Lider Kültü, Karizma, Erdoğan ve Demokrasi
İlhami Güler/Adil Medya/01.11.2011
Ben, siyasal ilişkiler bağlamında Avrupa’da yaratılan Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve Demokrasinin –her ne kadar üretilme saikleri İslami bağlamda  “hakkaniyet” değil “çıkar” olsa da-, “Emruhum şura beynehum=Onların işleri aralarında şura iledir.”(Kur’an-42/38) ayetine daha uygun olduğuna inanıyorum.  “Emr” kavramı, burada kamu işlerine; “hum” zamiri, toplumun tümüne; “şura” kavramı ise, kişi tapınımına değil; kamusal/kurumsal ortak akla delalet eder. Bunun dışında “Bilge-kıral”lığın,  ‘karizma’ ve ‘lider’ kültüne oranla daha gelişmiş bir toplumsal şuur düzeyine tekabul ettiğine inanıyorum.
Ayrıca “Emanetleri, ehline tevdi edin”(4/58) buyruğu, ima yoluyla kuvvetler ayrılığını, kurumlaşmayı gerektirir. “Tek-adam”lığı veya despotizmi değil.  Bu seviyeye gelmek için de halkımızın “sürü” seviyesinden  uzaklaşarak sorumluluğunu müdrik “kişi” olması ve  kişi tapınımına dayanan “lider” kültünü terk etmesi lazımdır. Bu da çok kolay bir şey olmasa gerektir.”


Adına “Doğu despotizmi” denen  siyasal tutumun  kökleri,  tarihin derinliklerine giden  İran, Mısır, Asur, Babil, Sümer, Japon, Çin, Hint dini geleneklerinde “Tanrı-Kral”; Sami-Semitik,  İbrani-Arap dini geleneğinde ise “Peygamber”lere uzanan bir arkaplanı olduğu malumdur. Weber,  bu siyasi kişilikleri,  doğa üstü/Tanrısal  güçlerle ilişkisinden  dolayı “Karizma” kavramı ile izah etmişti.
Eski Yunanda böyle bir şey  olmadığı halde,  pagan Roma krallarının da  doğudan etkilenerek kendilerini Tanrı –Kral olarak lanse ettikleri malumdur. Platon, flozofların kral olması gerektiğini savunurken, Aristo demokrasiden yana idi. Hırıstıyanlıktanlık ile birlikte ise, Tanrının yeryüzündeki tezahürü olan Hz.İsa’nın bedeni ve Roma devlet yapısının taklidi olarak Kilise ve Papa, Bizans krallarını kutsayarak onlara meşruiyet tanıyordu. İslam geleneğinde  Sünnilik, Peygamberin ölümünden sonra  kadim Kabile(Kureyş) Şefliğine/Şeyhliğine dini bir sosla( “Hilafet” adı ile )geri dönerken;  Şiilik,  Peygamberin Karizmasını  “İmamet” Kurumu ile 12 imamda devam ettirdi. Haricilik, Ku’ran’ın özüne sadık olarak “Şura” ilkesine daha bağlı kalmasına rağmen, onu kurumsal bir yapıya kavuşturamadığı için –kendi seçtikleri imamlarını dahi öldürerek- dağılıp gitti. Hz.Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz.Alinin kişisel dini hamiyetlerine(raşid) dayanan Hilafet, otuz yıl sonra Osman’ın başlattığı yoğun kabilecilik üzerinden Muaviye’nin politik “lider”liğinde bir isyan ile  “Saltanat”a dönüştü. Tarihi süreç  içinde Abbasiler,  “Hilafet” kavramına geri dönerek kendilerine dini kavramsallaştırmalarla karizmamsı bir nitelik vermeye çalıştılar ise de (Zıllullah-ı filard, Kaim biemrillah, Adudullah, Muiz lidinillah…), fazla etkili olamadı. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarında ise “Sultan”lar,  eski Türk geleneklerine (Şaman- Hakan) yakın olarak daha dünyevi  bir konuma sahiplerdi. Osmanlının devlet yapısının Prebendel (himaye-yanaşma) bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Dini otorite, biraz Bizans kilise geleneğinden, biraz da eski Türk geleneğinden etkilenerek “Şeyhulislam”lık olarak yarı seküler-siyasi otoriteye bağlı ve onu meşrulaştırmaya yarayan bir kurum olarak kaldı. Cumhuriyet döneminde ise “Diyanet” aynı işleve sahiptir.
16.yüzyıldan sonra Avrupada Burjuvazinin yükselmesi ile birlikte, Rönrsans, Reform  ve Aydınlanmanın gerilettiği Kilise  ve Dinin yerini  alan Milliyetçilik ve Ulus Devletin politik formu totaliter ve otoriter olarak şekillendi.  Ancak ikinci  dünya savaşından sonra  bu yapılar  acılı ve yıkıcı uzun deneyimlerden sonra “Toplum Sözleşmesi” kurgusuna dayalı olarak  İnsan Hakları, Hukuk devleti, Demokrasi ve Laiklik ile donatılmış bir hale geleblidi.
Doğu toplumlarında Modernitenin nufuzu  ve dinlerin/geleneksel yapıların gerilemesi sonucu buralardaki siyasal yapılar, Batının İkinci Dünya  Savaşı öncesindeki seküler totaliter/otoriter  yapılara dönüştü. Dinsel açıdan baktığımızda  sadece Suudi Arabistan’ın kuruluşunda (M.b.Abdulvahhab), Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasında (Gandi) ve İran Devriminde (Humeyni) “Karizma”nın etkisinden söz edilebilir. Diğerleri, -Nelson Mandale dahil- normal Milliyetcilik ve Ulus Devlet motivasyonu ile olan gelişmelerdir. Bunların içinde sadece Bosna  devlet başkanı Aliye İzzet Begoviç, Platon’un önerdiği “Bilge-kral” tipine uygun biriydi.
Türkiye cumhuriyeti de Batılı toplumlarda olduğu gibi bir  Burjuva sınıfı oluşmadığı için, asker-sivil bürokrasi (İttihad ve Terakki artığı) tarafından Milliyetçilik  ve Ulus Devlet formatında kurulmuş totaliter bir devletti. Mustafa Kemal ise, Batıda ve Doğudaki örneklerinde olduğu gibi, tipik otokrat bir lider idi. Daha sonraları o “Atatürk” sıfatı ile bir “Totem-Tabu” haline dönüştürülmüştür. İsmet İnönü’nün de aynı otokrat karakterde olduğu bilinir.
Doğulu bir toplum oluşumuz hasebi ile, siyasi ilişkiler doğuda “çoban-sürü” ilişkisine benzer. Eski Yunanda bu ilişki “Kaptan-Gemi” ilişkisi gibidir. İkinci dünya savaşı sonunda Batının döndüğü yer burasıdır (Demokrasi). Lider kültünün dayandığı yer, “Kaptan” değil, “Çoban” imgesidir. 1950 lerden sonra dış etkilerin zorlaması ile sözde-demokrasiye geçişle birlikte  Menderes, Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş,  devrimlerle yasaklanan halkın dini-geleneksel değerlerine sempatiyle baktıkları ve toplumsal şuuraltındaki “padişah” veya “şeyh” imgeleri henüz yok olmadığı için, halkın “Güçsüz Gözde”leri olarak görülebilir. Bunların arasında Erbakan’ın dine daha fazla atıf yaptığı için taraftarları nezdinde “Halife”yi çağrıştıran “Karizmamsı” bir sıfatının olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar “güçsüz”dür, çünkü gerçek siyasi aktör, Atatürk’ün seküler/totaliter “lider”liğinin sembolik mirasını 1950 lerden itibaren -aynı kurumdan geldiği için- kurumsal olarak devralan TSK dır.  Daha sonra gelen Özal, ülkenin kapılarını Batıya doğru daha fazla açarak ve diğerleri gibi halkın yanında durarak “Gözde”ler sınıfına –biraz daha etkin bir sıfatla- katıldı. Bu arada  otuzlu yıllar ile altmışlı yıllar arasında halkın dini değerlerini diriltmeye çalışan Said Nursi ile, aynı işi daha çağdaş ve profesyonel yöntemlerle seksenlerden sonra yapmaya çalışan Fetullah Gülen ise,  -Gandi ve Humeyni’nin siyasi karizmalarına  nisbetle- sempatizanlarının nezdinde  birer “Mistik karizma” olarak görülebilir. Gelelim Recep Tayyip Erdoğan’a.
İkibinli yıllardan itibaren uluslar arası konjöktürün uygun olması başta olmak üzere, Türkiyedeki iç dengelerin değişmesi, halkın farklı talepleri, ABD’nin joker (asker) değiştirerek sivillerle iş tutma politikası sonucu onu desteklemeleri ve ABD de konuşlanmış Fetullah Gülen ekibinin verdiği lojisktik destek ile Erdoğan, askeri ve işbirlikçisi hukuki vesayeti(Bürokratik oligarşi)  geriletme imkânı elde etti. Böylece o, geçmişin güçsüz gözdelerden farklı olarak  siyasi ve ekonomik bir güç elde etti. Kasımpaşalılığı ile birlikte yaşadığı mağduriyetten bir “Zaloğlu Rüstem” veya “Kadir İnanır” rolü üretti. Totaliter kişiliği bağlamında hocası Erbakandan geri kalır yanı olmadığı halde, hocanın “halifelik” misyonunu tercih etmesi yerine, o zamanın ruhuna uygun olarak seküler “liderlik” misyonunu tercih etti.  Onun iktidar yıllarında muhalefetin zayıflığı, bu rolü tahkim etti. “Gömleğini çıkarması” ise, onun yerli Burjuvazi ve Batı nezdindeki güvenirliliğini sağladı. Daha sonra yerli burjuvaziyi de büyük ölçüde dize getirmeyi başardı. Rant transferi ile kendi burjuvazisini yaratma peşinde. Liderliğin güç kullanma pratiği onda disiplin, düzen ve birlik gibi pozitif idealar üzerinden işlemektedir: “Bir olalım, dirlik olalım, diri olalım.” “Özümüz bir, sözümüz bir, ülkümüz bir.”…. Bu ‘tevhid’ eğiliminin, özü ‘şirk’e dayanan Demokrasi, İnsan Hakları ve Hukuk Devleti ideaları ile çelişik olduğu ortadadır.
Lacan’cı bir analizle, geçmişinin ezikliği, gücü ele geçirince onu tahakkumcu bir çizgiye itti.   Tayyib’in otoritesinin kaynağı sanıldığı gibi “karizma” değildir. Arkasındaki gücün, içerde yüzde elli oy desteği ile halk, dışarıda ise ta işin başında ayaklarına giderek bilinçli olarak anlaştığı Amerika olduğunu herkes biliyor. Yaşlı muhafazakâr tabanın bir kısmı ise Allah’ın ona yardım ettiğine inanıyor. Türkiyede iktidar olmanın Amerika’nın onayından geçmeden olmadığını muhafazakâr halk da gayet iyi bildiği için, arkasında Amerika onayı olmayana oy vermiyor. Türkiyede muhafazakârlık, öteden beri Amerika ile Allah arasında bir çelişki değil, bir “ortak cephe” birliğinin olduğuna inanç besler. Said Nursi’nin  “Risaleler”indeki pozitif  Amerika atıfları, Fetullah hocanın zor zamanlarda(28 şubat) oraya hicreti, Doların üzerindeki “Biz Allaha inanıyoruz.” yazısı,1950 lerden itibaren Komünizm belasından korunmak için devlet ve millet olarak NATO şemsiyesi ile himayelerine girişimiz ve son olarak Amerikalıların  Dr. Mehmet O/öz’ü sevmeye başlamaları  bunun göstergeleridir. Erdoğan’ın otoritesini oluşturan şey, arkasındaki halk  ve Amerika desteği ile birlikte mücadele ettiği yerli   güç odaklarına karşı aldığı “risk”tir. Risk, “Efendi”nin otoritesinin de kaynağıdır. Mücadele ettiği kişi karşısında ölümü  veya yaralanmayı göze alan efendi olur; alamayan ise köle(mahpus). Rakipleri-düşmanları karşısında risk alan ve toplumun kaderiyle oynayabilen ise “lider”olur. Erdoğan’ın koruma ordusunun kalabalıklığı(1500 kişi olduğu söyleniyor), düşmanlarının çokluğu ile orantılı.
Karşısındaki “Ergenekon” adlı illegal örgütlenme, onun –her iktidar taliplisinin yaptığı gibi- kitabına uydurarak  ekonomik güç elde etmesini ve siyasi gücünü rakiplerine karşı kullanmasını kitleler nezdinde meşrulaştırıyor. Ekonomisinin temeli “üretim” değil “rant”transferine dayanan bu ülkede  o, İstanbul Belediye Başkanı iken ranta ulaşmanın raconunu öğrendi. Siyasette de onu başarıyla uyguluyor. O, taşranın, mağdur muhafazakârların merkeze “fetih” için gönderdiği son atlı. O, bir “Köroğlu”; hem mücahid, hem  müteahhid. Lisanslı değil, Karadeniz/laz müteahhidi. TOKİ, onun eseri. İkinci dünya savaşından sonra özellikle doğu bloku ülkelerinin baş vurduğu çok katlı sosyal/insan “silo”ları üretiyor. Kule hastası. İstanbul’u Newyork, Honkong ve Dubai’ye çevirmeyi kafasına koymuş.  Delikanlılığı/Kasımpaşalılığı, dobralığı ve dindarlığı halkta takdir topluyor. Onun için de yaptığı hatalar, halk tarafından kolayca hoş görülebiliyor. Savaşmak durumunda kaldığı düşmanlarla ilişkilerinde “Harp hiledir” fehvasınca amel ediyor. Bu süreçte vicdanını kandırma kapasitesinin hocası gibi “akçeli” konularda son derece yüksek olduğu gözlemleniyor. Hocasından öğrendiği gibi bu işleri Kitabına uydurarak sofistike ve dolaylı yollardan yapıyor. Sünni halkımızın gizli rüşvete “Bal tutan parmağını yalar” ve “Harmana koşulan öküzün önünden sap/alaf esirgenmez” atasözleriyle ve daha da dobra bir deyimle “çalıyor ama çalışıyor”diyerek onay verdiğini o da bu toplumun bir ferdi olarak biliyor. Bu da nihai tahlilde gelir ülkenin toplam ekonomik üretim ve ahlaki vicdan kapasitelerine, bunları aktualleştirme katsayısına dayanır. Kapitalist zeminde ya Kartallar gibi avını kendin yaratırsın; ya da avcılık/üretim kapasiten zayıfsa başkalarının avını aparmaya çalışırsın(rant ekonomisi). Şimdi o “Çoban Sülü” gibi güçsüz bir gözde veya yanaşma değil; sahici anlamda “Çoban”. “Küllüküm rain(çoban) ve küllküm mesulün an raiyyetihi.” hadis-i şerifini bilir.
İsrailin haydutluğunu dünya kamuoyu nezdinde yüksek “ses”le “dil”e getirmesi, Müslüman halklar nezdinde onu  şimdilik “kahraman” yapmaya yetiyor. O, şu anda Balkanların ve Ortadoğunun kahramanı; ancak PKK ya karşı bu kahramanlığı sökmüyor. Anadolunun kınalı kuzularını  PKK’nın kartallarına Güneydoğunun dağlarında avlatmayı engelleyemiyor.  Parti içinde “mutlak”güç kullanmasını her ne kadar genel olarak ülke siyasetinde kullanamasa da, bu yönde bir eğiliminin olduğu gayet açık. Daha şimdiden bazıları ona Türklerin ikinci “Ata”sı demeye başladı bile. Carl Schmitt’in totalitarizm ile hukuku birleştiren meşhur cümlesi “Egemen, olağan üstü hale(istisna hali) karar verendir.” fehvasınca kanun(hukuk) hükmünde “kararname”ler ile yönetim alışkanlığı, bu bağlamda pek hayra alamet değil. Demokrasi ve hukuk devletinin esası olan yetkileri devretme(subsidiarty) eğilimi yerine, onları toplamayı tercih ettiği ve bundan hoşlandığı ortada. Ben, en temel iki insani eğilim olarak kamu işlerinde yetke/i yi, otoriteyi hukuk ve ahlak çerçevesinde paylaşmanın  ahlaki bir eğilim; bunu tekleştirmenin, tanrısal bir tutum olarak insanlar için ahlaksızlık( tekebbür, kibir, istiğna, tuğyan…) olduğu kanaatindeyim. Bu durumda Devletin ‘üst’ kademelerine gelen ‘büyük(!)’ler, kendilerinde her türlü ahlaksızlık ve ahmaklık yapma hakkı görüyor. “Devlet” denen  metafizik, magic ve manevi kendinde  güç sayıtlısı ile Doğuda siyasi ve bürokratik elitler  kendilerini kolayca dolayımlayabiliyorlar.
Çoban-sürü ilişkisi, diyalektik bir ilişkidir. İkisi birbirini besler. Türkiye toplumunun Batılı anlamda İnsan Hakları, Hukuk Devleti ve Demokrasi talepleri hayli zayıf olduğu, yani “sürü” refleksi hayli güçlü olduğu için bu böyle. Sürü, içinden uzun boylu ve çatal yürekli olan birine “sensin” diyerek onu kendi yerine ileri iter. Sonra da onu iştehalarının simsarı olarak kovalar. Kendisi risk almaz.  Bu ilişkide “karizmatik”liderlerin bağlıları ile oluşturduğu “sadakat” ilişkisi yoktur. Tüketim kalıpları kapitalist toplumlarla aynı  ve fakat üretimi hayli zayıf olan bir toplumsal vasatta “Al oyu, ver Parayı” gizli muvadaası daha makul bir izahtır.
Parti(?!)sinde ondan başka hiç kimsenin özgül bir ağırlığı yoktur. İlişkiler, Osmanlı devlet yapısında olduğu gibi prebendeldir (hami-yanaşma). Otoritesinin kaynağı pratikte çıkar dağıtma, statü verme, güç kullanmadır . Bütün bakanlar, milletvekilleri ve bürokratlar aynı (memur) seviyede ve hepsi “onundur”. Davutoğlu ve Gül’ün rol çalma çabalarını dışarıda tutalım.
Gücü yettiği oranda kendini her şeyin “sahibi” olarak görüyor. Bunu, konuşmalarındaki “Benim bakanım, benim millet vekilim, benim halkım….” İfadelerinden, muhalefete karşı kullandığı dilin hakaretamizliğinden ve  yaratılan hizmetleri -sadaka ekonomisi başta olmak üzere, hızlı trenin makinistliğine soyunmasına kadar- devlet ve hükumet kategorilerini atlayarak/gizleyerek kendinin “lütfu” olarak takdiminden anlamak kolaydır. Ortada demokrasi görünümlü  otoriter-totaliter bir eğilim mevcut (Direktuvar).
Tarihsel perspektiften bakıldığında ne Erdoğan’a ne de halkımıza fazla kızma hakkına sahibiz. Bu coğrafyada/tarihsel-toplumsal aşamada/kesitte bu türkü ancak böyle söylenebiliyor. “Kel başa şimşir tarak.” Peygamberin deyimi ile: “Siz nasıl iseniz, öyle idare olunursunuz.”  Kişilerin ve toplumların kaderlerini bir kişinin kayıtsız iradesine bağlamaları veya ardılları tarafından bu kişinin “at” veya “araç” olarak görülmesi, olumlu bir ahlaki pozisyon değildir. Ardılları tarafından  takip mi ediliyor yoksa kovalanıyor mu veya ikisi birden mi belli değil.
Ben, siyasal ilişkiler bağlamında Avrupa’da yaratılan Hukuk Devleti, İnsan Hakları ve Demokrasinin –her ne kadar üretilme saikleri İslami bağlamda  “hakkaniyet” değil “çıkar” olsa da-, “Emruhum şura beynehum=Onların işleri aralarında şura iledir.”(Kur’an-42/38) ayetine daha uygun olduğuna inanıyorum.  “Emr” kavramı, burada kamu işlerine; “hum” zamiri, toplumun tümüne; “şura” kavramı ise, kişi tapınımına değil; kamusal/kurumsal ortak akla delalet eder. Bunun dışında “Bilge-kıral”lığın,  ‘karizma’ ve ‘lider’ kültüne oranla daha gelişmiş bir toplumsal şuur düzeyine tekabul ettiğine inanıyorum.
Ayrıca “Emanetleri, ehline tevdi edin”(4/58) buyruğu, ima yoluyla kuvvetler ayrılığını, kurumlaşmayı gerektirir. “Tek-adam”lığı veya despotizmi değil.  Bu seviyeye gelmek için de halkımızın “sürü” seviyesinden  uzaklaşarak sorumluluğunu müdrik “kişi” olması ve  kişi tapınımına dayanan “lider” kültünü terk etmesi lazımdır. Bu da çok kolay bir şey olmasa gerektir.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bangladeş Dosyası