İslam ve Siyasi Aksiyon: Siyaset Dinin Hizmetinde / Fazlurrahman
Bu makale “İslam’da Siyaset Düşüncesi, Derleme, İnsan Yayınları, 1995” isimli kitabın, 7-23 sayfalarından alıntılanmıştır.
Muhammed 610’da peygamberlik vazifesine başladığı zaman, misyonunun önemli bir kısmını, müreffeh ve tüccar Mekke toplumunda sosyo-ekonomik açıdan zayıf ve baskı altındaki sınıfların—fakirler, yetimler, kadınlar, köleler, vs.—güçlendirilmesiyle ilgili sosyal reformlar oluşturuyordu. Gerek kendisi, gerek muhalifleri, bu ölçüdeki bir sosyal reformun, siyasî iktidarı üstlenmeyi gerektirdiğini biliyorlardı ve karşısındaki muhalefetin hatırı sayılır bir kısmının bu durumdan kaynaklandığında şüphe yoktu. Bu muhalefetin kökleri, kısmen, kabileler arasındaki şiddetli rekabete dayanıyordu: Peygamber, Kureyş kabilesinin Benî Haşim kolundan gelirken, diğer kabileler, Muhammed’i siyasî lider olarak tanımanın, Benî Haşim’in hakimiyetini beraberinde getirmesinden korkuyorlardı[1] Onu mutlak bir dinî-siyasî lider olarak tanımaktan ziyade, Mekke’nin şehir meclisinde etkili bir mevki teklif ettiler, ama o, bu teklifi reddetti[2] Medine’ye hicretten önce, Mekke’deki son yıllarında, Mekke’nin tüccar eşrafı, fakir ve zayıf takipçilerini başından atması şartıyla, onun teklif ettiği imanı kabul edeceklerini bildirdiler. Bu teklifleri reddeden Kur’ân ise, sert uyarılarda bulundu ve tabiî ki, Peygamber de bu teklifleri geri çevirdi.[3]
622 Eylül’ünde Medine’ye ulaştıktan sonra, Muhammed, dinî ve siyasî lider görevini üstlendi. Tek ve benzersiz olan Allah’a kulluğu tebliğ dışında, fakirlerin durumunu düzeltmek, onları kronik borç yükünden kurtarmak, savunma gücünü ve diğer sosyal hizmetleri geliştirmek için zenginlere zekât mükellefiyeti getirerek; kadınların miras haklarını tanzim ederek, evlilik ve boşanmayı düzenleyerek, v.s. sosyal reform programını uyguladı.[4] Barış anlaşmaları imzaladı, savaşlar yönetti, kanunları uyguladı ve yüksek hakim sıfatıyla dâvaları sonuca bağladı. 630’da, Mekke ona direnişsiz teslim oldu ve bunu, Arap kabilelerini temsilen gelen heyetlerin aralıksız akını izledi. 632’de vefat ettiği zaman, Muhammed tüm Arap yarımadasının fiilî ve etkin peygamber-yöneticisi idi.
Burada sunulan şema, Peygamber devrinde “din” ve “devlet” arasındaki ilişkiye açıklık getiriyor olmalıdır. Konu, “din” ve “devlet”in kardeş olduğu değildir. Bunların birbirleriyle “işbirliği” halinde oldukları da söylenemez. Devlet bizatihi kendi başına bir anlam taşımaz, İslâm’ın ahlâkî ve manevî değerlerinin bir yansımasıdır. Devlet dinin bir “uzantı”sı değildir; İslâm’ın bir aracıdır—ona itibar edildiğinde kendiliğinden kaybolan şeffaf bir araç—. Peygamber hiçbir zaman yönetici olma iddiasında bulunmadı; hattâ peygamberliğinin altında yöneticilik iddiasıyla da ortaya çıkmadı; yalnızca bir peygamber olduğunu söyledi. Yöneticiliği, peygamberlik görevini ifa ediş biçimiydi. “İslâm’da din ve devlet ayrımı yoktur” sözü çok iyi bilinir. Gerçek durum ise şudur: İslâm’da haddizatında devlet olamaz; devlet yalnızca “din”in bir yansıması ve şeffaf bir aracıdır. Bu yüzden din, insan hayatının bütün alanlarına doğrudan nüfuz eder ve yönetir, İslâm, camide ve savaş meydanında olduğu gibi pazarda, okulda ve meclis salonunda da mevcuttur. Bütün bu alanlar İslâmî değerleri açıklar ve yorumlar.
Burada, siyasî aksiyonun, İslâm’ın ve onun kamu hayatını düzenleyen değerlerinin bir bölümü, açıklaması ve gerekli bir aracı olduğunu belirtmemiz gerekir. Peygamberin hayatını bir yana bırakarak, yaklaşık 23 yıl boyunca Muhammed’e vahyedilen Allah kelâmı olan Kur’an’ın, gelecekteki meselelerin halli için Müslümanlara neler söylediğini bilmek zorundayız; çünkü Peygamberin vahiy tecrübesinin tekrarı söz konusu değildir, ilâhî mesajı tamamlamanın temel bir aracı olarak, “iman kardeşleri” şeklinde tanımlanan bir Müslüman ümmet teşekkül etmiştir. Kur’ân bu ümmetten, davranışlarını iyi niyet (tevazu)[5] ve yardımlaşma[6] temeli üzerine düzenlemesini istemiştir. Herkes kardeş olarak Allah ve kanun önünde eşittir. Siyasî, ekonomik ve sosyal sömürü yasaktır. Veda Hutbesinde Peygamber “bütün insanların Âdem’in çocukları olduğunu, Âdem’in de topraktan yaratıldığını; Arabın Arap olmayana, beyaz ve esmerin kızıl veya siyah deriliye üstünlüğü olmadığını” söylemiştir. Her halükârda, orijin veya fizikî menşe ayırımı, Kur’ân tarafından kesinlikle reddedilmiştir.[7]
Bu ümmetin görevi, “dünyayı yeniden düzenlemek ve yolsuzlukların kökünü kazımak”[8] suretiyle ahlâkî bir sosyopolitik düzen kurmak için, “Allah’a inanmak, ibadetleri yerine getirmek, zekât vermek, mârufu emir ve münkeri nehyetmek”[9] olarak formüle edilmiştir. Bu âlemşümul görevi başarmak için, toplum “cihad” olarak adlandırılan zarurî bir vasıta ile teçhiz edilmiştir.[10] Cihad, “Allah yolunda” tam ve amansız gayret anlamına gelir.
Maamafih, “dünyayı düzenlemek” için, toplum üyeleri fertler olarak şekillenmek durumundadır. Bu olmadan, bu görevi üstlenebilecek bir toplumun teşekkülü düşünülemez. O halde fert, Kur’ân’ın “takva” olarak adlandırdığı temel üzerinde şekillenmelidir. Takva, kişinin doğru ile yanlışı ayırt edebilmesini ve ona uygun gayret içinde olmasını sağlayan bir tavır, bir şuur özelliğidir, insan, kendisini yargılayacak kanunun kendi eseri değil, kendisi dışında hazırlandığının farkında olarak davranma görevini üstlenir. “Şuur” olarak tercüme edebileceğimiz takva, şuurun sübjektif olarak idrak edilemeyeceğini şart koşarken, bu kanunun objektifliğinin ve kendi dışında hazırlandığının tam olarak farkındadır. Bir diğer ifadeyle, etkin bir şeffaflık fikri, takvanın temelidir. Ahlâkî sübjektiflikten objektifliğe, fertten cemiyete çıkış noktası şudur: “Üç kişinin gizli konuşması olunca, dördüncüleri mutlaka Allah’tır. Beş kişinin de altıncıları mutlaka Allah’tır. Bunlardan az da olsalar, çok da olsalar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka Allah onlarla beraberdir.”(Kur’ân, 58:7)
Takvanın getirdiği bu sorumluluk hissine sahip fertler bulunmadıkça, kayda değer bir toplum inşa etme ümidi mevcut değildir. Muhammed bu ahlâkî donanıma sahip bir çekirdek kadro yetiştirmeyi başardı. Bu insanları Prof. Dr. H.A.R. Gibb, “hepsine tesir eden maya” olarak tanımlar.[11] İslâmî yönetimin düzgün bir çizgide gelişmesini engelleyen ve saptıran sebep, Müslüman Arapların birkaç yıl içinde kendilerini büyük bir imparatorluğun sorumluluğu altına sokan ve ümmetin nüfusunu yüz milyonlara ulaştıran şaşırtıcı sür’atteki siyasî başarısı idi. Her şeyden önce, Kur’ân’ın kazandırdığı ve Peygamberin yirmi yılı aşkın bir zaman süresince kendi çevresine getirdiği etkin ahlâk eğitiminin aniden İslam’a katılan geniş kitlelere başarılı bir şekilde intibak ettirilmesi düşünülemezdi, ikincisi, büyük bir imparatorluğun tesisiyle birlikte, yeni teşekkül eden Müslüman entellektüel sınıf (ulemâ), bu imparatorluğun idaresi için İslâmî bir hukuk sistemi oluşturup geliştirme göreviyle karşı karşıya kalmıştı, ilk hukukçular yalnızca zeki değil, aynı zamanda sadakat ve takva örneği idiler ve görevlerini olağanüstü bir başarıyla yerine getirdiler. Fakat bu olurken, hukukla ahlâk aynı şey değildi! Ve islâm hukuku özel bir karakter geliştirmekle beraber—mahkemede zorlama konusu yapılamayacak olan, ama yalnızca vicdan mahkemesi için elverişli temel ahlâkî unsurları korumaya çalışırken—hukuk, zahirî davranışlarla ilgilenir. Bu çelişme sebebiyle, Kur’ân’ın öngördüğü ahlâk eğitimi gerilemiştir. Bir asır sonra, ruh gelişmesinin tesiri kendisini yeniden öne sürdüğünde, bunu sufizm şeklinde büyük bir güçle ortaya koydu. Tasavvuf, ihtiyatlı bir entegrasyon sürecinin başladığı onuncu yüzyıla kadar, yolunu, kimi zaman bilinçli ve istekli bir muhalefet de sergileyerek, hukuktan bağımsız bir şekilde çizdi.
islâm ve politika konusuna devam edelim. Kur’ân, mü’minler topluluğunu teşekkül ettirip onlardan karşılıklı işbirliği içinde çalışmalarını istediği zaman, karar alma sürecini düzenleyen temel bir prensibi de vermiş oluyordu. Bu, şûra, istişare, danışma prensibi idi: “Onların işleri, aralarında istişare iledir.” (Kur’’ân, 42: 38) Bu prensibi Kur’ân ortaya çıkarmadı; istişare, Arap kabilelerinde uygulanan ve Kur’ân’ın onayladığı demokratik bir karar alma prensibiydi. Savaş, barış ve göç gibi önemli konularda karar verirken, kabilenin tamamını etkileyecek dahilî ve haricî anlaşmazlıkları çözümlerken, kabile reisi kendi başına hareket etmez, son sözü söyleyecek bir yaşlılar meclisini toplardı. Kur’ân, Peygamberin mutlak otoritesine rağmen, şûranın önemine dikkat çekerken, “Onlarla iş hususunda istişare et”(Kur’ân, 3:159) tavsiyesinde bulunur. Kur’ân’ın yaptığı temel değişiklik, şûrayı bir kabile kurumundan bir ümmet kurumuna dönüştürmesi, böylece kan bağının yerini inanç bağının almış olması idi.
Şûranın ilk sınavı, Muhammed’in vefatından hemen sonra yerine kimin geçeceği meselesinde yaşandı. Peygamber vefatından önce, ümmetteki—bilhassa hicretten sonra Medine’ye yerleşen Mekkeliler ile, Peygambere ve Mekkeli takipçilerine ev sahipliği yapan Medineliler arasındaki—hassas dengelere göre, bu mukadder meseleyi çözmek için uygun bir fırsat aradı, ama karar verme imkânı bulamadı. Benî Saide kabilesinde yapılan bir müzakereden sonra, Mekkeli yaşlı devlet adamı ve Muhammed’in sadık sahabîsi Ebu Bekir, yönetimin, geride bir erkek evlât bırakmamış olan Peygamberin Ehl-i Beytinde kalması gerektiğini düşünen Peygamberin amcasının oğlu ve damadı Ali ile destekleyicilerinden gelen gizli muhalefete rağmen, ilk halife olarak seçildi. Bu grup ve daha sonraki takipçileri Şia oldu.
Sınav başarılıydı. Fakat İslâm tarihinde ilk ve son kez olarak ümmetin karar merciindeki temsilcileri bir araya geldiler; ümmeti zaaf ve sapmaların meydana getirebileceği bölünme ve parçalanmadan korudular. Şûra, ilk dört halife döneminde, Emevi yönetimine kadar gayri resmî olarak işlemeye devam etti. Emevi döneminde hanedan yönetiminin başlamasıyla birlikte, şûranın yerini rejimin desteklediği klikler aldı. Gerçekte şûra hiçbir zaman bir kurum haline gelmemişti. Eğer öyle olsaydı, gerek siyasî, gerekse dinî, İslâm tarihi çok daha farklı olur ve gayrimüslim dünya için de önemli sonuçlar getirirdi. Şûra yerine inkişaf eden kavram, “ehl-i hail ve akd” kavramı idi. Bunlar, iç ve dış politikaların oluşturulmasında istişare maksadıyla yönetici otorite tarafından seçilen, halk nezdinde nüfuz ve itibar sahibi insanlardı, içlerinde ordu mensupları, ulema, ve tabiatıyla, sorumluluk üstlenmiş bakanlar da bulunuyordu.
Şüphe yok ki bu, despot bir yönetimden daha iyi idi. Her halükârda İslâm’da despot bir mutlakıyet gelişemezdi, çünkü, göreceğimiz gibi, yönetici daima şeriatın altında görülürdü, üstünde değil. Bu yüzden, onun iktidarını sınırlayan müşahhas sınırlar vardı. Kur’ân’a göre, şûra, tek bir kişinin, uygun gördüğü belirli kişilerin tavsiyelerini alması ve bunları kabul edip etmemekte kendisini serbest addetmesi değildir. Açıktır ki, Kur’ân tek bir şahıs veya grubun değil, ümmetin işlerini düşünür. Yönetim, ümmetin ortak meselesidir, ikinci olarak, Kur’ân’ın ifadesi, “aralarında istişare”dir. Bu, bir kişinin kendi görevlendirdiği, ümmeti temsil etmeyen, ümmet tarafından seçilmemiş veya görevlendirilmemiş kişilere “danışma” sı halini reddeder. Kur’ân’daki şûra âyetinin yorumu, yalnızca Kur’ân’ın ifadelerinden çıkan bir sonuç olmakla kalmaz, aynı zamanda kabilelerdeki karar alma süreci de bu yorumu destekler. Bu yüzden, hiç şüphe yok ki, İslâm’ın ortaçağdaki uygulaması, Kur’ân öğretisinden ciddî bir ayrılma ve mutlak bir sapma teşkil eder.
Fakat Kur’ânî şûrayı temsil eden demokrasi prensibi terk edilmekle birlikte, Sünnî İslâm, en azından teoride, halifenin seçimi ve yönetiminin biat yoluyla halk tarafından kabulü ilkelerinden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Devlet başkanını seçecek ehl-i hail ve akd heyetinin sayısı veya seçim şekli üzerinde bir mutabakat bulunmamakla beraber, seçim prensibi hiçbir zaman terk edilmemiştir. Siyasî sürecin gelişmesini geciktiren sebep, tabiî ki, merkezdeki halifenin zayıflaması ve diğer bölgelerdeki emîr ve sultanların yükselişidir. Onuncu yüzyıldan sonra cesur, zeki ve müstehzi siyasî maceracılar, İslâm dünyasının farklı bölgelerinin fiilî yöneticileri oldular. Bunlar halifenin siyasî nüfuzunu sıfırlarken, kendi yönetimlerini meşrulaştırmak için, onun manevî otoritesini kullandılar ve korudular. Bu yarı otokratik fetihçi yöneticilerin ortaya çıkmasıyla birlikte şûra yönetiminden söz etmek iyice zorlaştı.
Sultanların kanun ve nizamı koruyan ve adalet dağıtan etkin yöneticiler oldukları tartışılmaz. Fakat yönetim ve adalet idealleri, eski Iran fikirlerinin tesirinde idi. “Allah’ın desteklediği hükümdar” ve “Bir günlük siyasî kaos ve kanunsuzluk, otuz yıllık tiranlıktan daha kötüdür[12] fikirleri bunlardan gelir. Yönetimin önemli bir hata yaptığı takdirde alaşağı edilmesi gerektiğini savunan Haricî fanatiklerin korkutucu iç savaş ve ihtilâl tecrübelerinden dolayı, Ehl-i Sünnet bile bu doktrinle meşgul oldu. “Yönetimin zor kullanarak ele geçirilmesi meşrudur”[13] fikri buradan ortaya çıktı. Ve son olarak, eski İran’ın adalet görüşü, Kur’ân’ın adalet görüşü değildi; tabiatıyla, ümmetin yönetime katılmasından ve yeryüzünün yeniden tanziminden söz edemezdi. “Büyük adalet dairesi” olarak adlandırılan bu görüş, öncelikle sosyal sınıflar—ordu, köylüler, sanatçılar ve din adamları—arasındaki dengeyi korumakla ilgiliydi; toplum için gıda üreten köylülerin refahına özel bir vurgu yapıyordu.
Bütün bunlarla beraber, Sünnî anayasa teorisyenleri, yöneticinin şeriat kanunlarına uyması gerektiği ve şeriatı ihlâl eden bir yöneticinin görevden alınabileceği konusunda ısrar ederler. 14. yüzyılın güçlü Hintli yöneticisi Alâaddin Hilci, ayaklanmalarından şüphelendiği Hindu tebaasına vergi koymak istedi. Şeyhülislâm, aşırı vergilendirmenin şeriata uygun olmadığı gerekçesiyle buna izin vermedi. Bunun üzerine sultan, hakimiyetini güçlü temeller üzerine bina etmek istediği zaman, kendisine bunun şeriata aykırı olduğunun söylendiğinden şikâyetçi oldu. Yine 16. yüzyıl başında Osmanlı sultanı I. Selim, Hıristiyan tebaasının Müslümanlaştırılması için talimat vermek istediğinde, Şeyhülislâm Hıristiyan ve Yahudilerin himaye altında oldukları (zimmî) ve bu sebeple İslâm’ı kabule zorlanamayacakları gerekçesiyle, bunu yapmaktan men etti.
Bilhassa birbirine muhalif olan Şia ve Sünnîler, tavırlarını kendi mantıkî sonuçlarına doğru götürdüler. Böylece Şia, masum imamı bu dünyanın dışına itip “dönüş”ünü beklemeye başlarken (Humeynî’nin yönetim kavramındaki reaksiyon tavrı), Sünnîler buna, ümmetin mutabakatını (icma) daha fazla vurgulayarak karşılık verdiler. Bu mutabakatı gerçekleştirecek bir mekanizma ortaya koyamasalar da. Ayrıca, yöneticinin görevlerini yerine getirmekten sorumlu olduğunu, aksi halde “emanet”in ümmete geri verileceğini; tavsiye ve ikazları dinlemediği takdirde ise yetkilerinin zor kullanarak alınabileceğini ısrarla belirttiler.[14]
İslâm’ın ilk iki buçuk asrında İslâm hukukunun, bazı zeki şahısların elinde geliştiğini daha önce belirtmiştik. Şûra halkın bir müessesesi haline gelmediği için İslâm hukuku bu özel kişilerin elinde gelişti, devlet kanun yapamadı, halk, devlet başkanlarının ve yönetimlerin çıkaracağı kanunlara güvenmedi. 10. ve 11. asırlarda hukukun bu özel gelişmesi durdu, çünkü “içtihad kapısı”nın kapandığı uydurması hakim oldu. Bununla beraber, daha sonraki Müslüman yöneticiler döneminde, toplumlar gelişmeyi sürdürdüler ve hükümetler kendi kanunlarını yürürlüğe koydular. Bu yasama faaliyeti özellikle Osmanlılar tarafından sistematik olarak gerçekleştirildi. Müeyyideler şeriat hukukunun esasları içinde yer aldığından, bu kanunların laik olduğu söylenemez; ancak Türkiye’de laik hukukun ortaya çıkışını hazırladıkları da göz ardı edilemez.
Ulema, hukukta yeni düşünceler üretmeyi durdurmuştu; şûra mevcut değildi; bu yüzden, hükümetlerin önünde açık olan yegâne yol, kendi kanunlarını çıkarmaktı. Bu ise, ilk asırlarda Abbasî Halifesi Harun Reşid gibi bir hükümdar için bile imkânsızdı. Modern çağlara geldiğimiz ve İslâm, demokrasi, İslâm devletinde yasama hakkının kime ait olduğu gibi tartışmalara baktığımız zaman, bu yasa düalizminin sonuçlarını da kısaca göreceğiz.
Bu konuya gelmeden önce, 1257’de Bağdat’taki İslâm halifeliğinin Moğollar tarafından tahribini takiben İslâm siyasî düşüncesinde ortaya çıkan bir temel eğilime işaret etmeliyiz. Bu olaydan sonra iki önemli siyaset düşünürü yetişti: Arap İbni Teymiyye (ö. 1328) ve Hintli Şah Veliyullah Dehlevî (ö. 1763). Bu iki düşünüre göre, Müslümanlar artık merkezî bir hükümete sahip olmadıklarından, şeriat ve İslâm ümmeti, hükümetten daha fazla önem kazandı. İbni Teymiyye Müslümanların tek bir halifenin idaresi altında global bir hükümete sahip olmalarının gerekmediğini, ama Müslüman hükümetlerin birbiriyle yakın ilişki içinde olmasının önem taşıdığını belirtir. Fakat İslâm toplumuna ve İslâm şeriatının uygulanmasına özel bir önem atfeder. Şah Veliyullah’ın öncelikleri ise farklıdır: Şeriat ve ümmet onda da merkezî konumda bulunmakla beraber, Veliyullah millî, mahallî İslâm devletlerinin tâbi olacakları milletler arası bir İslâm siyasî düzeninin gerekliliğini vurgular. Bu iki düşünürün ümmet ve şeriattaki bu ısrarı, yakın çağlardaki çok sayıda modernist Müslüman reformcu üzerinde çok etkili olmuştur. Ümmet üzerindeki vurgu, tabiatıyla, Müslüman toplumlarda demokratik hükümet şekillerini öne sürmek isteyen reformculara yardımcı olmuştur.
Müslüman modernist düşünce süreci, 19. yüzyıl ortalarında başladı. Bu yöndeki öncüler Cemaleddin Afganî (ö. 1897) ve Türk düşünür Namık Kemal (ö. 1886) idi. Namık Kemal şûra üzerine bir dizi makale yazdı.[15] O ve diğer modernistler, şûrayı, halk iradesini temsil eden ve halkın kendi meseleleri için verilecek kararlara aktif katılımını sağlayan temsilî hükümet anlamında doğru yorumladılar. Namık Kemal’in gayretleri, Osmanlı Türkiye’sinde anayasal bir demokrasinin ortaya çıkmasında önemli rol oynadı. Benzer şekilde, Cemaleddin Afganî de Iran ve Mısır’da anayasa kurumuna doğrudan veya dolaylı olarak katkıda bulundu. Bununla beraber Türkiye, Atatürk yönetiminde, 1924’te İslâm ve şeriatı hukuk temeli olmaktan çıkaran laik ve Batılı bir modele yöneldi. Hiçbir İslâm ülkesi bu modele uymadı, aksine, İslâmî fundamentalism, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, İslâm dünyasının her yerinde güçlendi ve İran’da şaşırtıcı bir devrimi sonuç verdi. Gerçekte, İslâm fundamentalismi, geçici de olsa, İslâm Modernizmini batırdı. Bu gelişmeyi hesaba katmadan önce, kısaca,İslâm ve demokrasi tartışması ve İslâm Modernizminin bu alandaki başarısı üzerinde durmalıyız.
Her şeyden önce, çok sayıda Batılı sosyal bilimcinin, özellikle siyaset bilimcilerin, kısmen bilgisizlikten, ama büyük ölçüde de öyle düşünmeye istekli oldukları için aynîleştirdikleri İslâm modernizmi ile laikliğin aynı şey olmadıkları belirtilmelidir. Batılıların, modernizasyonu laiklikten ibaret gören faraziyeleri, İslâm söz konusu olduğunda gerçek dışıdır. Müslüman bir modernist herşeyi ile İslami’dir. Müslüman modernist, İslâm’ın, hayatın bütününe uygulanabileceği ve “ulema”nın kabul ettiği gibi bazı ibadetler, aile hukuku ve Kur’ân’ın bazı ceza hükümleriyle sınırlı olmadığı fikrini yeniden formüle eden kişidir ve böyle yaparak, sanki “laik” gibi olmuştur. Oysa gerçek şudur ki: İslâm Modernizmi İslâm liberalizmini temsil eder. Modern Batının bazı anahtar liberal ve sosyal değerlerini kabul etmiş ve bir sosyal bilimcinin çok meraklı olduğu “meşrulaştırma”nın da ötesinde, Kur’ân’ı, bu değerleri doğrulayacak tarzda yorumlamıştır. Kur’ân’ı ve Peygamberin Sünnetini yeniden anlama süreci içinde, Müslümanın yalnızca aklı değil, imanı da işin içine girmiştir. Bu durum karşısında, Müslüman modernist, Batılı sosyal değerlerin bütünlüğünü kabul etmez. Bazılarını ise reddeder. Meselâ, kadınların hürriyetini benimserken, Batıda yeni seks ahlâkı adına, aile kurumunda meydana getirilen tahribatı görmezlikten gelmez.
Demokrasi konusunda modernist, demokrasinin, Kur’ân’ın gereklerine ortaçağ yönetim biçimlerinden—ister halifelik olsun, ister saltanat—çok daha iyi hizmet edeceği kanaatindedir. Eski yönetim biçimlerini o günler için geçerli çözümler olmakla birlikte, Müslüman ümmeti geri bırakan sapmalar olarak görür. Haklıdır, çünkü Kur’ân’daki delillerin de gösterdiği gibi, İslâmî görevler tek bir şahsın veya sınıfın değil, bütün İslâm ümmetinin üzerine yüklendiği için, herhangi bir sınıfın veya elit zümrenin hak iddiasında bulunması söz konusu olamaz. Dahası, Kur’ân, ümmetin—veya temsilcilerinin—istişare ile karar vermelerini ister. Bu yüzden, demokrasinin benimsenmesi, “meşrulaştırma” değil, gerçek bir yeniden keşiftir.
Modernistin, demokratik reformunda, İslamcı muhafazakârlardan karşılaştığı muhalefet iki çeşittir. Demokrasiye karşı öne sürülen ilk ve en ürkütücü delil, kitlelerin cahil, gelişmemiş, doğru ile yanlışı ayıracak muhakemeden yoksun oldukları ve bu sebeple İslâm devletinin yönetiminin onlara bırakılamayacağıdır. (Bu problem, çözülmüş olmaktan uzaktır.) Onlar kanun yapacak ve yönetecek temsilcileri seçme kabiliyetine de sahip değillerdir. Özellikle yasama, hassas bir meseledir. Çünkü Kur’ân’ın ışığında teklif edilen bir kanunla hükmetmek, ne kitlelerin, ne de temsilcilerinin sahip olmadıkları bir uzmanlığı gerektirir. Bu yüzden, yasama, İslâmî öğretilerde uzman olan ulemaya emanet edilmelidir. Daha az önem taşıyan ikinci itiraz ise, gayrimüslim azınlıkların, İslâm devletinin yönetimini güçleştireceğidir. Bu itiraz, gayrimüslim azınlıkların geçmişte muhatap oldukları cizye gibi mükellefiyetlerin bugün mevcut olmadığı görüşüyle aşağı yukarı bertaraf edilmiştir. Mazide gayrimüslimlerin İslâm için savaşmaları beklenmediğinden, onun yerine vergi ödemekle mükellef kılınmışlardı. Modern devlette ise bütün vatandaşlar her bakımdan eşittir ve Müslümanlarla eşit muamele gören gayrimüslimlerin sadakatinden şüphelenmeye gerek yoktur. Bu görüş, en muhafazakâr dindarlar tarafından bile kabul edilmiştir. Gerçekte Kur’ân, Yahudi ve Hıristiyanların sadece vahiy belgelerinin (5: 48) değil, ibadet yerlerinin de himayesini, cihadın öncelikli gayesi olarak benimser:
“Kendilerine zulmedildiği için onlarla savaşılan mü’minlere savaş izni verildi. Şüphesiz ki, Allah, onlara yardım etmeye kâdirdir. Onlar ki, yalnızca ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere memleketlerinden çıkarıldılar. Eğer Allah’ın, bazı insanları diğer bazılarıyla savunması olmasaydı, içlerinde çokça Allah’ın ismi zikredilen manastırlar, havralar ve mescitler yıkılırdı” (22: 39-40).
İslâm hükümranlığının kurulmasından kısa bir süre sonra, hükümetin izni olmadan gayrimüslimlerin mabed açmasına müsaade etmeyen bir kanun çıkarıldı. Oysa dinin açıklanması hürriyeti konusunda Kur’ân, benzeri olmayan bir şekilde ilânatta bulunmuştur: “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan, iman küfürden ayrılıp netleşmiştir” (2: 256). Kur’ân’ın, peygamberliği bölünmez bir makam olarak kabul ettiği, bazı peygamberleri reddedip bazılarına inanmamayı men ettiği ve semavî dinleri bir politeizm şekli olarak gördüğü doğrudur. Ancak dinî hoşgörüye vurgu yaptığı ve aralarında çoğulculuğa izin verdiği de aynı derecede doğrudur.
Kitlelerin cehaleti argümanına cevap verirken, Namık Kemal, Türkiye’de savaş ve barış, vergi ve eğitim meselelerini anlayacak idrake sahip insanların bulunduğunu, bunların hükümeti yönetebileceğini söyler ve bir toplumu yönetmek için “teknik” ilahiyat bilgisine ihtiyaç bulunmadığına işaret eder. Bu cevap günümüz yazarına da doğru görünmektedir. Eğer kendisini “insanların rehberi” olarak adlandıran Kur’ân bu kadar güç bir teknik mesele ise, insanlığa hitap edemez. Bir hukuk kitabı olmayan Kur’ân’ın temel hedefi, insanlarda bir şuur meydana getirmek, manevî enerjiyi en üst seviyeye çıkarmak ve bu enerjiyi uygun kanallarda kullandırmaktır. Kur’ân’ı teknik bir kitap olarak gördüğümüz ölçüde şuurumuz körelir. Meselâ, İran’daki din adamları hükümetinin vatandaşlar arasında “İslâm adına” sebebiyet verdiği şuursuz ve kontrolsüz cinayetler dalgası buna şahittir. Ve bu yönetime Humeynî “dinî yönetim, din adamları yönetimi” demektedir.
Kur’ânî ölçülerden sapma, başka hiçbir yerde Humeynî’nin İran’ında olduğundan daha açık ve sansasyonel olmamıştır. Şia siyasî teorisi, muhtemelen eski İran’a ait İlâhî Hükümdar kavramının da etkisiyle, masum gaib imam doktrinini geliştirmiştir. Öncelikle, bu doktrinin, 12. ve son imamın gizlenmesinden hemen sonra geliştirildiği belirtilmelidir: En azından altıncı imam Cafer Sadık’tan itibaren bütün Şiî imamlar siyasî iktidar peşinde olmaktan kaçınmış, görevlerini tamamen din ve eğitimle ilgili görmüş ve hiçbiri masumiyet iddiasında bulunmamıştır. Humeynî’ye göre, “yüz bin yıl sürecek olan”[16] gaybet zamanında, vekil imamın görevi planlanmıştır. Fakat tarihte bu unvanın verildiği şahısların tümü dinî şahsiyetlerdir ve hiçbiri doğrudan siyasî bir role sahip olmamıştır. Bu yüzden, Humeynî’nin öğretisi, tarihî Şia görüşüne dahi aykırıdır. Ulema yönetimi için dayandığı gerekçe, “peygamber vârisleri” olan ulemânın siyasî iktidar mirasına da sahip olması gerektiğidir. Kur’ân’da ruhban idaresinin temeli bulunmadığından, Peygamberin çok az sayıdaki hadislerine dayanır. Çok iyi bilinmektedir ki, sadece Batılı İslâm uzmanları arasında değil, eğitimli İslâmî çevrelerde de, gerek Şiî, gerekse Sünnî kaynaklı siyasî hadislere şüpheyle bakılır. Bunun da ötesinde, İslâm otoriteleri bir hadisin Kur’ân’la çatıştığı durumlarda, hadisin ya reddedilmesi ya da Kur’ân’a uygun şekilde yorumlanması gerektiği prensibini vaz etmişlerdir.
Humeynî’nin “ruhban yönetimi”yle ilgili tavrı, Kur’ân’la çeliştiği gibi, geleneksel Şiî siyasî düşüncesinin de ihlâli mahiyetindedir. Bu kadar dar—ve saptırılmış—bir temele dayanarak, Humeynî’nin İran devrimini Sünnî İslâm ülkelerine ihraç ümitleri beslemesi şaşırtıcıdır. Onun yaptığı şey, şahın baskıcı politikalarına reaksiyon olarak, Şiî ulemayı siyasî aksiyona ve şiddete tahrik etmektir. “Dinî eğitim merkezleri uyanık olmalı ve kendilerini, olup bitenleri kontrol edecek organizasyon ve güçle teçhiz etmelidirler.”[17] “Ulemâ, kanunları icra, orduya kumanda, toplumu yönetme, ülke savunması, dâvaları hükme bağlama ve adaletin tevzii konularında peygamberlerle aynı itibara sahip olmalıdırlar”[18]. Ve son olarak, Humeynî’nin siyasî muhalefetle ilgili düşüncesi de şöyledir: “Bu yüzden, İslâm toplumun selâmeti için birçok insanı öldürmüş, toplum çıkarlarını korumak gayesiyle pek çok kişiyi mahvetmiştir. Topluma zararlı olan ve bozulma tohumları eken bütün grupları yok etmiştir”.[19] Humeynî bu olaylara örnek vermez. Şüphesiz, İran’da birçok grubu katletmesi, Hz. Muhammed’in, yirmi yıl boyunca kendisine zulmeden, takipçilerine işkence eden , kendisiyle savaşan Mekke’ye, 630’da zaferle girdiği zaman ilân ettiği genel afla çelişmektedir. Peygamberin bazı sahabîleri düşmanlarından intikam almak istediklerinde ise, Kur’ân mani olmuştur:
“Başka bir topluma kızmanız, sizin adalet göstermemenize sebep olmasın. Âdil davranın. Bu, sizin korunmanız için daha uygundur” (9:8).
Humeynî’nin görüşlerine ve toplumun devlet yönetimine demokratik katılımını ister dinî, isterse başka karakterde olsun, bir tür elitizm hesabına reddeden devlet kavramına dair bu tenkidin amacı, Kur’ân’ı kendi terimleriyle, asırların getirdiği geleneklerin, çıkarların ve arzuların rengine boyamadan anlayıp yorumlamanın ne kadar zor olduğunu göstermektir. Kur’ân’ın yeryüzünde kurulu bir sosyopolitik düzeni istediğinde, karakterini ve temel yasasını bu makalede tanımladığımız bir toplum yetiştirmeyi arzu ettiğinde, bu yüzden, siyasî aksiyonun İslâm’ın özüyle ilgili bir hadise olduğunda ve İslâmî ideallere tâbi olmayan bir siyasetin düşünülemeyeceğinde şüphe yoktur. Buna cihad, “Allah yolunda cehd etmek” denir. Cihad barışçı da olabilir, ama gerekirse savaştan da kaçınılmamalıdır, İslâm bir şiddet dini olmaktan uzaktır; hedefi yeryüzünde âdil ve barışçı bir düzen kurmaktır; bu yüzden, ahlâk düzenini kurmak için şiddet yolunu takip etmez. Ancak, böyle bir düzen kısmî şiddete başvurmadan kurulamayacaksa, şiddetten de kaçınmaz. 19. ve 20. yüzyıllarda, İslâm beldelerinin büyük kısmı Batılı sömürgecilerin hakimiyetine girdiği zaman, bu ülkelerin çoğunda kurtuluş hareketlerinin yeniden bağımsızlığa kavuşmak için etkili bir şekilde cihada müracaat ettikleri ve Cezayirlilerin bu uğurda nüfuslarının yüzde 10’unu kaybettiği kaydedilmelidir.
- BİTTİ -
[12] Bu versiyon için bkz. Fazlurrahman, islam, (Chicago: University of Chicago Press, 1979), s. 239; ve aynı eserin 2 ve 3. bölümlerindeki siyasî hadisin tam bir tahlili için, Islamic Methodology in History, (Lahore, Pakistan: Islamic Research Institute, 1965).
[15] Bunların bir kısmını lngilizceye çevirdim ve mümkün olan en yakın zamanda tercümeyi tamamlamayı ümit ediyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder