B İ R H A S B İ H A L

Konya;09.11.2011


 "Zulüm büyük günahtır. Şirkse büyük bir zulümdür. Allah’a eş koşmak ve Rablik iddiası halkın seçen, denetleyen ve azleden bir yönetim şeklinden ziyade halkın fikrinin dahi alınmadığı despotik, totaliteryen yönetimlere has bir özelliktir. Tarihte de bu günde bu böyledir. Peygamber gibi bir yönetici bulamayacağımıza göre; halka denetleyebileceği, sorgulayabileceği ve azledebileceği bir sisteme sahip olma hakkını vermek gerekir. Halkı yönetecek olanlar halk tarafından, halkın özgür iradesiyle seçilmelidir. Seçilenler halk tarafından denetlenmeli, icraatları yargı ve parlemento denetimine tabi olmalıdır. Halkın denetiminin muhalefetle olacağı açıktır. Muhalefetsiz bir yönetim despotizme kayacağı muhakkaktır. Dezpotizm ise büyük bir zulümdür. Ve Halka ait  olanın gasp edilmesidir."


Hayatı Projeler Üzerinden Anlamaya Çalışmanın Dayanılmaz Hafifliği!
Amerika’da Bush’un iktidara gelmesiyle birlikte sağcı neo conların dünya hegemonyası için geliştirdikleri onlarca stratejiden biridir “yaratıcı kaos”.  Kargaşa ve düzen yada kaos  ve kozmos. Tıpkı Bop gibi bir proje! Yani siyasi ve sosyal mühendislik çalışması. Gerçekleşme yüzdesi yani başarılı olup olmadığı konusunda fiili durum bir fikir vermektedir.  10 yıl sonra;  ne Afganistan’da ne Irak’ta ve ne de dünya’da Amerikan insiyatifi/kontrolü  bir adım ileri gitmedi, geriledi. Ya Amerikan ekonomisi?  29 Krizini saymazsak en kötü konjoktörü yaşıyor.  Vietnam Savaşından sonra dünya çapında Amerikan karşıtlığı en yüksek noktadadır. Amerikan neo conları kendi içinde bölünmelerle etkisizleşirken, hedef ülkelerdeki bu arada Türkiye’de muazzam gelişmeler olmakta, yeni aktörler Amerikan’ın oluşturduğu statükoyu işlevsizleştirmeye çoktan başladı bile. Ulusalcı/statükocu güçler; sağcı ve solcu ulusçu, Kemalist ve faşist kesimler,  neoconlardan sonraki kadrolardan ayni desteği göremeyince tasfiye sürecine girdiler ve ortada bırakılmanın burukluğu ile antiamerikancılığa soyundular. Türkiyede tüm darbelerin ve askeri muhtıraların arkasında pentagon’un ve cıa’nın olduğu unutulmamalıdır. Ve Amerika’nın imaj ve nüfuz  kaybını; yeni siyasi oluşumu baltalama adına, çökmüş  ve başarısız olmuş ”neo con” doktrinlerini (Yaratıcı Kaos,Şer  Çephesi, Ya Bizdensin Ya onlardan!) sanki hala ayakta ve işlevselliğini  koruyormuş  gibi propaganda etmektedirler. Güya Amerikan karşıtlığı ve güya antiemperyalist bayların, aslında ve belki de farkında olmadan güç kaybeden Amerika’nın ve küresel güçlerin propagandasını yaptıkları kesindir.  İslami kesimde de  bu aldatıcı söylemin büyüleyici tabirlerinin  etkisinde olarak; artık hiçbir  etkisi ve işlevi kalmamış aksine beklenenin aksine Amerikan aleyhine ve karşıtlığına yaramış ”neo con” imzalı stratejiler  ve planlar  üzerindeki yoğun yorumlar  ve kendi kendine  yeni anlamlar yüklenerek boş bir  tartışmaya ve kafa karışıklığına yarayacak bir mecraya dönüştürüldü.  
Ali Bulaç diyorki[1] “Yaratıcı Kaos” stratejisi  “ABD’nin İslam dünyasına ilişkin stratejik ve politik öngörüleriyle ilgilidir.”
 Ve devamla; ““Yaratıcı kaos”la ilgili iki farklı bakıştan söz etmek mümkün: Biri, ABD’nin uluslararası politikada, yeni bir hegemonya tesis ederken, Ortadoğu’da giriştiği askeri işgal ve sosyo-kültürel müdahalelerde takip ettiği yol. Bunun kısa ifadesi “sert yöntem”dir ki, kaba şekli yapılara müdahale ederek yıkmak. Diğeri, Soros’un başını çektiği soft yöntem, yani “yumuşak veya sakin güç”; kültürün, sanatın, sivil toplumun araçlarını, enstrümanlarını kullanarak sosyo-kültürel ve politik yapıyı değiştirmek. İnsan hakları, kadın dernekleri, televizyon dizileri, sivil toplum kuruluşları, modern hayat tarzı, kadının toplumsal-kamusal konusu, İslam ile laikliğin uzlaştırılması vs.”
“Suriye’de Baas rejimine karşı ayaklanmalar başlayıncaya kadar Türkiye’de de soft yöntem revaçtaydı. Buna göre Türkiye, tarihi ve coğrafi derinliğinin kendisine sağladığı avantajları kullanarak Ortadoğu’ya girecek ve fil gibi zücaciye dükkanına giren ABD’den farklı olarak yapıları değiştirecekti.”
“İlk bakışta “yumuşak güç” doktrini makul gözükse de iki sorunla maluldür: İlki, Ortadoğu’nun geleneksel yapılarını değiştirecek olan kültürel ve politik değerlerin kaynağı Batı Aydınlanması’dır. Bu söz konusu güçle değiştirilecek politik ve toplumsal yapıların Batı’nın küresel hegemonyasından bağımsız düşünülmeyeceğini gösterir. Diğeri “taşıyıcı aktör” durumunda görünen Türkiye, bu rolü üstlenirken kendi “ulusal çıkarı”nı ne kadar temsil edebileceği konusudur.
“İki sorun da hayatidir. Çünkü eğer yumuşak güçle Ortadoğu değiştirilecekse, temeldeki çelişkiler, sorunlar değişmeyecek demektir, çünkü bugünün otokrat rejimlerin ve diktatörlüklerin arkasında, dolayısıyla süren statükonun gerisinde Batı’nın çıkarları ve desteği yatıyor. “Yumuşak güç doktrini”iyle sadece aktörler değişecek, statüko form değiştirecek, ama köklü devrimler yaşanmayacaktır.”
            Bu söylemin hangi yönden bakarsanız bakın ulusalcı çevrelerin milli “hamanı”  haline gelmiş Banu Avar’ın internette dolaşan videoya sıkıştırılmış söylemiyle yumurta ikizi benzerliği dikkat çekicidir.
            Bu söylem kendi içinde anlamsızlıklar ve çelişkiler barındırmaktadır. Bir kere eski Türkiye dahil istisnai bir iki nokta hariç; İran, Gazze ve Hızbullah, Pakistan’dan Mağrib ülkelerine tüm İslam Ülkelerindeki hakim mevcut durum Amerika’nın dizayn ettiği bir yapıdır. Ve bu Ülkelerdeki rejimler Amerikan yörüngesindedir ve bu coğrafyadki rejimin sahibi durumundaki seçkinlerce Amerikan değerleri ideoloji edinilmiştir. Bu söylemin en önemli çelişkisi burada kendini göstermektedir. Dünya gayrisafi milli hasılasının neredeyse  % 90 ını üreten Batılı ülkelerin askeri,siyasi ve kültürel  üstünlüğü tartışılacak bir konu değildir. Türkiye gsmh on yılda 150 milyar dolardan bir trilyon seviyesine çıkarmayı başarmıştır. Ve ekonomik olarak büyüyen bir ülke siyasi olarakta uluslar arası arenada  belirleyici aktör olma potansiyeline sahiptir. Davos’ta Erdoğan’ı konuşturan şey  büyük ölçüde budur. Sanki mevcut durum Amerikan inisiyatifinde bir yapı değilmişte, Amerikan tehlikesi söz konusuymuş gibi yorumlar yapılmaktadır. Bölge hem Amerikan ve Batılı emperyalist ülkelerin kontrolü altındadır ve hem de bu ülkeler Batı destekli ceberut despotik, diktatoryal rejimlerin tasallutu altındadır. Ve  bu coğrafyanın halkları kendi içinden çıkmış lakin yabancılaşmış  buldoklar tarafından yönetilmektedir. Bundan daha kötü ne olabilir!? Irak’ta Saddam rejimi devam mı etmeliydi? Ya da Libya’da Kaddafi Faşizmi halkı ezmeyi sürdürmelimiydi? Bu gün kaldığım otelde iki Libyalı Mücahitle karşılaştım: Karnından  iki mermi yediğini söyleyerek, ”Elhamdulillah kurtulduk!” diyordu. Dışarıdan gazel iyi okunuyor. Türkiye’nin demokratik hukuk devletindeki konforlu yaşam içinde, Saddam’ın Irak’ında ya da Bin ali’nin Tunus’unda veya Kaddafi sapığının Libya’sında yaşam koşullarını değerlendirmek ve akıl yürütmek türibünlere oynamaktır.
            Batının askeri, siyasi, ekonomik, teknolojik üstünlüğü devam ettiği sürece müdahaleleri ve yönlendirmeleri de devam edecektir. Tüm İslam ülkelerinin gsmh 4-5 trilyon dolar civarındadır. Sadece Amerika’nın gsmh nın 14 trilyon dolar olduğu göz önüne alındığında, Amerikanın ve Batının jandarmalığı ve nüfuzu izah edilebilmektedir.Ve bu ülkenin savunma harcaması 700 milyar dolardır.  Bu kadar bir üretim ve askeri harcama demek; askeri ve siyasi güc, akıl, ilim ve sistem demektir. Ama unutulmaması gereken bir başka hususta vardır ki, Allah’ın ulûhiyeti ve O’nun kurduğu düzen içinde Amerika’nın ve Batılıların kurduğu düzenin esamesi okunmayacağıda aşikardır. Her şeye gadir olan ancak Allah’tır. Allah mazlumlara düşmanlarının eliyle de yardım edebileceğini göz ardı etmemek gerekir. Bir toplum için Özgürlük, despotizmden her açıdan daha hayırlıdır. Despotik diktatoryal rejimlerde insan onuru ezilir, şahsiyetler bozulur. Özgür ortamlarda ise şahsiyetler gelişir, insan kendine gelir, gelişir. Köklü devrimler yapılamıyor yada yapılamayacak diye, Batının inşa edip Müslüman halklara musallat ettiği despotik, totaliteryen rejimlerin devam etmesini temenni edemeyiz herhalde. Tabii ki, Hüsnü Mübarek rejimindense bu günkü Mısır Rejimi tercih edilmelidir.Bunun bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Yarın nelerin getireceğini bu günden tahmin zor. Lakin bilinen ve başta olan “kötüden” kurtulmak herkesin hakkıdır ve bir umuttur. Yarın daha “kötü” başa gelir diye hareketsizlik bir toplumu öldürür ve kötünün devamından başka bir şeye yaramaz.

Suriye Üzerine Mülahazalar
Bildim bileli öteden beri kendini Filistin Davasına adamış bir Müslüman Şahsiyettir Ahmet Varol. Suriye deki Baas rejimi hattında Müslümanların bölünmesine bir bölünme daha ekleyen tartışmalar sadedinde şu ilginç ama bir o kadarda hikmetli değerlendirmeyi yapıyor:” Konunun Filistin ile ilgisi üzerine durmak istiyorum. Filistin meselesi başlı başına bir meseledir. Filistin hiçbir zaman bir zulüm rejiminin meşrulaştırıcısı olamaz. Suriye’de her gün 20 insan ölüyor. Bunlar sinek mi? Bizler nasıl Filistin adı ile bu zulmü meşrulaştırabiliriz? Ben Filistin direnişçileri ile her zaman görüşüyorum. Filistin İslami direnişi hiçbir zaman bu vahşete onay vermemiştir, vermeyecektir. Suriye 1967’den beridir İsrail’e bir taş bile atmamıştır. İsrail karşıtı cephenin Suriye rejiminin düşmesi ile çökeceği tezi gerçekçi değildir." Gerçektende böyle değimli? Siyonist Rejim’in Filistin Halkına yaptığı zulmü telin ederken, ayni zulmü Suriye halkına fazlasıyla yapan Baas Rejimini nasıl mazur görebiliriz? Ya da Filistin halkına destek verirken, Suriye halkını hangi şer’i ilke gereği bu desteği çok görebiliriz? Suriye Baas Rejiminin 1982 ve bu günkü katliamlarını, Hızbullah’a verdiği destek “helal” kılabilirmi? Allah’ın;”Zalime meyletmeki ateş sana dokunur!” uyarısı ne anlama gelmektedir?  Siyonist Rejimle mücadele Allah’ın yardımı olmadan kazanılamaz. Bu bilinmelidir. Bu Rejimin silah gücü; hem Türkiye ve hem de İran’ın toplamından daha büyüktür. Allah’ın yardımının ise zalimlere meyledenlere gelmeyeceği bilinmiyor mu? Suriye Halkının 40 yıldır başına gelen Baas felaketi, Filistin’in Nakbaası’ndan çok farklımıdır? Suriye muhalefetini Amerika’nın destekliyor olması Baas rejimini meşrulaştırırmı? Bu nasıl bir anlayış akıl alır gibi değil! “Suriye muhalefeti, Amerika ve israile karşı olduğunu ilan etmelidir!” deniyor. Yahu aklını peynir ekmeklemi yedin sen!? Ne hakla ve hangi yetkiyle,hangi sıfatla Suriye İhvanını  böyle bir teste tabi tutuyorsun!? Buna kimin hakkı var? Tarafgirlik aklıselimi nasılda iğdiş ediyor,  Suriye üzerinden bunu hep birlikte gördük. Son Nakbaa  yıldönümünde Golan’dan Filistine girmek isteyen müslümanlara Siyonist askerlerin yaylım ateş açması ile onlarca  kişi hayatını kaybetmişti de Baas ‘tan “tık” çıkmamıştı. Ne direnişi? Ne anti Amerikancılığı? Nasrallah’ı bile Siyonist rejimle mücadele de elindeki silahı kullanmada frenlediğini ve baskı altında tuttuğunu düşünüyorum. Ve hem İran’ın hem de Hızbullah’ın Suriye müttefikliği büyük bir siyasi hatadır diyorum. Çünkü ayıdan dost zalimden müttefik olmaz! Zaman gösterecektir; gerçek apaçık ortaya çıkacak, Allah Suriye Olayının gerçeğini apacık ortaya çıkartacaktır. Lakin “Vahdet””ümmet” gibi büyük laflar edenlerin bu kavramların hürmetine hiçte uygun davranmadıkları Suriye üzerinden ortaya çıkmış oldu. Allah hakikat aşkı ve gerçeği kavrama yeteneği nasip etsin! Ne diyelim?
 
İran’a Askeri Müdahale Mümkünmü?
Amerika İsrail ve İngiltere’nin son üç aydaki hareketliliği ve hazırlıkları böyle bir ihtimalin olduğunu göstermektedir. BM Atom Enerjisi Kurumu 7 yıldır İran Nükleer Faaliyeti ile ilgili sonuç raporunu, 8 Kasım da açıklayacak. Muhtemelen bu Rapor;”Evet İran Nükleer faaliyetleri Atom yapmaya yöneliktir ve şu kadar zenginleştirilmiş uranyum da üretmiştir!” derse, müdahalenin temeli yani bahanesi hazır demektir. Böyle bir müdahale elbette ki sınırlı ve kontrollü olacaktır. İran’ın nükleer tesisleri başta olmak üzere misillemede kullanacağı füze, uçak ve deniz üsleri gibi savaş makinesi ilk hamlede vurulacak noktalar olacaktır. İran’ın misillemesi ise her ne kadar mesuller “şiddetli” olacak deseler de bu mümkün değildir. Zira düşman güçlerin silah ve askeri teknoloji ile İran’ın silah ve askeri teknolojisi arasında mukayese dahi edilemeyecek muazzam bir nispetsizlik vardır. Kaldı ki hatırlanacağı gibi İran’a 2010 yılın da  Stuxnet kullanılarak yapılan sanal saldırıların arkasında, ABD Yönetimi’nin olduğu bilinen bir gerçekti  ve İran’ın nükleer programı önemli bir darbe almıştı. Buna karşılık İran’dan hiçbir misilleme gelmemişti. Askeri bir müdahale durumunda İran’ın müttefiki olan Suriye’nin tavrı ne olacaktır? Baas ideolojisinin bir taraftan İran’la ittifak ederken diğer taraftan İsrail’le barış görüşmelerini 2009 Aralık ayına kadar sürdürdüğü bilinmektedir. Yani Baas Rejimi bir taraftan İran’la ittifak edip Hizbullah’a silah yardımı ve destek verirken, diğer tarafta Hizbullah’ın bu silahları gerektiği gibi kullanmasına izin vermeyerek Amerika ve İsrail’e kendisinin bir sigorta olduğu mesajını vermektedir. Gerek Esed’in gerekse bazı Baas mesullerinin Batıya verdikleri beyanatlardan bunu açıkça görmekte mümkündür. Mesela Esed’in Batılı bir gazeteye verdiği;”Suriye’deki olay laik Araplarla, ihvan arasındaki bir çatışmadır”  mesajı; bu anlama gelmektedir. O nedenledir ki Allah mü’minleri zalimlere meyl etmekten sakındırmakta, kâfir, fasık ve facirlerle dost ve müttefik olmayı yasaklamaktadır. Neden? Çünkü onlara güvenilmez, güvene layık değildirler. İpleriyle kuyuya inmek mü’minin ferasetiyle bağdaşmaz. Son olarak ta BM İran’ın nükleer Faaliyetleriyle ilgili belgeleri açıklayacağını duyururken, Siyonist rejimin başı Peres, uluslararası camianın İran'ın nükleer programı ile ilgili sorunu diplomatik çabalar yerine askeri harekât yaparak çözme yoluna daha yakın olduğunu söyleyerek, dünya liderlerinin İran'ı ''ne pahasına olursa olsun ''durdurmak için ''verdikleri sözleri tutmalarını'' istedi. İran’a bir askeri müdahaleye karar verildiği anlaşılmaktadır. En az zararla ya da maliyetle bu harekât nasıl yapılır bunun üzerinde durulduğu muhakkak. Böyle bir müdahale İran tarafından da uzun zamandır beklenmektedir. İran’ın da böyle bir müdahaleden en az zararla ve caydırıcı atak konusunda bir hazırlığı ve stratejisi olduğu muhakkaktır. Böyle bir müdahale sınırlı ve kontrollü olsa bile büyük yıkımlara ve siyasi sonuçlar doğurma potansiyeli taşıdığı muhakkaktır. Ayni zamanda İran genelkurmayı ve askeri gücü konusunda bir test niteliği taşıdığıda. Ama Siyonist Rejim ve Amerika’nın İran’a müdahale olasılığı, bu güne kadar olanlardan çok daha fazla olduğu açıktır. Bakalım bu müşkil durum nasıl çözülecektir.
Türkiye İsrail İlişkileri
Geçen hafta İstanbulda bir panelde İsrailli Panelist Oded Eran, şöyle bir soru etrafında konuşmasını sundu:"İsrail, Mavi Marmara'da öldürülenlerle ilgili olarak özür dilese, ailelerine tazminat ödese ve Gazze'de ablukayı kaldırsa, Türkiye-İsrail ilişkileri normalle dönermi?" Konuşmacı, normalleşmenin olamayacağı görüşündedir. Biliyor ki Türkiye İsrail geriliminin arkasında iki ülkenin bölge üzerinde aktör olma çelişkisi yatmaktadır. Yani? Yanisi şu; İsrail, büyük İsrail mefkûresi ile genişlemek amacında. Bunun için Kuzey Irakta, Kafkaslarda, Yunanistan’da, Güney Kıbrıs’ta bu amaca yönelik ama Türkiye aleyhinde faaliyetler içindedir. Türkiye’de ekonomik olarak büyüyor, kabına sığmıyor. Tarihi kimliğine uygun bir siyasi kadronun elinde normalleşiyor ve morfinle uyutulan 150 yıllık aptallaştırılmış pozisyonundan sıyrılmaya çabalıyor ve önemli adımlar da atıyor. Türkiye kendine geldikçe Bölgede rol biçici olmayı dış politikada rota olarak belirleyecek tabii olarak. İsrail’de Siyonist ideolojiden vaz geçmediği sürece emperyal siyasetinden geri adım atmayacaktır. Bu da doğal olarak her iki rejimin ilişkilerinin normalleşmeyeceği anlamına gelmektedir. Yani bölge israil’e ve Türkiye’ye yetmeyecek kadar küçüktür.
İslam’a En Şiddetli Düşman Olarak Despotizmi Görürüz.
Vahyin bize tanıttığı, kadim tarihin despotizmi olarak; Fravni ve Nemrudi rejimlerdir. İnsan haklarından geçtik; Halkı onurunu ezen bu baskıcı zorba rejimler; Tevhidi toplumsal yapılardan sapmalar sonucu şirke dayalı yapılara evirildikçe toplumlar; ”nasılsanız öyle idare edilirsiniz”  ilahi siyasa gereği şirke dayalı üç çehreli toplumsal yapıya yani despotizmin egemenliğine girecektir. Bu değişmez bir toplumsal yasa olarak her devirde böyle olmaktadır. Ve bu despotik yapı; kendini topluma Rablik iddiası ile dayatmış ve zorla ve baskıyla kabul ettirmiştir. Fravunlar döneminde de bu böyledir bu günde. İdeolojik olarak tarihin en kapsamlı ve etkili Fravuni Rejimi SSCB  1990  larda tıpkı öncülleri gibi tasfiye olup tarihin çöplüğünde yerini alınca, o günün Sovyet Uydusu rejimlerin yöneticileri bağımsızlıklarını ilan ettiler ve kendi toplumlarının başına  birer despot/fravun olarak oturdular. Özellikle de halkı Müslüman olan Türki Cumhuriyetlerde durum bu minvalde seyretmiştir. Her Fravuni Rejim gibi bu rejimlerinde şiddetle karşı çıktığı ve yasakladığı İslam Dini olmuştur. Zira İslam; Rabliği, İlahlığı, kutsallığı Allah’a has kılmıştır. Dini, akidesi, hatta inancı ne olursa olsun yada neye inanıyor görünürse görünsün,hiçbir despot; Müslümanların Allah’ın önünde secde etmelerini hazmedemez,kendine değil de Allah’a olan bu yönelişe hasetle diş biler.
Bu günlerde Kazakistan’da Dünya Gündemi’nin verdiği haber tamda Fravuni Rejimlere has bir uygulamaya örnek mahiyetinde. Habere göre; "Dini Birimler ve Faaliyetler" Yasasının cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmesiyle Kazakistan'da kamu kurumlarında bulunan mescitler kapatılıyor. Din İşleri Ajansı Başkan Yardımcısı Marat Azilcanov, kamu kurumlarındaki tüm mescitlerin 25 Ekim Salı gününe kadar kapatılacağını söyledi. İlk olarak ülkedeki ceza ve ıslah evlerindeki mescitler kapatıldı. Salı günü ise tüm kamu kurumlarındaki mescitler kapatılmış olacak.”
Zulüm büyük günahtır. Şirkse büyük bir zulümdür. Allah’a eş koşmak ve Rablik iddiası halkın seçen, denetleyen ve azleden bir yönetim şeklinden ziyade halkın fikrinin dahi alınmadığı despotik, totaliteryen yönetimlere has bir özelliktir. Tarihte de bu günde bu böyledir. Peygamber gibi bir yönetici bulamayacağımıza göre; halka denetleyebileceği, sorgulayabileceği ve azledebileceği bir sisteme sahip olma hakkını vermek gerekir. Halkı yönetecek olanlar halk tarafından, halkın özgür iradesiyle seçilmelidir. Seçilenler halk tarafından denetlenmeli, icraatları yargı ve parlemento denetimine tabi olmalıdır. Halkın denetiminin muhalefetle olacağı açıktır. Muhalefetsiz bir yönetim despotizme kayacağı muhakkaktır. Dezpotizm ise büyük bir zulümdür. Ve Halka ait  olanın gasp edilmesidir.
Türkiye’nin saygın beyinlerinden İlhami Güler bakın neler diyor; Ben, siyasal ilişkiler bağlamında Avrupa’da yaratılan Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve Demokrasinin –her ne kadar üretilme saikleri İslami bağlamda  “hakkaniyet” değil “çıkar” olsa da-, “Emruhum şura beynehum=Onların işleri aralarında şura iledir.”(Kur’an-42/38) ayetine daha uygun olduğuna inanıyorum.  “Emr” kavramı, burada kamu işlerine; “hum” zamiri, toplumun tümüne; “şura” kavramı ise, kişi tapınımına değil; kamusal/kurumsal ortak akla delalet eder. Bunun dışında “Bilge-kıral”lığın,  ‘karizma’ ve ‘lider’ kültüne oranla daha gelişmiş bir toplumsal şuur düzeyine tekabul ettiğine inanıyorum.
Ayrıca “Emanetleri, ehline tevdi edin”(4/58) buyruğu, ima yoluyla kuvvetler ayrılığını, kurumlaşmayı gerektirir. “Tek-adam”lığı veya despotizmi değil.  Bu seviyeye gelmek için de halkımızın “sürü” seviyesinden  uzaklaşarak sorumluluğunu müdrik “kişi” olması ve  kişi tapınımına dayanan “lider” kültünü terk etmesi lazımdır. Bu da çok kolay bir şey olmasa gerektir.”
            Elbette ki ”sürü” olmaktan birey olmaya ya da nesneleşmekten kurtulup özne olmak; hurafe ve mevzularla değil, Vahyin inşasına teslim olmakla mümkündür.




           



[1]Ali Bulaç Dünya Gündemi/Yaratıcı kaos: Ayrıştır, yabancılaştır, çatıştır, sonra yap!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası