğitimliydiler Yaşlılar, çocuklar ve herkes ne yapacağını
biliyordu ve onlar da bunu yaptılar. 9. Medyaları Medyatik Değildi Haberlerde
olağanüstü olgunluk gösterildi. Hiçbir şey reyting anlayışıyla yapılmadı. 10.
Vicdanlıydılar Mağazalarda elektrik kesildiğinde, herkes satın almayı düşündüğü
eşyayı tezgâhın üzerine bıraktı ve sessizce ayrıldı. Kur’an da bunları istiyor
ama dinsiz ya da gâvur dediğimiz insanlar, insanı insan yapan kuralları
Müslüman olmadıkları halde uyguluyor.”
Evet gerçekten de öyle değimli? Ya
ticari ahlak ve kurallar? İslam Ülkeleri Pazar ve çarşılarında satıcı ve
alıcıların daha pahallı satmak ve daha ucuz almak için neler yaptığını
hatırladıkça üzülmemek mümkün müdür? Mekke ve Medine’de pazarda ve çarşıda; kim
kazıklama gayesinden uzak ve kazıklanma endişesi olmadan alış veriş
yapabiliyor?
Bütün bu olumsuzlukların temelinde; 800
yıllık istibdada dayalı Emevi ve Abbası rejimlerinin tahrifatı ile yine bu rejimlerin
mevzulara, hurafe ve menkıbelere dayalı dayalı
dini anlayışı egemen kılan mühendislik çalışmalarının olduğu bir
gerçektir. O nedenle bu dinin ilkleri nasıl ki Vahiyle arındılar, temizlendiler
ve örnek şahsiyetler oldularsa günümüz Müslümanlarının da Vahiyle hurafelerden,
menkıbelerden ve mevzulardan arınıp, temizlenmesi dini Allah’a has kılması
elzemdir.Aksi durumda Merhum Mehmed Akif’in o tespiti hep geçerliliğini
koruyacaktır.
Her
Şey Tüketim İçin!
Her şey; Biriktirme, tüketim,
lük ve sefahat için olmaya başlayınca kokuşma ve sapkınlıkla başlamış demektir.
Bu durum; Müstağniliğin, Allah’a güvensizliğin, ahret yurduna ve cennet
nimetlerine burun kıvırmanın tezahürüdür. Sadaka kavramının sadakatten gelmesi
bu açıdan manidardır. Allah’a yönelmek yerine;servete,mal ve mülke,güç ve
şatafata meyletmek ( meyl edilen “malın”;
meylden gelmesi bu açıdan düşündürücüdür.) tamda Mekke oligarşisinin ahlakıdır. Onlar
Allah’tan yüz çevirdiler,güce,paraya,servete ve şehvete yöneldiler. Allah
boşuna uyarmıyor; insanın mala karşı tutkulu olunduğunu.
Kur’an’da azgınlıkları nedeniyle helak olmuş
kavimler hakkında zikredilen “yüksek
binalar” “sütun sahipleri” “ Kayalara oyulmuş şehirler” kendi başına bir
olumsuzlamaya mesnet teşkil etmemiş; kibir, yarış, lüks ve safahat, şımarıklık
gibi sapkınlıklar nedeniyle olumsuzlanmaktadır. Dolayısıyla bu gün şehirlerde
nice fakir, orta sınıfın yaşadığı çok katlı apartmanlar da yaşayan insanlar
vardır ki bu yüksek binalarda fakirlikleri nedeniyle yaşamak zorundadırlar ve
buralarda yaşadıkları içinde kibir ve şımarma bir yana gayet “galender” bir hayat
standartları vardır. Buna mukabil nice şımarık zenginler vardır ki rantı gayet
yüksek, haliyle de göz alıcı yerlerde bir iki katlı, saray gibi döşenmiş süper
lüks villalarda yaşamaktadırlar.Bu arada
Cübbeli Ahmed Hoca’nın İstanbuldaki süper lüks havuzlu villasını
hatırlatırım!O, “eşimden kaldı” “yüzme sporunu peygamber tavsiye etti!” dese de lüks ve zenginliğin insanı bozduğu şahsi
duruşundan ve ahlakından anlaşılmaktadır.Dolayısıyla; fakir ve orta sınıfın
yaşadığı çok katlı, yüksek binalar mütevazi yaşam alanları olmaları
hasebiyle, karunizmle
ilişkilendirilemez. Demek ki yaşam alanlarının çok katlı ya da tek katlı olması
tek başına olumlu ya da olumsuz bir anlam ifade etmemektedir. Yani yüksek ve
ihtişamlı binalar; bir ideolojinin, dünyacı bir dünya görüşünün bir sonucudur.
Ve asıl olarak bu tekasürcü/büyümeci, hazcı/zevkçi, refahçı; üretimi, sınırsız
tüketim için gören Yahudileşme ve Hıristiyanlaşmanın yani ; “aşağılık
maymunluğun” ve “ necis domuzluğun”
tezahürü olarak görmek gerekir. Asıl üzerinde durulması gereken sapma ve
hastalık budur. Bu sapma ve hastalığın yegâne nedeni; ihtiyaç fazlasının infak
edilmemesi, cimrilik, kenz/biriktirme, lüks ve israf, metaı gururdur. Korkudan
kurtulmanın en etkili ve kısa yolu; kişinin korkusunun üzerine kendi iradesiyle
gitmesidir. Bunun gibi; “aşağılık
maymunluktan” ve “ necis domuzluktan”
emin olmanın ve bu sapkınlıktan, hastalıktan korunmanın yegâne yolu ve
yöntemi de infak ahlakına sahip olmak,kanaatkarlığı ve diğergamlığı ahlak
edinmekle mümkündür. Mal ve mülkü kutsayarak değer verip önünde değersizleşmek
yerine, onu infak ederek, gerçek değere sahip “hayr” satın alıp hayrı
biriktirmektir. Rasulullah’ın sav
tavsiyesi de bu yöndedir.”Ey Allah Rasulü! Bu ayet ashabına çok ağır geldi,
neyi biriktirsinler?” diye soran Ömer’e ra
“hayr!” buyuran Rasulullah; bu tehlikeli sapkınlığın nedenini doğaldır
ki; servet/biriktirme /tekasür olarak görüyordu.
Dünyanın Güç Merkezi
Değişirken!
Dünya Güç Merkezinin
yer değiştirdiği bir süreci yaşarken,
bölgede ve dünyada önemli siyasi,
askeri, ekonomik gelişmeler cereyan etmektedir. Arap Halk Hareketleri ve Tunus,
Libya ve Mısırdaki iktidar değişikliklerini bu bağlamda ele almak
gerekmektedir. Türkiye’nin son on yılda önce ekonomik, sonra siyasi ve askeri
açıdan üstünlük sağlama çabası, Bölgede boşalacak yer değiştirecek gücün yerini
doldurma hamlesi olarak görmek gerekir.
Avrupa ve Orta Doğu güç
kaybettirdi ve risk giderek büyüyor. ABD, güc merkezinin kaydığı asya pasifik
hattına yöneliyor. Büyüme neredeyse abd orada. Bağlantısız iki Büyüyen ülke;
Çin ve Hindistan'ın hemen yanı başında Asya Pasifik Bloku.APEC üyesi dokuz
ülkeyi (ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, Vietnam, Malezya, Singapur, Brunei
Sultanlığı, Şili ve Peru) kapsayan Trans-Pasifik Ortaklık (TPP) Dünyanın yeni
ekonomik,askeri,siyasi güç merkezi olmaya aday. Türkiye'nin bölgedeki aktivitesi
bundan kaynaklanmaktadır. Ve 2023 yılına kadar bu sıçramayı sürdürebilirse
Akdeniz ve Ortadoğu da etkin, oyun kurucu başrole sahip bir Türkiye.
Pkk terörünün son beş yılda, derin devlet eliyle ve
lojistik desteği ile şahinleştirilmesi ve yeniden silaha sarılmasının gerisinde
Telaviv/Pkk ve Batılı merkezlerin rolü olduğu muhakkak. Zira Bölgede Amerika’nın
boşaltacağı alanı İsrail,İngiltere,Almanya,Fransa doldurma çabasında ve en
etkili ve yakın rakip olarak ta Türkiye’yi görmektedirler.
Türkiye İslami kimliğini yeniden keşfederek ve sahiplenirken,
diğer taraftan da dünya sistemi içinde kalarak “dikleşmeden” lakin “dik
durarak” uluslar arası yasallık ve
hukuka riayet ederek etki alanını yani nüfuz çevresini genişletmek, söz sahibi
olmak yolunda son 10 yılda çok önemli mevziler kazanmıştır. Bunun olumlu
etkileri Arap Baharı diye nitelendirilen Arap Halklarının uyanış
hareketlerinden anlaşılmaktadır. Tunus’tan Suriye’ye, Mısır’dan Cezayir’e kadar
Müslüman Halklar, Türkiye’yi izlemekte ve son 10 yıldaki atraksiyonu ilgiyle ve
gıptayla seyretmektedir. Erdoğan’ın “Arap sokaklarında” ki sahip olduğu
sempatinin altında bu vardır.
Dış İşleri Bakanlığı 2002 Yılından buyana Ahmet
Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ile dizayn ediliyor. Bu “Adam” bu gün
maalesef gerektiği gibi anlaşılmış değil. Türkiye’nin Osmanlı konusunda
duayen ilim adama Halil İnalcık,2009 Kasımında İstanbul Büyükşehir
Belediyesi iştiraklerinden Kültür A.Ş. tarafından düzenlenen "İlim ve Fikir Hayatının 70. Yılında Halil İnalcık" isimli
bir konferansta kendisi hakkında uzun ve yüklü bir konuşma yapan Davutoğlu
hakkındaki; "Beni çok etkiledi.
Bugün Türk diplomasisinin başında olan bu genç adam beni nasıl okumuş? Bunu
hayretle gördüm." Yargısı
Türkiye’nin emin ellerde büyüdüğünü gösteren bir değerlendirme olmuştur.
Böyle Mefluç Kafalar
İnsanlık Tarihi Boyunca Hep Olmuştur
Hakkı Devrim’in
tıynetini açığa vuran “kabile şefi” benzetmesi etrafında koparılan fırtına
kadar, hatta daha da büyüğü; Osmanlı Sultanlarının “kullarım” hitabı üzerinde
koparılmalıydı. O peygamber ki; ters yüz edilmiş, Allah’ın İlahlığı, Rabliği,ve
Melikliği karşısında adem evladının
kulluğu ilişkisini,Rabbin buyruklarına göre yerli yerine oturtmak için
gönderilen Vahyi tebliğ için gönderilmiş bir Elçidir. Rasulullah’a ve diğer
Allah Elçilerine, Hakkı Devrim gibi nice müşrikler neler, ne benzetmeler, ne
hakaretler etmişlerdir. Bu mefluç kafa ne ilktir ne de son örnektir. Söz konusu
mahut diziye “yüce” padişahlar “kadın düşkünü”
olarak gösterilerek hakaret ediliyor denilerek büyük tepki gösteren;
gelenekçi muhafazakâr kesimlerin; padişahlık kurumuna ve bu kurumun Halkı “teba” ve
“kul” olarak görmesi karşısındaki duyarsızlığı ve suskunluğu asıl
üzerinde durulması gereken akidevi, dini bir konudur. Allah’a ait olanın;
padişah tarafından ve etrafındaki hempaları tarafından küçük menfaatler
karşılığı padişahlara da layık görülmesi; asıl gürültü kopartılacak, tepki
gösterilecek konudur. Lakin maalesef Müslümanlar; söz konusu Osmanlı olunca pekte geniş bir
mezhebe sahip oluvermektedirler.
|
Bangladeş Dosyası
Tarihi Süreciyle ‘Bangladeş Siyaseti ve Savaş Suçları Yargılaması’ Hazırlayan: Hasan BOZDAŞ (Hür Dava Partisi Dış İlişkiler Başkanlığı Danışmanı) Zeynep BOZDAŞ (Hür Dava Partisi Dış İlişkiler Başkanlığı Danışmanı) Ocak 2014 I. GİRİŞ Bangladeş, özellikle son dönemlerde Cemaat-i İslami Partisi’nin liderlerine verilen idam ve müebbet hapis cezalarıyla gündeme geldi. 2010’dan bu yana Müslümanlar üzerindeki baskının iyiden iyiye kendini gösterdiği Bangladeş’te, özellikle Cemaati İslami liderleri 1971 yılındaki Bağımsızlık Savaşı’nda işlenen suçlara ortak olmak iddiasıyla suçlanıyorlar. Bu kişilerin, 3.000.000 insanın öldürülmesi, 200.000 ...
Yorumlar
Yorum Gönder