"Her şey; Biriktirme, tüketim, lük ve sefahat için olmaya başlayınca kokuşma ve sapkınlıkla başlamış demektir. Bu durum; Müstağniliğin, Allah’a güvensizliğin, ahret yurduna ve cennet nimetlerine burun kıvırmanın tezahürüdür. Sadaka kavramının sadakatten gelmesi bu açıdan manidardır. Allah’a yönelmek yerine;servete,mal ve mülke,güç ve şatafata meyletmek ( meyl edilen “malın”; meylden gelmesi bu açıdan düşündürücüdür.) tamda Mekke oligarşisinin ahlakıdır. Onlar Allah’tan yüz çevirdiler,güce,paraya,servete ve şehvete yöneldiler. Allah boşuna uyarmıyor; insanın mala karşı tutkulu olunduğunu."


İran’daki “iftira fabrikası”nın  Geldiği Son Nokta!

Çok yazık, iftira ve karalamanın İslam dininde günah olduğunu bilmeyen yoktur. Hatta iftiranın, tabii ahlak açısından insanlığın olduğu her yerde çirkin sayıldığı bir gerçektir. Gelin görün ki İran’da muhaliflere “iftira” bir ahlak haline gelmiştir. Orada olurda Türkiye’de ki muqallidler bundan geri dururlarmı?! Kesinlikle! En küçük eleştiriyi bile “Amerikancılıkla” özdeş haline getiren bu taife, komploculuğu ve “iftira fabrikasını” mezheplerinin bir rüknü haline getirmiş durumdadır.

Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’a  Ammariyyon Sitesi tarafından  yapılan iftira; Tahran’da  aşırı Hamaney taraftarlarının  muhaliflere  ve itirazcılara(Rehbere itiraz) karşı sınır tanımayan bir iftira ve karalama  kampanyasını ne  boyutlara getirdiğinin resmidir.

Aşırı “Rehberiyyet”  yanlısı olmakla tanınan ,  Ammariyyon Sitesi, Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın akımının İran’daki İslam Cumhuriyeti’ne karşı dünya Siyonistleriyle ortak bir şekilde çalıştığını iddia etti. Ancak site bu iddia haberi kısa bir süre içinde sadece başlığını bırakarak siteden kaldırdı ve devletin sansür kurumu tarafından yazılı uyarısı üzerine bu yola gittiğini duyurdu. Site söz konusu haberi kaldırdıktan sonra “birçok sebep bu etkileyici haber hakkında daha fazla ayrıntının verilmesini engelliyor." Dedi.

İran’a aleyhine 30 yıldır hüküm süren dış tehdit ve yalıtım ile buna karşı İran’daki aşırı güvenlikçi anlayış; toplumda bir paranoyaya sebep olduğu anlaşılmaktadır.  Muhalif reformcu kanata yapılan iftira kampanyaları, saldırı ve baskıların bu durumun eseri  olsa da;bundan da önemli ve ciddi olan despotik,totaliter bir zihniyetin resmi ideoloji tarafından giderek içselleştiriliyor olmasıdır. Lakin İran’daki “iftira ve karalama fabrikası” nın anlaşılır bir tarafı vardır da Türkiye’deki “mugallitlerin”  iftira ve karalama eylemleriyle güya “Inqılaba” hizmet ettiklerini zannetmelerinin mukallitlikten kaynaklandığında şüphe yoktur. Bu anlayışın ortak hususiyeti   “Ya bizdensin ya onlardan!” yani;  “ ya Direnişten yanasın ya da Amerika ve İsrail’den!”  Bilgisizlik ve dogmatizm  ile bizdeki muqallidlerin, cinayet kar despotik ve totaliteryen Baas rejiminin eleştirilmesine bile tahammül edememeleri,gerici despotik anlayışın ne denli zihinsel derin köklere sahip olduğunu göstermektedir.

 Maalesef bu durumun temelinde koyu cehalet, bilgisizlik, tarafgirlik, mezhebi taassup olduğu aşikârdır.  Bu kesimin söylemlerine dayanak olarak getirdiği büyük ölçüde ulusalcılığı ile maruf gazeteci Banu Avar’ın komplo teorilerine ve iftiralara dayalı yüzeysel ama bir o kadar hamaset yüklü, her telden çalan söylem ve açıklamalarının bu kesim tarafından elden ele dolaşması bunu göstermektedir.

Dört günlük Kurban Bayramında Suriye Baas Rejimi 60 Suriyeli muhalifi katletti. Amerika mazlumların yanında Baas rejiminin karşısında pozisyon alırken İslami İran’ın ve Nasrallah’ın  Baas rejimini kayıtsız şartsız desteklemesi akıl alır gibi değildir.

Despot Suriye Baas Rejiminin yanında Rusya ve Çin’den başka İran ve Nasrallah’tan başka kimse kalmamıştır. Rusya’nın Kafkaslarda yaptığı mezalim ile Çin’in Doğu Türkistanlı Müslümanlara yaptığı katliamlar malumdur. Bu iki rejimin Baasçı mulhidlerin yanında olması anlaşılır bir şeydir. Lakin İran’ın ve Nasrallah’ın nasıl oluyorda Baas Rejiminin ayakta kalmasını “kırmızıçizgimizdir” diye yanında yer alması anlaşılır bir şey değildir. Bir akıl tutulması ile karşı karşıyayız yada bilinmeyen ve açıklanmak istenmeyen başka bir şey olmalıdır. Yoksa “savaşta her şey mubahtır!” diye bir ilke mi var? Bütün dünya, abd ve Batı istemeyerekte olsa despotik totaliteryen rejimlere başkaldıran Halkların yanında yer alırken, Devrimci bir anlayışa sahip olduğunu bildiğimiz İran ve Hızbullah’ın; eli kanlı mulhid rejime açıkça sahip çıkmasının ve desteklemesinin altından göreceğiz neler çıkacaktır. Zalimle 30 yıllık ittifak, öyle anlaşılıyor ki; İran ve Hızbullah’ın adalet ve zulum kavramlarını dönüştürmüş, değiştirmiştir. İran Rejiminin Devrimin önde gelen şahsiyetlerine karşı sürdürdüğü baskıcı, istibdata dayalı politikaları, zindanlarda işkence ve öldürme olaylarına karşı duyarsızlık bu dönüşümün boyutlarını göstermektedir. Mü’minlerin  Şahitlik vasfı; hiçbir amaca varmak için gayri meşru bir yol ve yöntemin kullanılmasına izin vermeyecek hassasiyette bir vasıftır. Bu vasfını kaybedenlerin Allah nezdinde ki makbuliyetleride, insanlık nezdinde ki saygınlıkları da tartışma konusu olacaktır. İnsanlığa karşı hakkın şahitliğinden düşenlerin ise İslam’a ve Müslümanlara verecekleri pek bir şeyin olamayacağı aşikârdır. Hem Tahran’ın hemde  Nasrallah’ın bu müşkil durumdan bir an önce kurtulması gerekmektedir. Hali hazırda durulan yerin ve pozisyonun;İslamiyet nezdinde de  insanlık vicdanında kabul görecek hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Baas ve müttefikleri; “Suriye uluslar arası bir komplo ile karşı karşıyadır!” iddiası tek savunma argümanı dır. Oysa Baas Rejimi, her despotik zalim rejimler gibi tarihi tersine döndürme iradesi ve inadı gösteren bir rejimdir. Bizatihi eli kanlı mülhid Baas rejiminin varlığı; bir halk için başlı başına bir komplodur ve bir halkın başına gelecek en büyük felakettir. 
Arap Devrimlerinde Sistem Arayışı
Tunus, Mısır ve Libya’da despotlar tasfiye edildi, halklar gücünü göstererek kendilerine ait olanı gasıpların elinden aldılar. Şimdi sıra, nasıl bir yönetim sorunsalına bulunacak cevaba gelmiştir.  Bu elbette ki en zor aşamadır. Ülke şartlarına göre ve dini gereklilikler ve hassasiyetler göz önünde tutularak bir model sistem üretme gayreti içinde olunduğunu gerek Tunus’ta gerekse, Libya’da ve Mısır gözlemleyebiliyoruz. Bu umut vericidir ve bu ülkelerdeki siyasi ortak aklın sorunları aklın ve bilimin ışığında ama İslam’ın öngördüğü ilkeler doğrultusunda çözeceğinden kuşku duymamaktayım. Libyalı devrimcilerin Kur’ani bir anayasa ile serbest seçim sistemine dayalı parlamenter sistemi mezcetme düşüncesi denemeye değer bir uygulama olacaktır.  Tabiidir ki anayasa toplumun tüm kesimlerinin ortak katılımı ile hazırlanması gereken bir metindir. Mademki tüm toplumsal örgütlenmenin dayanağı olacaktır, ister Müslim, gayri Müslim tüm toplum kesimlerinin konsensüsü ile hazırlanmalıdır. Aksi durumda daha başlangıçta bir kesimin bir kesim üzerinde baskısı ve egemenliği söz konusu olacaktır. Anayasalar toplumsal yapıya uygun, halkın inançlarını ve yaşam biçimini dikkate alınarak hazırlanması gereken metinlerdir. Müslüman aklı geçmiş açı tecrübelerden ve ilim ve hikmetle din,devlet,siyaset  ilişki ve kombinezesyonunu, Halkın maslahatına uygun bir şekilde dizayn edeceğine inanıyorum.
Amerika’nın İran’a Müdahale Konusunda Kafası Karışık!
Amerikan Savunma Bakanı Leon Panetta, düzenlediği basın toplantısında, askeri bir harekatın İran'ın nükleer programını sadece üç yıl erteleyeceğini ve bu nedenle ''ancak son çare'' olarak düşünülmesi gerektiğini belirterek, kendine göre, uluslararası toplumun Tahran'a karşı daha sert yaptırımlar uygulaması gerektiğini belirtti. Devamla ;''İran'ı sadece projesinden caydıramamakla kalmayacak, aynı zamanda bölgede ve bölgedeki Amerikan güçleri üzerinde ciddi etkisi olacak istenmeyen sonuçlarla karşı karşıya kalmamak için dikkatli olmalıyız'' diyen Panetta, selefi Robert Gates'in, İran'ın nükleer programını hedefleyecek askeri bir harekâtın bunu sadece üç yıl erteleyeceği yönündeki tahminine katıldığını kaydetti. İsrail Başbakanında ayni görüşte olduğunu öğrendiğimiz Basın toplantısında Panetta, ''İran'a karşı harekat düzenlemek konusunda, sanıyorum İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu bugün bizzat bunun son çare olması gerektiğini söyledi ve biz de bu görüşü paylaşıyoruz'' diyerek sözlerini sürdürdü.
Afganistan’da 10 yıldır istediğini yapamayan ve Irak’ta işlerin hepten ters gittiğini bizzat yaşayan Amerika,İran gibi büyük bir savaş deneyimi olan ve savaşa da herkesten iştiyaklı gözüken bir Ülke ile kontrollü bir operasyon dışında bir çatışmaya izin vermeyecektir. Ki öyle de olmaktadır.Zaten Amerika ve İsrail Tahranla örtülü bir savaşı 2007 den itibaren sürdürmektedir. İsfahan Nükleer Teknoloji merkezinde İran nükleer programı için çalışmalar yürüten Ardeşir Hüseyinpur, 16 Ocak 2007’de ölü bulundu. Bu tarihten İran’ın nükleer programında kilit role sahip uzman, bilim adamı ya kaçırıldı ya öldürüldü. Tuğgeneral Ali Ekber Asgari, 7 Şubat 2007’de İstanbul’da kaybolduğunda İran; askeri ve nükleer sırlara sahip önemli bir adamını düşmana adeta sunmuştur. Son operasyonda Devrim Muhafızları’nın sahip olduğu füze teknolojisinde büyük rol oynayan Tuğgeneral Mukaddam’ın ölümü, Tahran için büyük bir kayıp niteliğindedir.   Tahran’ın 100 km yanı başında Devrim Muhafızlarının en stratejik üslerinde tamı tamamına bir yıl arayla iki büyük patlama ile zaten bu küçük ve sınırlı operasyonlar(!) yapılmaktadır. İran yönetimi taarruz bekleyedursun, savaş; sabotajlar ve siber saldırılar şeklinde birkaç yıldan beri devam etmektedir.
Bu durumu İsrail Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı  Alon Liel NTV ye verdiği  bir demeçte doğrulamaktadır. Liel; "Son iki üç yıldır İran'da çok garip şeyler oluyor. Bilgisayar sistemleri bozuluyor, bilim adamlarıyla ilgili şeyler oluyor. Bunlar İsrail'le ilgili olabilir. İsrail yönetimi İran'ın nükleer bombaya erişmesini engellemek için her şeyi yapmaya hazır. 100 uçak kaldırıp İran'a saldıracaklarını sanmıyorum ama bir yerler de bir şeyler olacaktır. Askeri ve istihbarat alanlarında mutlaka bir şeyler göreceğiz." Şeklinde bir değerlendirme yaparak, İran’a karşı örtülü bir savaşın çoktan başladıpğını ve hali hazırda sürdüğünü  anlatmaya çalışmaktadır.
Bir Alıntı;İşleri Bizim Dinimiz Gibi;Dinleri Bizim Hayatımız Gibi!
Merhum Mehmet Akif Ersoy; Avrupa’ya ilk seyahatini yapar. Seyahatı biter döner İstanbul’a. Arkadaşları, dostları koşar giderler yanına  hoş geldine,hasret gidermeye.Bu arada sorarlar; “Batıyı nasıl buldun?” O veciz sözle tespitini söyler merhum;”Batının hayatı bizim dinimiz gibi, dinleri ise bizim hayatımız gibi!”  Bu çelişki hala daha sürmektedir. Ve Müslümanlar ahlakını Vahiyle inşa etmedikleri sürece de bu çelişki böylece devam edecek ve Batı ve muhtemelen de Doğu arasında sıkışıp ezilmeye devam edecektir. İnternette sadece ” Mehmet Menengiç  ”  isimli şahsa ait olduğu bilgisi olan şu tespitler bu açıdan ilginçtir ve merhum Akif’in tespitlerinin şerhi mahiyetindedir.
Felaket üzerine, felaket yaşayan Japon halkı girmiş olduğu sınavda 10 üzerinden 10 aldı, çünkü: 1. Sakindiler Değil birbirleriyle tartışmak ya da kavga etmek, üzüntülerini dahi kalplerine gömdüler. 2. Saygılıydılar Su ve Yiyecek için disiplinli kuyruklar oluşturdular. Ne kötü bir kelime ne de kötü bir davranış sergilendi. 3. Yetenekliydiler İnanılmaz mühendislik örneği verdiler, binalar sallandı, ancak hiç biri yıkılmadı. 4. Zarif ve Nezaketliydiler İnsanlar, sadece o anlık ihtiyaçları kadar aldı, bu yüzden herkes bir şey alabildi. 5. Dürüst ve Anlayışlıydılar Kimse yağma yapmadı, yollarda kimse korna çalmadı ve birbirlerini geçmeye çalışmadı. 6. Gerektiğinde Kendilerini Feda Etmeyi Bildiler Elli işçi N-reaktörlerin soğutulması için kendini feda etti. Bu para ile ölçülebilecek bir fedakârlık değildir. 7. Şefkatliydiler Restoranlar fiyatları düşürdü. ATM’ler için güvenlik gerekmedi. Güçlü olan güçsüzü korudu. 8. Eğitimliydiler Yaşlılar, çocuklar ve herkes ne yapacağını biliyordu ve onlar da bunu yaptılar. 9. Medyaları Medyatik Değildi Haberlerde olağanüstü olgunluk gösterildi. Hiçbir şey reyting anlayışıyla yapılmadı. 10. Vicdanlıydılar Mağazalarda elektrik kesildiğinde, herkes satın almayı düşündüğü eşyayı tezgâhın üzerine bıraktı ve sessizce ayrıldı. Kur’an da bunları istiyor ama dinsiz ya da gâvur dediğimiz insanlar, insanı insan yapan kuralları Müslüman olmadıkları halde uyguluyor.”
Evet gerçekten de öyle değimli? Ya ticari ahlak ve kurallar? İslam Ülkeleri Pazar ve çarşılarında satıcı ve alıcıların daha pahallı satmak ve daha ucuz almak için neler yaptığını hatırladıkça üzülmemek mümkün müdür? Mekke ve Medine’de pazarda ve çarşıda; kim kazıklama gayesinden uzak ve kazıklanma endişesi olmadan alış veriş yapabiliyor?
Bütün bu olumsuzlukların temelinde; 800 yıllık istibdada dayalı Emevi ve Abbası rejimlerinin tahrifatı ile yine bu rejimlerin mevzulara, hurafe ve menkıbelere dayalı dayalı  dini anlayışı egemen kılan mühendislik çalışmalarının olduğu bir gerçektir. O nedenle bu dinin ilkleri nasıl ki Vahiyle arındılar, temizlendiler ve örnek şahsiyetler oldularsa günümüz Müslümanlarının da Vahiyle hurafelerden, menkıbelerden ve mevzulardan arınıp, temizlenmesi dini Allah’a has kılması elzemdir.Aksi durumda Merhum Mehmed Akif’in o tespiti hep geçerliliğini koruyacaktır.
 
Her Şey Tüketim İçin!
Her şey; Biriktirme, tüketim, lük ve sefahat için olmaya başlayınca kokuşma ve sapkınlıkla başlamış demektir. Bu durum; Müstağniliğin, Allah’a güvensizliğin, ahret yurduna ve cennet nimetlerine burun kıvırmanın tezahürüdür. Sadaka kavramının sadakatten gelmesi bu açıdan manidardır. Allah’a yönelmek yerine;servete,mal ve mülke,güç ve şatafata  meyletmek ( meyl edilen “malın”; meylden gelmesi bu açıdan düşündürücüdür.)  tamda Mekke oligarşisinin ahlakıdır. Onlar Allah’tan yüz çevirdiler,güce,paraya,servete ve şehvete yöneldiler. Allah boşuna uyarmıyor; insanın mala karşı tutkulu olunduğunu.
Kur’an’da azgınlıkları nedeniyle helak olmuş kavimler hakkında zikredilen  “yüksek binalar” “sütun sahipleri” “ Kayalara oyulmuş şehirler” kendi başına bir olumsuzlamaya mesnet teşkil etmemiş; kibir, yarış, lüks ve safahat, şımarıklık gibi sapkınlıklar nedeniyle olumsuzlanmaktadır. Dolayısıyla bu gün şehirlerde nice fakir, orta sınıfın yaşadığı çok katlı apartmanlar da yaşayan insanlar vardır ki bu yüksek binalarda fakirlikleri nedeniyle yaşamak zorundadırlar ve buralarda yaşadıkları içinde kibir ve şımarma bir yana gayet “galender” bir hayat standartları vardır. Buna mukabil nice şımarık zenginler vardır ki rantı gayet yüksek, haliyle de göz alıcı yerlerde bir iki katlı, saray gibi döşenmiş süper lüks villalarda yaşamaktadırlar.Bu arada  Cübbeli Ahmed Hoca’nın İstanbuldaki süper lüks havuzlu villasını hatırlatırım!O, “eşimden kaldı” “yüzme sporunu peygamber tavsiye etti!”  dese de  lüks ve zenginliğin insanı bozduğu şahsi duruşundan ve ahlakından anlaşılmaktadır.Dolayısıyla; fakir ve orta sınıfın yaşadığı çok katlı, yüksek binalar mütevazi yaşam alanları olmaları hasebiyle,  karunizmle ilişkilendirilemez. Demek ki yaşam alanlarının çok katlı ya da tek katlı olması tek başına olumlu ya da olumsuz bir anlam ifade etmemektedir. Yani yüksek ve ihtişamlı binalar; bir ideolojinin, dünyacı bir dünya görüşünün bir sonucudur. Ve asıl olarak bu tekasürcü/büyümeci, hazcı/zevkçi, refahçı; üretimi, sınırsız tüketim için gören Yahudileşme ve Hıristiyanlaşmanın yani ; “aşağılık maymunluğun” ve “ necis domuzluğun”  tezahürü olarak görmek gerekir. Asıl üzerinde durulması gereken sapma ve hastalık budur. Bu sapma ve hastalığın yegâne nedeni; ihtiyaç fazlasının infak edilmemesi, cimrilik, kenz/biriktirme, lüks ve israf, metaı gururdur. Korkudan kurtulmanın en etkili ve kısa yolu; kişinin korkusunun üzerine kendi iradesiyle gitmesidir.  Bunun gibi; “aşağılık maymunluktan” ve “ necis domuzluktan”  emin olmanın ve bu sapkınlıktan, hastalıktan korunmanın yegâne yolu ve yöntemi de infak ahlakına sahip olmak,kanaatkarlığı ve diğergamlığı ahlak edinmekle mümkündür. Mal ve mülkü kutsayarak değer verip önünde değersizleşmek yerine, onu infak ederek, gerçek değere sahip “hayr” satın alıp hayrı biriktirmektir.  Rasulullah’ın sav tavsiyesi de bu yöndedir.”Ey Allah Rasulü! Bu ayet ashabına çok ağır geldi, neyi biriktirsinler?” diye soran Ömer’e ra  “hayr!” buyuran Rasulullah; bu tehlikeli sapkınlığın nedenini doğaldır ki; servet/biriktirme /tekasür olarak görüyordu. 
Dünyanın Güç Merkezi Değişirken!
Dünya Güç Merkezinin yer değiştirdiği  bir süreci yaşarken, bölgede  ve dünyada önemli siyasi, askeri, ekonomik gelişmeler cereyan etmektedir. Arap Halk Hareketleri ve Tunus, Libya ve Mısırdaki iktidar değişikliklerini bu bağlamda ele almak gerekmektedir. Türkiye’nin son on yılda önce ekonomik, sonra siyasi ve askeri açıdan üstünlük sağlama çabası, Bölgede boşalacak yer değiştirecek gücün yerini doldurma hamlesi olarak görmek gerekir.
Avrupa ve Orta Doğu güç kaybettirdi ve risk giderek büyüyor. ABD, güc merkezinin kaydığı asya pasifik hattına yöneliyor. Büyüme neredeyse abd orada. Bağlantısız iki Büyüyen ülke; Çin ve Hindistan'ın hemen yanı başında Asya Pasifik Bloku.APEC üyesi dokuz ülkeyi (ABD, Avustralya, Yeni Zelanda, Vietnam, Malezya, Singapur, Brunei Sultanlığı, Şili ve Peru) kapsayan Trans-Pasifik Ortaklık (TPP) Dünyanın yeni ekonomik,askeri,siyasi güç merkezi olmaya aday. Türkiye'nin bölgedeki aktivitesi bundan kaynaklanmaktadır. Ve 2023 yılına kadar bu sıçramayı sürdürebilirse Akdeniz ve Ortadoğu da etkin, oyun kurucu başrole sahip bir Türkiye.
            Pkk terörünün son beş yılda, derin devlet eliyle ve lojistik desteği ile şahinleştirilmesi ve yeniden silaha sarılmasının gerisinde Telaviv/Pkk ve Batılı merkezlerin rolü olduğu muhakkak. Zira Bölgede Amerika’nın boşaltacağı alanı İsrail,İngiltere,Almanya,Fransa doldurma çabasında ve en etkili ve yakın rakip olarak ta Türkiye’yi görmektedirler.
            Türkiye İslami kimliğini yeniden keşfederek ve sahiplenirken, diğer taraftan da dünya sistemi içinde kalarak “dikleşmeden” lakin “dik durarak”  uluslar arası yasallık ve hukuka riayet ederek etki alanını yani nüfuz çevresini genişletmek, söz sahibi olmak yolunda son 10 yılda çok önemli mevziler kazanmıştır. Bunun olumlu etkileri Arap Baharı diye nitelendirilen Arap Halklarının uyanış hareketlerinden anlaşılmaktadır. Tunus’tan Suriye’ye, Mısır’dan Cezayir’e kadar Müslüman Halklar, Türkiye’yi izlemekte ve son 10 yıldaki atraksiyonu ilgiyle ve gıptayla seyretmektedir. Erdoğan’ın “Arap sokaklarında” ki sahip olduğu sempatinin altında bu vardır.
            Dış İşleri Bakanlığı 2002 Yılından buyana Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ile dizayn ediliyor. Bu “Adam” bu gün maalesef gerektiği gibi anlaşılmış değil. Türkiye’nin Osmanlı konusunda duayen  ilim adama  Halil İnalcık,2009 Kasımında İstanbul Büyükşehir Belediyesi iştiraklerinden Kültür A.Ş. tarafından düzenlenen  "İlim ve Fikir Hayatının 70. Yılında Halil İnalcık" isimli bir konferansta kendisi hakkında uzun ve yüklü bir konuşma yapan Davutoğlu hakkındaki;   "Beni çok etkiledi. Bugün Türk diplomasisinin başında olan bu genç adam beni nasıl okumuş? Bunu hayretle gördüm." Yargısı  Türkiye’nin emin ellerde büyüdüğünü gösteren bir değerlendirme olmuştur.
Böyle Mefluç Kafalar İnsanlık Tarihi Boyunca Hep Olmuştur
Hakkı Devrim’in tıynetini açığa vuran “kabile şefi” benzetmesi etrafında koparılan fırtına kadar, hatta daha da büyüğü; Osmanlı Sultanlarının “kullarım” hitabı üzerinde koparılmalıydı. O peygamber ki; ters yüz edilmiş, Allah’ın İlahlığı, Rabliği,ve Melikliği karşısında  adem evladının kulluğu ilişkisini,Rabbin buyruklarına göre yerli yerine oturtmak için gönderilen Vahyi tebliğ için gönderilmiş bir Elçidir. Rasulullah’a ve diğer Allah Elçilerine, Hakkı Devrim gibi nice müşrikler neler, ne benzetmeler, ne hakaretler etmişlerdir. Bu mefluç kafa ne ilktir ne de son örnektir. Söz konusu mahut diziye “yüce” padişahlar “kadın düşkünü”  olarak gösterilerek hakaret ediliyor denilerek büyük tepki gösteren; gelenekçi muhafazakâr kesimlerin; padişahlık kurumuna ve bu kurumun Halkı  “teba” ve  “kul” olarak görmesi karşısındaki duyarsızlığı ve suskunluğu asıl üzerinde durulması gereken akidevi, dini bir konudur. Allah’a ait olanın; padişah tarafından ve etrafındaki hempaları tarafından küçük menfaatler karşılığı padişahlara da layık görülmesi; asıl gürültü kopartılacak, tepki gösterilecek konudur. Lakin maalesef Müslümanlar;  söz konusu Osmanlı olunca pekte geniş bir mezhebe sahip oluvermektedirler.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası